Hoşgörü ve Müsâmaha

Hoşgörü, batı dillerinde Latince kökenli “tolerans”la ifade edilir. Sabretmek, katlanmak, dayanmak anlamlarına gelir. Arap dilinde bunun karşılığı “müsâmaha”dır. Kur’an’da hiç geçmeyen bu kelime, sünnette genellikle alışverişte kolaylık gösterme bahsinde geçer. Bu tür hoşgörü hadislerinin en ünlüsü: “İsmah yüsmehu lek = Hoşgörülü ol ki, hoş görülesin.”[242] hadisidir.



İnsanlar arası ilişkilerde hoşgörü, hayatı kolaylaştırır ve yaşanabilir kılar. Çünkü insan, sürekli hata yapabilen bir yapıdadır. İnsanların hata ve kusurlarını hoş gören biri, yalnızca başkalarından da kendisi için hoşgörü  bekleme hakkını kazanmış olmuyor, bununla birlikte hayatı katlanılabilir kılarak yaşamın işkenceye dönüşmesini önlüyor demektir. Ne ki, insanlar, başkalarının kendilerine karşı yaptıkları hata ve kusurları hoş görme hak ve yetkisine sahiptir. Bir başkasına karşı yapılan haksızlığı hoş görmekten söz etmek gülünç olur.[243]  



Hoşgörü: Gücenmeyi gerektiren bir tutum, ya da davranış karşısında tepki göstermeme, tahammül gösterme halidir. Batıda mezhepler arası çatışmaya karşı çıkmak, ya da bilim-din tartışmalarında baskıya karşı kullanılan bir kavramdır.



İnsanların farklı umut ve korkulara sahip olması, farklı ön kabullerinden yola çıkmaları sebebiyle, kaynak, amaç ve yöntem farklılıklarından her zaman uzlaşma sağlamaları mümkün gözükmemektedir. Bu nedenle de birbirlerine karşı hoşgörü ile yaklaşmak zorundadırlar. Hoşgörünün sağlıklı bir şekilde kullanılabilmesi için, ileri sürülen iddianın kaynağının, bu iddiaya sahip kişinin amacının ve kaynakla amaç arasındaki mantıksal sürecin aklî delilleri olması gerekmektedir. Yanlış bir hoşgörü anlayışı, hem hoşgörü sahibi için, hem de hoşgörüye sığınan kişiler için felâketlere kapı aralayabilir ve kötü alışkanlıklara neden olabilir.



İslâm toplumlarında hoşgörünün ahlâkî bir temeli vardır. Bununla birlikte, safdilliğe varan bir davranış biçimi de olmamasına özen gösterilir. Hoşgörü sahibi, sadece yanlışa göz yummakla yetinmemeli, doğru olanı göstermeli ve aynı yanlışın tekrarlanmaması için gayret göstermelidir. Aksi halde göz yumma, giderek sabrı taşıran noktalara ulaşabilir ve başlangıçtaki hoşgörü, daha sonrası için bir birikim oluşturabilir. İyi niyet kavramı ile yakın ilişkisi olan hoşgörü, toplumsal barış ve uzlaşma açısından da büyük önem taşır.[244]   



Müsâmaha: Semâhat kelimesinden gelir. Hoş görürlük, kusurlara göz yummak, aldırış etmemek demektir. Ama bu göz yumulan kusurların İslâm’ın temel esaslarına ve temel insan haklarına karşı olmaması ve toplumu ifsad edecek davranışın dışında olması gerekir. Müsâmahadan, beşerî hataların anlayışla karşılanıp, hata sahibini incitmeden kusurunu tamir etmek veya onun kendisini düzeltmesine imkân vermek anlaşılmalıdır.  Vahyin temel doğruları dışındaki karşıt görüşlere saygılı olmak, başkalarının da bakış açılarını hesaba katmak, ictihâdî görüşlerine gereken değer ve önemi vermek, İslâmî müsâmaha ile ilgili gerekliliktir. Müslüman bireylerin birbirleriyle ve cemaatlerin diğer cemaatlerle İslâm'ın kesin hükme bağlamadığı ictihada açık hükümlerde ve teferruatla ilgili farklılıklarda takip etmesi gereken anlayış ve tavır şu olmalıdır:  "İttifak ettiğimiz hususlarda yardımlaşır, ihtilaf ettiğimiz hususlarda da birbirimizi mâzur görürüz."



Kişiye düşen, hatalarını görüp tevbe ederek günahta ısrar etmeyip vazgeçmektir. Bir müslüman kardeşi de, bu hataları  müsâmaha ile karşılayıp, tatlı bir yolla emr-i bi’l mâruf ve nehy-i ani’l münker yapmalıdır. Her çeşit hatalar karşısında hatayı işleyene ve onu gören kardeşine düşen hareket tarzı bu olsa gerektir. Cenâb-ı Hakk’ın bizim için açtığı imtihanı kazanıp hataları maddî ve mânevî terakkîlerin vasıtası kılmanın yolu budur.



Hakikat böyle olduğu halde, kendi grubundan veya hizbinden, kendi parti ya da cemaatinden olmadığından dolayı müslümana cephe almak elbette yanlıştır. Yine, farklı metodla hareket etmek veya tâlî meselelerde –dînen câiz  olduğu  halde-  kendisi  gibi  düşünmemek  kusurundan (!)  dolayı müslümanları itham edip bölünmelere ve düşmanlıklara sebep olmak, müslüman kardeşine iman ve İslâm gibi, Allah’ın her şeyden üstün tuttuğu iki vasfı bir tarafa atıp âdi taşlar hükmünde olan beşerî kusurları sebebiyle müslüman kardeşini mahkûm etmek büyük bir yanlıştır. Cenâb-ı Hakk’ın “Mü’minler ancak kardeştirler” (Hucurât: 49/10) hükmüne ehemmiyet vermeyerek, yine Kur’an’ın ifadesiyle “ölmüş kardeşinin etini yemek” (Hucurât: 49/12) iğrenç bir cürüm olan gıybete tevessül etmek,  gerçekten  büyük  bir  cinayettir.  Bu  öyle  bir cinayet ki, Cenâb-ı Hakk’ın, “Bir de öyle bir fitneden sakının ki, o (geldiği vakit) yalnız içinizde zulmedenlere isabet etmez (iyilere de kötülere de isâbet eder). Bilin ki Allah’ın azabı çok şiddetlidir.” (Enfâl: 8/25) âyetiyle haber verdiği musibet ve fitneye hak kazandırır.[245]



Yeni müslüman olmuş ve İslâm’ın yüce ahlâk esaslarını bütün varlığı ile benimseyip olgunlaşma fırsatını henüz bulamamış bedevîlerin (çölde yaşayan ve medenî hayatın dışında kalmış kültürsüz insanlar) kaba ve haşin davranışları olurdu. İçinde yaşadıkları iklim ve medenî imkânlardan uzak hayat şartları, onları biraz da böyle olmaya âdeta zorlardı. Bir defasında Efendimiz Mescid-i Nebevîde ashabı ile oturmuş konuşuyorlardı. Bedevînin biri içeri girdi. İki rekât namaz kıldıktan sonra ellerini kaldırıp:



“Allah’ım! Bana ve Muhammed’e rahmet et! Başka kimseye de bizimle beraber rahmet etme!” diye dua etti. Bunu duyan peygamberimiz:



“Pek geniş olan ilâhî rahmete sınır çektin yahu!” buyurarak bedevînin hatasını düzeltmeye çalıştı. Bu bedevî, biraz sonra kalkıp Mescid’in bir tarafına giderek abdest bozmaya başlayınca, şaşkınlıklar içinde kalan sahâbiler bağrıştılar. Hz. Peygamber (s.a.s.) işe müdâhale ederek şöyle buyurdu:



“Bırakın (işini görsün). Sonra bevlinin üzerine bir kova su dökün; zira siz güçlük değil, kolaylık göstermek üzere gönderildiniz.” Sonra bedevîyi yanına çağırarak ona dedi ki:



“Bu mescidler ne bevil, ne de başka pislik içindir. Bunlar, Allah’ı anmak, namaz kılmak ve Kur’an okumak için yapılmıştır.”[246]



İnsana öyle geliyor ki, sahâbelerden çok Hz. Peygamber’in hiddetlenmesi, kendi mübarek mescidinin mâruz kaldığı böyle bir hakaret karşısında asıl onun öfkelenmesi gerekirdi. Fakat Rasül-i Ekrem düşünüyor ki, bedevî bu işi kasten ve hakaret olsun diye yapmamıştır. Cehâleti sebebiyle böyle davranmıştır. Şu halde ona kızıp bağırmak, azarlamak doğru bir hareket olmazdı.



Bir başka seferinde Rasulullah, Mescid-i Nebevî’den çıkarken bedevînin biri geldi. Rasül-i Ekrem’in elbisesini şiddetle çektikten sonra:



“Develerimi buğday ile yükle! Çünkü sendeki mal ne senin, ne de babanın malıdır!” dedi. Bu ânî ve şiddetli çekiş sebebiyle Efendimiz’in üzerindeki sert yakalı ridâsı (gömleği) boynunu kızartmıştı. Bedevînin bu yaptığı, muhakkak ki çok kaba ve görgüsüzce bir davranıştı. Efendimiz buna üzülmüştü. Bedevîye dönerek:



“Önce beni incittiğinden dolayı özür beyan et; sonra ben de senin istediğine bakarım” dedi. Bedevî:



“Özür beyan etmeyeceğim!” diye karşılık verdi ve bu sözleri birkaç defa daha tekrarladı. Halbuki Peygamberimiz, bedevîye bir ahlâk dersi vermek istemişti. Fakat beriki hiç oralı olmuyordu. Hz. Peygamber, bedevînin sözüne ehemmiyet vermedi. Ashâbından birine dönerek:



“Bu adam için şu develerin birine arpa, diğerine hurma yükle!” diye emredip yoluna devam etti.[247]



Hoşgörülü olmak, büyük gönüllerin işidir. Kendinden emin, yaptığının doğruluğundan şüphe etmeyen ve ilâhî hikmet gereği, insanoğlunun çeşitli hazımsızlık ve zaaflarla ma’lûl olduğunu bilen asil insanlar, hoşgörü sahibi olabilir. Rasül-i Ekrem Efendimiz, olgunluğun yüce doruğunda bulunduğu için şahsına karşı yapılan kabalıkları tebessümle karşılamış, yaratılanı Yaratan’dan ötürü hoş görmüştür. Müslümanların da karınca kararınca, O’nun yolunda olması, O’na benzemeye çalışması, canlarını sıkan bazı davranışları hoş görmeye gayret etmesi, O’na bağlılıklarının gereğidir.



Tarih boyunca müslümanlar, her konuda olduğu gibi, kişisel hataları bağışlama, gayr-i müslimleri inançlarıyla başbaşa bırakıp onlara karşı müsamahakâr davranma âlicenaplığını İslâm’a, İslâm’ın insana ve inanç hürriyetine verdiği değere borçludurlar. İslâmiyet’in hiçbir dine nasip olmayan büyük bir süratle yayılmasının en mühim sebeplerinden birini, bu yüce dinin diğer bütün dinlerden daha müsâmahakâr ve âlicenap oluşunda aramak lâzımdır. Bu sebepledir ki, bazı hıristiyanlar, dinî müsâmahanın ne demek olduğunu müslümanlardan öğrenmiş olmalarını kendileri açısından çok elem verici bulurlar.[248]  


AF-AFV
A harfi