Nimet ve Sefahat

:



Kitabın ilerleyen bölümlerinde Kuran'da tarif edilen cenneti inceleyecek, ayetlerde yapılan tasvirlerden yola çıkarak, bu muhteşem mekanı kavrayabildiğimiz kadarıyla gözümüzde canlandırmaya çalışacağız. Ancak bundan önce değinilmesi gereken bazı önemli noktalar var. Çünkü içinde yaşadığımız toplumdaki bazı yanlış inanışlar ve izlenimler pek çok insanın aklında ya da bilinçaltında bu konuya doğru bakmalarını önleyen engeller oluşturmuş durumda. Bu engeller nedeniyle, asıl anlamlarından saptırılmış bazı temel İslami kavramları Kur’an'a göre yeniden tarif etmek gerekiyor.



Burada bu amaçla yapılması gereken ilk iş, nimet ve sefahat kavramlarını birbirinden ayırt etmektir.



İlerleyen sayfalarda, Kur’an'da tarif edilen cennetin son derece "lüks" ve ihtişamlı bir mekan olduğunu göreceğiz. İçinde yaşanan hayatın, olabilecek en konforlu, en göz alıcı, en müreffeh hayat olduğuna şahit olacağız.



Oysa bugün pek çok insanın gözünde, bu tür bir hayat pek de "İslami" bir hayat değildir. Aksine, bu tür bir yaşam tarzının, Allah'tan ve dinden uzaklaşmanın doğal bir sonucu olduğunu düşünürler. En açık ifadeyle, bu hayat "sosyetik" bir hayattır. Bu nedenle de lüks içinde yaşayan toplum kesimine "sosyete" adı verilir. Bu "sosyete"nin, toplumun dine en uzak kesimlerinden biri olduğu ise açıktır.



İşte toplumda hakim olan bu yanlış anlayış nedeniyle, pek çok kişi, konforlu, lüks, gösterişli bir yaşamı ve bu yaşamın unsurlarını "gayr-ı İslami" bulur. Bu unsurlar, örneğin; kaliteli giyecekler, zengin ve gösterişli sofralar, eğlenceler, şölenler, ihtişamlı ve süslü evler, dekoratif mekanlar, değerli sanat eserleri vs., dinden kopmuş gafil insanlara ait şeyler olarak görülür. Bunlarla dolu bir hayat da, genellikle "sefahat" olarak tanımlanır ve bu sosyete ismi verilen kişiler yerilirken "sefahat içinde azgınca yaşayanlar"dan söz edilir. Sefahat, Arapça'da "sefih" kelimesinden türemiştir ve bu kelime, bir tercümeye göre, "servet ve refah içinde sorumsuzca yaşamaktan dolayı azma, şımarma, aklın zaafa uğraması" anlamına gelir.



İşte aşılması gereken bir yanlış anlama, bu noktada ortaya çıkmaktadır. Halk arasında, hatalı olarak, "sefih" kavramıyla bir tutulan bazı şeyler, örneğin lüks ve gösterişli evler, kıyafetler, sofralar, eğlenceler, şölenler cennetin temel özellikleri arasındadır. Oysa Allah'ın kulları için seçip beğendiği cennet hayatı her türlü lüksü, konforu, gösterişi içinde barındırmakla birlikte, olabilecek en güzel, en asil, dine en uygun olan hayat tarzıdır.



Yanlış anlamaya yol açan şey, sefahatin tanımının yanlış yapılmasıdır. Sefahat, yani Allah'a isyan ederek azıp şımarmak, insanın zihninde gerçekleşen bir şeydir. Kelimenin çağrıştırdığı maddi ortamla ise doğrudan bir ilişkisi yoktur. Bir başka deyişle, birtakım insanları "sefih" kılan özellik, içinde yaşadıkları zengin ve gösterişli mekanlar değildir. Sorun, giysilerde, gösterişli evlerde, estetik mekanlarda, kısacası maddi zenginlikte değil, insanların zihnindedir.



Bu durumun doğal sonucu ise şudur: Bir insan, eğer Kuran ahlakına ve güçlü bir imana sahipse, son derece büyük bir zenginlik ve ihtişam içinde bulunabilir, ama bu asla onu "sefih" kılmaz. Aksine, karşılaştığı herşeyi Kuran ahlakıyla ve Kuran kıstasları doğrultusunda değerlendirdiği için etrafındaki güzellikleri birer "nimet" olarak görecektir. Bir şeyin nimet olarak görülmesi demek, onun Allah tarafından verildiğinin farkında olunması demektir. Dolayısıyla bir Müslüman çevresindeki zenginliklerin, güzelliklerin, gösterişin ve ihtişamın Allah tarafından verildiğini bilrse, doğal olarak bunun karşılığında Rabbine şükredecektir. Tüm nimetlerin yaratılış amacı da zaten budur.



Bu genel mantığı içinde yaşadığımız topluma uyarlarsak şunu söylememiz gerekir: Bugün Allah'ın hükümlerine yüz çevirerek sefih bir hayat sürenler, ellerinde bulundurdukları imkanları birer nimet olarak görmedikleri için sapmış durumdadırlar. Eğer onları bir nimet olarak görselerdi, bu onların Allah'a şükretmelerini sağlardı. Ve o zaman bu nimetlerin kullanımında da Allah'ın gösterdiği yolu izlerler, yani israftan kaçınır ve Allah'ın rızasına uygun biçimde harcama yaparlardı.



Dolayısıyla, karşımıza iki ayrı zenginlik tanımı çıkmaktadır. Bir kısım zenginler müminlerdir ki, ellerindeki imkanları birer "nimet" olarak görürler. Bir kısım zenginler de fasıklardır ki, ellerindeki imkanları sahiplenir, Allah'ı unutur ve sefahate dalarlar. Allah'ın tüm mümin kulları için öngördüğü model ise, birincisindeki zenginliktir. Ancak zenginlik de fakirlik de müminler için dünya hayatında bir denemedir. Müminler bir imtihan vesilesi olarak dünyada fakirlik de çekebilirler. Ama "Biz ise, yeryüzünde güçten düşürülenlere lütufta bulunmak, onları önderler yapmak ve mirasçılar kılmak istiyoruz" (Kasas: 28/5) ayetinde bildirildiği gibi, Allah yarattığı tüm nimetleri iman eden kullarına vermeyi dilemektedir. Bu,  belki dünyada, ancak kesin olarak ahirette gerçekleşecektir.



İşte tüm bunlardan ötürü, Müslümanların ihtişamlı, lüks ve gösterişli bir yaşamı suçlayarak, ondan çekinerek, hatta buğz ile bakmaları son derece yanlış olur. Çünkü söz konusu yaşamın tüm maddesel içeriği —güzel kıyafetler, lezzetli yiyecekler, ihtişamlı evler, sanat eserleri vs.— zaten Müslümanlar için yaratılmıştır. Allah Araf: 7/32. ayetinde bu gerçeği iman edenlere bildirmektedir:



"De ki: 'Allah'ın kulları için çıkardığı ziyneti ve temiz rızıkları kim haram kılmıştır?' De ki: 'Bunlar, dünya hayatında iman edenler içindir, kıyamet günü ise yalnızca onlarındır'..."



Nitekim Kur’an'da iman edenlere örnek olarak Hz. Süleyman'ın zenginliği verilmektedir. Hz. Süleyman'a Allah tarafından çok büyük bir mülk verilmiştir. Kuran'da, Hz. Süleyman'ın sarayındaki ihtişam ve sanat eserleri çok ayrıntılı olarak tarif edilmektedir.[85]



Ancak önemli olan, Hz. Süleyman'ın tüm bu mülk ve ihtişam içinde Allah'a şükretmesi ve tüm bunların Rabbinden gelen bir lütuf olduğunu bilmesidir. Kuran'da, Hz. Süleyman'ın "Gerçekten ben, mal sevgisini Rabbimi zikretmekten dolayı tercih ettim..." (Sad: 38/32) şeklinde sözü aktarılırken, bu derin kavrayışa dikkat çekilmektedir.



Hz. Süleyman'ın hayatının anlatıldığı kıssalar bize göstermektedir ki, "mal sevgisi" kavramı, yani zenginliğe ve zenginliğin her türlü çeşidine karşı istek duymak, Allah'ı zikretmeye vesile olduğu sürece, meşrudur. Kuşkusuz bu tür bir "mal sevgisi"ne sahip olan mümin, o malı Allah'ın gösterdiği yolda kullanmaktan ve harcamaktan da çekinmeyecektir. Çünkü mal bir nimettir ve sahibi de Allah'tır; dolayısıyla Allah Kur’an'da nasıl emretmişse, sahip olunan tüm mal ve zenginlikler de o şekilde kullanılacaktır.



Ancak eğer mal, bir nimet olarak görülmez ise, o zaman sefahat başlar. Kur’an'da, fasıklara ait olan bu zenginlik anlayışına pek çok ayette örnek verir. En belirginlerinden biri, "Bu, bende olan bir bilgi dolayısıyla bana verilmiştir..." (Kasas: 28/78) diyen ve "Şımararak sevince kapılan..." (Kasas: 28/76) dönemin zenginlerinden Karun'dur. Karun'daki gibi bir mal sevgisi değil insanı Allah'a yaklaştırmaz, aksine O'nun yolundan saptırır. Kur’an'da, insanı Allah'a imandan ve elçilerin bildirdiği gerçeklerden uzaklaştıran mal sevgisinden  şu şekilde bahsedilmektedir:



"Gerçekten insan, Rabbine karşı nankördür. Ve gerçekten, kendisi buna şahiddir. Muhakkak o, mal sevgisinden dolayı (bencil ve cimri tutumundan) çok katıdır." (Adiyat: 100/6-8)



İşte bu nedenle de Müslümanların zenginliğe bakışları, Kur’an'da bildirilen bu ölçülere göre olmalıdır. Müslüman Allah rızası için ve Allah'ın dinine hizmet için zenginliği talep etmeli, Allah'ın var ettiği tüm nimetlere karşı istekli davranmalıdır. Çünkü dünya hayatındaki tüm nimetler Allah'ın rızası için çaba sarf eden, samimi ve ihlas sahibi kulları için yaratılmıştır. Yapması gereken şey, tüm bu nimetlere karşı sürekli şükür halinde olmak, Kuran'da "... O, ne güzel kuldu, çünkü o, (daima Allah'a) yönelip-dönen biriydi" (Sad: 38/30) ifadesiyle tarif edilen Hz. Süleyman'ı kendisine örnek almaktır.



Bir insan Kuran ahlakını gerçek manasıyla yaşayıp, yukarıda tarif edilen bakış açısını elde ederse, cennete girmeye de "layık ve ehil" olmuş olur. Çünkü cennetin en önemli özelliklerinden biri, sonsuz bir ihtişama, göz kamaştırıcı bir zenginlik ve estetiğe sahip olmasıdır. Mümin, bu güzelliklerin içinde "... gerçekten ben, mal sevgisini Rabbimi zikretmekten dolayı tercih ettim..." (Sad: 38/32) diyen Hz. Süleyman gibi düşünecek ve hissedecek olan insandır.



Mümin, asıl yaşamı olan cennette bu tür bir bakış açısı içinde olacağına göre, ahirete bir hazırlıktan başka bir şey olmayan dünyada da bu bakış açısını kavramaya çalışmakla yükümlüdür. Zenginliği, estetiği, ihtişamı, bir "sefahat" olarak görenlerin aksine, her bir nimetin Rabbinden gelen bir lütuf olduğunu bilmeli, değerini bilmeli, bunlardan zevk alıp şükretmeyi öğrenmelidir.



İlerleyen sayfalarda inceleyeceğimiz cennet nimetleri, işte bu bakış açısı korunarak yorumlanmalıdır. [85]