Cihad Kavramını Yanlış Tanımlama:

Cihad konusunda özellikle günümüzde 4 çeşit yanlış anlayış sözkonusudur. Bunlardan biri, kâfirlerin ve özellikle müsteşriklerin cihadı sadece savaş olarak, hem de kan dökücülük, istilâ/işgal, vahşîlik ve barbarlık gibi gibi İslâm’ın savaş anlayışında da olmayan özelliklerle tanımlamasıdır. Dinin kılıçla yayıldığı da bu yanlış mantığın empozesidir. Kur’an’daki cihadla ilgili emirleri hep bu mantıkla çarpıtmışlar ve dinin temel esaslarından birinin devamlı savaş olduğunu iddia etmişlerdir.   



İkinci yanlış, bunun tam tersi, oryantalistlerin ithâmına cevap vermeye çalışan karşı uçtur. Bu savunmacı anlayışa göre İslâm sadece barış ve iyilik, merhamet ve hoşgörü dinidir. Yalnız güzel söz ve tatlı dille hakikatler anlatılmalıdır. Bu anlayış, Hıristiyan misyonerlere özenen, onların yerli versiyonlarını öne çıkaran bir yaklaşımdır. Propaganda yapar gibi o da resmî “din görevlileri” tarafından ve de devletin uygun gördüğü yerde, onun belirlediği kurallar içinde dinin anlatılmasını isteyenlerdir. Bırakın mücâhid kimliğini, dâvetçi/tebliğci kimliği bile bu anlayışta doğru değildir; hatta propaganda şeklinde bile din anlatılmamalı, kişilere empoze etmeden, dolaylı bir yaklaşımla dinin güzelliklerini saymakla yetinmelidir. Bu yaklaşıma göre  cihad da bu demektir.



Cihada üçüncü yanlış yaklaşım da, şöyle özetlenebilir: Bugün cihad/savaş devri geçmiştir. Cihad eskidendi, şimdiki dünyada cihadın yeri yoktur. Çok toplumlu, farklı din ve kültürden insanlarla her konuda uzlaşarak birbirimize karışmadan özgürce yaşamayı sürdürmeliyiz. Herkesin doğrusu kendisinedir, kimse kimsenin görüşüne bırakın müdâhelede bulunmayı, kendi görüşlerini bile empoze etmemeli, karışmamalıdır. Bu anlayışa göre cihad taraftarlığı irticâdır, bağnazlık ve yobazlıktır, çağa ve çağdaşlığa uymaz.     



Cihad için bir diğer yanlış değerlendirme de, kâfir ve zâlimlere karşı mücâdelenin küçük görülmesi, savaş anlamındaki cihadın hafife alınması ve dış düşmanlara karşı çok açık bir işgal olmadıkça en küçük bir tavır takınılmamasıdır. Bu yaklaşım, özellikle tasavvufî kitap ve sohbetlerde karşımıza çıkan bir hadis rivâyetinden beslenmekte, parçacı yaklaşımla dinin bazı emirlerini dışlama ve parçalama zihniyetinden gıdalanmaktadır. Rivâyet doğru bile olsa; küçükten büyüğe doğru gidileceği unutulmakta, küçük-büyük cihadın tüm aşamaları birlikte ve bütüncül şekilde kabul edilmesi gerekirken, cihadın bir şûbesi “küçük” damgasıyla küçümsenmektedir. Halbuki Kur’an, “küçük cihad” zannedilen “kâfirlerle savaş” için “büyük cihad” tâbirini kullanmaktadır. “Kâfirlere itaat etme ve bununla onlara karşı büyük cihadla cihad et.” (25/Furkan, 52). Dolayısıyla Kur’an’a “büyük cihad nedir?” diye sorduğumuzda aldığımız cevap kâfirlere karşı yapılan cihad olmaktadır. Gerçek mücâhid, hem nefsine; içindeki düşmanına karşı, hem de kâfir ve zâlimlere; dışındaki düşmanlara karşı cihad eden kimsedir. Birini ikmal edip diğerini ihmal etmez. Zâten bu cihad şûbelerinden biri olmadıkça diğeri de eksiktir. Nefsiyle cihad yapmayan, hevâsına dur diyemeyen kişi nasıl dışındaki düşmanlara karşı cihada, yani savaşa gidebilecek ve canını fedâ edebilecektir? Yine, dışındaki düşmana karşı cihad, insanı olgunlaştıran, nefsini terbiye eden en güzel okuldur. Bu okulda okumayan cihadla dirilmenin yolunu bilemez; cihadla nefsini öldürmek için ha bire uğraşarak uyuşur kalır. Cihad ölmek değil; dirilmektir, diriltmektir, ebedî yaşamanın yolunu bulup o yola koyulmaktır. Ölümsüzler kervanına ulaşmak için cihadın canlandırıcı, diriltici şekli olan dışımızdaki düşmanlara karşı buğzu, reddi, tavır almayı unutmamalı, saldırganlarına karşı da kıtâl anlamındaki cihada sarılmalıdır.