Dâvetçi Açısından Af ve Müsâmaha

Muhâtabına şefkat ve merhametinin bir özelliği olmak üzere dâvetçi, şahsına yöneltilen hücum ve hakaretleri, eziyet ve mihnetleri, eline fırsat geçtiği zaman intikam almaya  kalkmadan affetmeli, seviyesiz ve cahilce yapılan itiraz, itham, zulüm, cefâ veya talep ve isteklere karşı müsâmahakâr bir ruhla muâmelede bulunmalıdır.



Bütün bu nâhoş tavır ve fiilleri işleyerek suçlu duruma düşen bir kimse, dâvetçi tarafından mutlaka cezalandırılmayı beklerken hiç ummadığı bir şekilde afla karşılaşıverdiği zaman onda bu muâmele, psikolojik bir tesir icrâ ederek âdeta bir ruh inkılâbı meydana getirir ve muhatap, dâvetçiye en büyük düşman iken, birdenbire dâvetçinin en samimi bağlısı ve yardımcısı olabilir. O halde Cenab-ı Hakk’ın, Rasulüne emrettiği üzere, hıyaneti sabit olanların bile suçunu bağışlayarak müsâmahalı davranmak[239], İslâmî dâvetin metodlarından biridir.      



Günümüz dâvetçisi, Rasulullah’ın yolundan giderek nefsî kin ve düşmanlıklarını, grupçu görüş ve ayrılıklarını bir tarafa atarak muhâtabını, şayet varsa işlediği suçlarından dolayı affetmesini bilmelidir. Allah, müttakî mü'minlerden öfkelerini yutmalarını ve affedici olmalarını istiyor. Muhâtaplarımıza düşmanca tavır takınmamalı ve onlara güzel sözler söylemeli, yumuşak üslûpla hakkı tebliğ etmeliyiz. Ancak zâlimlere kızmalı, onların zulümlerini bırakmalarına vesile olacak yolları bulmaya çalışıp onları bu kötülükten kurtararak onların hidâyetini/kurtuluşunu istediğimizi belli etmeliyiz. Kişilere değil; kötülüklere düşman olmalı, günahkârı değil, günahı kınamalıyız. Kişiye nefis müdafaası yaptıracak kötü sözlerden ve muhâtabın şahsiyetini rencide edecek tavırlardan kaçınmalıyız. Muhâtabımızın en son yıkacağımız putu, nefis putu olmalıdır,    



Bütün bu metotların hassâsiyet ve titizlikle uygulanması, tamamıyla adam kazanma ve kazanılan adamı kaybetmeme gayretinden ileri gelmektedir. İslâm’ın insana verdiği değeri bilmeyen yoktur. Cenâb-ı Hakk’ın, diğer mahlûkatı emir ve hizmetine verdiği insanoğlunun hidâyeti için çalışmak, dâvetçinin vazifesidir ve bu uğurda yaptığı çalışmalar vesilesiyle Allah’ın tek bir kişiye hidâyet nasip edivermesi, dâvetçi için çok büyük değer ifade eder. Hz. Peygamber’in Hayber Gazvesi esnasında Hz. Ali’ye söylediği gibi, bir müslüman için onun vasıtasıyla tek bir kişiye Allah’ın hidâyet vermesi; kızıl cins deve sürülerine sahip olmasından[240] ve bir vesile ile ifade buyurdukları gibi, üzerine güneş doğan her şeyden daha kıymetli ve daha hayırlıdır.



Bu ölçü göz önünde bulundurulursa Hz. Peygamber’in her karşılaştığı insanın iman etmesini sağlamak için her meşrû çare ve her metoda başvurarak fevkalâde gayret sarf etmesindeki hikmet, gayet güzel anlaşılır. Hakem bin Keysân esir edilmiş ve Rasulullah’a getirilmişti. Hz. Peygamber, ona İslâm’ı arz etti, fakat o kabul etmedi. Rasulullah onu yine dâvet etti ve uzun müddet teklifini tekrarladı. O kadar ki Hz. Ömer dayanamadı ve



“Yâ Rasulallah, ne diye bununla uğraşıp duruyorsun?! Vallahi, bu kat’iyyen müslüman olmaz. Bırak da şunun boynunu vurayım, canını cehenneme yollayayım” dedi. Fakat Hz. Peygamber buna kulak asmadı ve Hakem’i İslâm’a dâvete devam etti. Nihayet o müslüman olunca Rasul-i Ekrem, ashâbına döndü ve



“biraz önce size uysaydım onu öldürecektim ve o cehennemlik olacaktı!” buyurdular. Hz. Ömer’in ifadesiyle bundan sonra Hakem, ihlâslı bir müslüman olmuş ve Allah yolunda cihadlara katılmıştır.”[241]  


AF-AFV
A harfi