3) Sosyal Cihad:

Mü’minler, İslâm Dinini öğrenip öğretmekle görevlidir. Toplumdaki İslâm dışı kurumları, kâfirlik ve münâfıklık akımlarını tanıyıp tanıtmakla yükümlüdür. Öz ifâdeyle Hakk’a çağırmak, bâtıllardan sakındırmakla vazifelidir. Sosyal hayattaki cihad çalışması, yukarıda açıklanan nefisle ve aile bünyesindeki cihadla başlayacaktır.



İçinde bulunduğumuz ortam ve şartlara göre cihad görevlerimizi yapabilmek için de kültürlü insanlar ve İslâm bilginleri yetiştirmeye çalışmak, çeşitli dergiler ve gazeteler çıkarmak ve bunları yaşatmak, İslâm’ı bir hayat nizamı olarak sunan eserler yayınlamak, kütüphaneler açmak, broşürler dağıtmak, sohbet, ders, seminer ve konferanslar verdirtmek mecbûriyetindeyiz. Çeşitli hayır teşkilâtlarında görev almak, çalışmalarımızla çevremizi bu çeşit faâliyetlere iştirak ettirmek, toplumda etkinlik kazanabilmek için gerekli kurumlar kurmak ve bu kurumları maddî ve mânevî bakımdan desteklemek zurûretindeyiz. Bu tür görevlerimizin yanı sıra, bir ana sosyal cihad görevimiz daha vardır ki, o da şu hadisin çizdiği doğrultuda atılımlar yapmaktır. “Sizden her kim bir münker görürse eliyle değiştirip düzeltsin; buna gücü yetmezse diliyle, buna da gücü yetmezse kalbiyle değiştirip düzeltsin, ki bu, imanın en zayıfıdır.” (Müslim, İman 78). Yani,   “sizden biriniz çirkin bir davranış, zararlı bir iş, yıkıcı bir kurum görürse onu bizzat ortaya çıkararak düzeltsin. Buna güç getiremezse (sözlü ve yazılı olarak) mücâdele versin. Buna da gücü yetmezse kalbiyle (nefret beslesin, güç yetireceği zaman nasıl karşı çıkacağına dair tasarılar hazırlasın). Kişinin kalbiyle mücâdele görevini yapması ise imanın en zayıf haline belgedir.”



“İşin başı İslâm, direği namaz, zirvesi cihaddır.” (Tirmizî, İman 8; İbn Mâce, Fiten 12). “... Sizler, cihadı terkettiğiniz zaman Allah üzerinize öyle bir zillet/aşağılık salar ki, dininizin yüklediği cihada dönünceye kadar hiçbir güç onu gideremez.” (Bülûğu’l Merâm, Ribâ, hadis no: 11). Biz nefsimizle cihad yapmadığımız, âilevî hayatımızı toplumun yıkıcı etkilerine açık bıraktığımız ve insanları Hakk’a çağırıp bâtılla mücâdele etmediğimiz için zillete mahkûm olduk, bitmeyen kriz, sıkıntı ve bunalımların muhâtabı olduk. Amellerimiz; böyle inançsız, faziletsiz, bâtıl bir hayatı dâvet ettiği için, câhilî bir yaşayışın içine düştük. Cihaddan uzak ve müslümana yakışmayan bir yaşayışı tercih ettiğimiz için, bugünkü yönetim tarzına ve zâlim yöneticilere müstahak olduk!



Suçlu teşhis etmeye, hatalarımızı sadece dinimize inanmayan zümrelere yüklemeye çalışmayalım. Esas suçlu, inandığını yaşamak ve yaşatmakla mükellef olan bizleriz.[85]



“...Eğer sabreder ve ittika eder, Allah’tan sakınırsanız onların hilesi size hiçbir zarar vermez...” (3/Âl-i İmrân, 120),



“Ey iman edenler! Siz kendinize bakın. Siz doğru yolda olunca dalâlette olup sapan kimse size zarar veremez...” (5/Mâide, 105)



“Ey iman edenler! Sizi acı bir azaptan kurtaracak ticâreti size göstereyim mi? Allah’a ve Rasûlüne iman iman eder, mallarınızla ve canlarınızla Allah yolunda cihad edersiniz. Eğer bilirseniz ki bu sizin için daha hayırlıdır. İşte bu takdirde O, sizin günahlarınızı bağışlar, sizi zemîninden ırmaklar akan cennetlere, Adn cennetlerindeki güzel meskenlere koyar. İşte en büyük kurtuluş budur. Seveceğiniz başka bir şey daha var: Allah’tan yardım/zafer ve yakın bir fetih. Mü’minleri bunlarla müjdele.” (61/Saff, 11-13).



Demek ki cihadda birinci gâye, âhiretimiz için bir ticaret yapmak. Cihadın bazı külfet ve meşakkatleri olsa da bunlar insanın o acıklı azaptan kurtulması yanında hafif kalırlar. Yolumuzu aydınlatmak için malımızı yakmak, Cehennemde yanmamak için canımızı incitmek, birtakım zorluklara, sıkıntılara katlanmak gerek. Demek ki cihad, başkalarını öldürüp Cehenneme göndermek için değil; nefsimizi ve diğer nefisleri Cehennemden kurtarmak için yapılır.



Yanmaktan kurtulan hamiyetli insanların yapacağı ilk iş, başkalarının imdâdına koşmak değil midir? Cihad, bu yönüyle, insan kurtarma savaşının adıdır. Eğer birtakım insanların hak ve hakikate ermesine bir başka grup engel oluyorsa, bunlarla savaş yapmak da cihaddır. Cihadla ilgili yukarıdaki âyet ve benzerleri, savaş zamanında olduğu gibi barış zamanında da geçerlidir. Zaten muhtaç gönüllere iman ve İslâm’ı ulaştırmak savaşa değil; barışa bağlıdır. “... Sulh/barış daha hayırlıdır...” (4/Nisâ, 128) buyuran Cenâb-ı Hak, insanları hidâyete dâvet etmiştir. Bu çağrıyı insanlara durmadan ulaştıran Rasûlullah, karşı çıkanların zulüm ve işkencelerine uzun süre sabırla karşı koymuş ve daha sonra İlâhî fermanla kendisine savaş izni verilmiştir. Savaş yapan mü’minlere mâlî destek sağlamak cihad olduğu gibi; sulh zamanında bir kısım malını insanlık âleminin ebedî saâdeti için harcamak da büyük bir cihaddır. Savaşa iştirak etmek cihad olduğu gibi, insanların iman şerefine kavuşmaları ve mü’minlerin günah ve isyandan kurtulmaları için birşeyler yapmak, bu hususta kafa yormak, mesâi harcamak da cihaddır. Ömürlerinden bir pay ayırıp bu kudsî gâye uğrunda harcayanlar da canlarıyla cihad etmiş olurlar. “Allah, mallarıyla, canlarıyla mücâhede edenleri derece bakımından oturanlardan üstün kılmıştır.” (4/Nisâ, 95)



Her hayır gibi, caihadın da birtakım engelleri var. Bunlardan birincisi nefsimiz, ikincisi şeytan, üçüncüsü de düşmanlarımız. Nefsin süflî arzularına karşı çıkmak cihaddır. Şeytanın telkinlerine kapılmayarak istikamet çizgisinde yürümek cihaddır. İman ve hidâyet yolunu kapamaya çalışan düşmanlarla savaş yapmak da cihaddır. Her üçünde de niyet “Allah rızâsı” olacaktır.  Bir gün bütün günleri geride bırakacak ve sonu gelmez yarına kavuşacağız. Mahşer meydanında kendimizi iki yolun kavşağında bulacağız. Biri saâdet diyarına, diğeri azap beldesine giden iki yol. İşte cihad, o lütuf diyarına ulaşma ve o kahır menzilinden uzak kalma çabasının ismidir. Böyle ulvî bir gâye taşımaksızın sadece ülkeler fethetmek, insanlara hükmetmek ve lüks içinde yaşamak gibi fânî hedeflere yönelik savaşlar “fî sebîbilillâh” şartını taşımadıkları için cihad değildirler.



“Dinde zorlama yoktur.” (2/Bakara, 256). Ancak, Cennet yolunu zorla kapamak isteyenlerle de savaşmak gerekir. Bunda başarı sağlandıktan sonra kişi, inancında serbest bırakılır. Dilerse İslâm’ı kabul eder, dilerse kendi dininde yaşamaya devam eder. Cihadda hedef, öldürmek değil; diriltmek olmalı. Ölü kalpleri diriltmek, sönük fikirleri aydınlatmak, donuk hissiyatlara can vermek. İnsanları yurtlarından etmek değil; onlara ebediyet yurdunu kazandırmak olmalı. Bu diriliş hareketinin önüne çıkanlar ölümü hak etmiş olurlar. Çokların hayat bulması için, belli bir azınlığın ölmesi gerekiyorsa buna da “evet” dememiz gerek. Aksi halde çoğunluğa zulmetmiş oluruz.



Cihadın en büyüğü, en büyük düşmana karşı yapılanıdır. “Senin en zararlı düşmanın nefsindir” hadis-i şerifi bu büyük düşmanı “nefis” olarak belirler. Savaşa gitmek gibi, tebliğ yapmak için de öncelikle nefsin mağlûp edilmesi gerikiyor. Nefisle cihad, gerçekten en önemli cihaddır. Her ânımız bu cihadla geçer. Bir anlık gafletimiz bize çok pahalıya mal olabilir. Maddî cihad ise, sürekli değildir. Sulh zamanında mü’minler bu cihadla mükellef tutulmazlar. Hâricî düşmana mağlûp olmak insana ya şehidlik, ya gâzilik kazandırır. Nefisle mücâdele ise öyle değil; bu savaşta yara alanlar fâsık, ölenler dinsiz olurlar.              



Mânevî cihad, tıptaki koruyucu hekimliği andırır. Hastalığın vuku bulmaması için gerekli tedbirleri almak en büyük tedâvidir. Bunda başarılı olmadığımız zaman diğer tedâvi yollarına ve en sonunda da ameliyata sıra gelir. Koruyucu hekimlik, uzun zaman ve büyük sabır ister. Ama, ameliyattan kurtulmak gibi büyük bir netice için bu zor yola severek girmek gerek. Dâhildeki cihadın mânevî olması gerekir. Ciğerinizdeki mikroba karşı kurşun sıkamazsınız. Onu ilâçla, gıdayla, temiz havayla yavaş yavaş tedâvi etmeye mecbursunuz. Mânevî cihad, mânevî hastalıklara karşı yapılır. Meselâ cehâlet, mânevî bir hastalık. Bunun giderilmesi ilim ile olur. Bir çocuğu döverek ona bir şeyler anlatmanız mümkün mü? Ahlâksızlık ve nihayet imansızlık da birer mânevî hastalık. Bunların tedâvisi de kuvvet kullanarak, zorlayarak olmuyor.[85]      



“Hepiniz çobansınız; hepiniz güttüğünüz sürüden sorumlusunuz. Devlet reisi de bir çobandır ve sürüsünden sorumludur. Erkek, âilesinin çobanıdır ve sürüsünden sorumludur. Kadın, kocasının evinin çobanıdır ve sürüsünden sorumludur. Hizmetçi, efendisinin malının çobanıdır; o da sürüsünden sorumludur. Netice itibarıyla hepiniz çobansınız ve güttüğünüz sürüden sorumlusunuz.” (Buhârî, Cum’a 11, İstikrâz 20, Itk 17, 19, Vesâyâ 9, Nikâh 81, 90, Ahkâm 1; Müslim, İmâre 20; Ebû Dâvud, İmâre 1, 13, Tirmizî, Cihad 27) 



İnsanın insana verebileceği en güzel hediye mutluluktur. Cihad, bu hediyenin sermayesidir. İnsanın mutluluğu için dökülen üç damla kutsaldır: Kan, gözyaşı ve alınteri. Bütün bunlar, gönüllerin birbirine açık olduğu bir dünyanın kurulması için sarfediliyorsa kutsallık kazanır. Gönüllerin birbirine açık olduğu bir dünya, fetih medeniyetinin emelidir. İslâm, Orta Afrika’dan Doğu Hind adalarına, Merakeş’ten Zengibar’a, Batı Afrika’daki Sierra Leone’den Sibirya’ya, Bosna-Hersek’ten Yeni Gine’ye, Senegal’den Çin’e kadar savaşla değil; bu cihad ruhuyla ulaşmıştır.



İnsanla, insanın mutluluğunun öbür adı olan İslâm arasına kimi zaman da insan girebilir. O zaman o insan ya da insanların İslâm’la insan arasından kaldırılması insanlığın değişmez değerlerine bağlı her kişinin boynunun borcudur. Kur’an’ın “Küfrün önderleriyle savaşın. Çünkü onlara güvenilip de anlaşma yapılmaz. Umulur ki vazgeçerler” (9/Tevbe, 12) emri, o önderlerin sıradan insanlarla İslâm arasında engel oluşturduğu içindir. Eğer onlar, İslâm’la insan arasına gerilmekten vazgeçerlerse İslâm’ın onlarla bir alıp veremeyeceği yoktur. İslâm onlarla küfürlerinden dolayı değil; insanın mutluluğuna engel oldukları için savaşılmasını emretmektedir.



İnsanla İslâm arasına gerilen ve fizikî olmayan engellerden biri de İslâm’a karşı propaganda savaşına girerek ürettiği yalan haberlerle İslâm’ın imajını kitlelerin gözünde lekelemeye çalışan muzır unsurlardır. Hz. Peygamber döneminde bu işi câhiliyye şâirleri yapıyorlardı ve Rasûlullah onları işledikleri bu insanlık cinâyetinden dolayı Mekke fethi sırasında ilân ettiği genel affın dışında tuttu. Oysa, amcası Hamza’nın katilini dahi bu af bağlamında bağışlamıştı. Hakkında “insana ihânet” suçundan dolayı vur emri çıkarılan altı kişiden üçünün cezâsı infaz edilmiş, üçü de suçunu itiraf edip İslâm’a teslim olunca affedilmiştir.[85]



Ne mutlu Allah’la ticaret yapıp, aslında O’na ait olan imkân ve nimetleri, malı ve canı Cennet karşılığı O’na satan, herşeyini O’nun yolunda kullanan mücâhidlere!