CAN EMNİYETİ

Can emniyeti izah edebilmek için, insana verilen değer üzerinde durmak mecburiyetindeyiz. Bütün felsefi sistemler insanı; ya düşünen, ya konuşan hayvan şeklinde tarif etmişlerdi. Dr. Alexis Carrel; "Felsefî ve bilimsel ideolojiler, insanı tarif etmekten ve tanımaktan uzaktırlar" iddiası ile Nobel Tıp Ödülünü kazanmıştır.[73] Bu da göstermektedir ki; bilimsel ideolojilerin "ilkel insan" ve "karanlık çağ" teorileri, ciddi bir temele dayanmamaktadır.



İslâm dinine göre bütün insanlâr; Hz. Âdem (as) ile Hz. Havva'nın çocuklarıdırlar. Resûl-i Ekrem (sav)'in "Ey insanlar! haberiniz olsun ki, Rabbiniz birdir. Babanız da birdir. Biliniz ki Arabın Arap olmayan üzerinde, Arap olmayanın da Arap üzerinde; kızıl derilinin siyah derili üzerinde, siyah derilinin de kızıl derili üzerinde, hiçbir üstünlüğü ve fazileti yoktur. (Hepiniz eşitsiniz) Üstünlük ve fazilet ancak takva sayesindedir... Tebliğ ettim mi?"[74] buyurduğu bilinmektedir. Ayrıca insan yeryüzünde; Allahû Teâla (cc)'nın halifesi hükmündedir ve bütün nimetler emrine verilmiştir.



İnsanların can emniyetini sağlamak hususundaki titizlik, ona verilen değer ile yakından alâkalıdır. Siyasî bir otorite meydana getirilmeden "can emniyetinin" sağlanması mümkün değildir. Bu noktada karşımıza, İslâm fıkhının tab'a (bey'at ve ahid ehli), lâik hukukun vatandaş diye isimlendirdiği mahiyet çıkar. İslâm fıkhında mükellef olma noktasına gelen çocuk, mü'minlerin emirine (ulû'l-emr) bey'at ederek, lehindeki ve aleyhindeki bütün haklara sahip olur. Lâik hukukun sisteminde ise çocuk, daha doğar-doğmaz (herhangi bir irade belirtmeden) nüfûs kütüğüne kaydedilerek "vatandaş" ilan edilir. Tabiî olarak her iki halde, ferd, belirli bir siyasî otoriteye bağlı hale gelir. Hanefi fûkahası: "İnsan için asıl olan hürriyettir"[75] umumî kaidesini benimsemiş ve "kat'i nassla beyan edilmiş meşrû bir sebep olmadan, insanın kanını dökmek haramdır" hükmünde ittifak etmiştir. Dolayısıyle "can emniyeti" ve "hürriyet" isbata muhtaç değildir. Fıtri haklar cümlesindendir.



Kur'ân-ı Kerim'de: "Kim bir mü'mini kasden öldürürse cezası, içinde ebedi kalmak üzere cehennemdir. Allah ona (kasden öldürene) gâzab etmiştir, lânet etmiştir ve çok büyük bir azab hazırlamıştır." (Nisa: 4/93) hükmü beyan buyurulmuştur. Resûl-i Ekrem (sav)'in: "Allahû Teâla (cc)'nın indinde; dünyanın yok edilmesi, bir mü'mini öldürmekten daha ehven (hafif)dir"[76] hadisi, can emniyetinin ne kadar önemli olduğunu ortaya koymaktadır.



Şurası muhakkaktır ki; meşrû bir sebep yokken bir insanı öldürmek, bütün insanların can emniyetini hiçe saymak demektir. Böyle bir fiilin en ağır şekilde cezalandırılması, insana değer verme açısından zaruridir. Nitekim Kur'ân-ı Kerîm'de: "Ey iman edenler!.. Maktüller (öldürenler) hakkında size kısas farz kılındı. Hür hür ile, köle köle ile, dişi dişi ile! Fakat kimin (hangi katilin) lehinde, maktulün kardeşi (velisi) tarafından cüz'i birşey affolunursa (kısas düşer). Artık örfe uymak, ona (maktulün velisine) güzellikle ödemek lâzımdır. Bu Rabbinizden bir hafifletme ve esirgemedir. O halde kim bu (afv ve edâdan sonra) tecavüzde bulunursa, onun için pek acıklı bir azab vardır. Ey selim akıl sahibleri!.. Kısasta sizin için umumi bir hayat vardır. Ta ki adam öldürmekten sakınasınız." (Bakara: 2/178-179) hükmü beyan buyurulmuştur. Kısas; yapılan bir fiilin, mislinin (aynısının) faile icra edilmesidir.[77] Kısasta; bedel olma mahiyeti vardır. Bu sebeple, kasden adam öldürmede kısas, öldürmenin misli (aynı), ikinci öldürmedir. Yani öldürülene mukabil, katil (öldüren) öldürülür. Molla Hüsrev: "Allahû Teâla (cc)'nın kısasta sizin için umumi bir hayat vardır, âyeti; kasten adam öldürmede kısas cezasının tatbikine delalet eder. Zira tefsir ve meani kitaplarında zikredildiği gibi âyetin mânâsı: Bir kimse öldürdüğü takdirde, kendisinin de kısas yoluyla öldürüleceğini tefekkür, ister istemez öldürmekten kendisini meneder. Şayet öldürmezse, kendisi de öldürülmez. Bu durumda her ikisi de hayatta kalırlar. Bunun kasden öldürenlere mahsus olduğu açıktır. Çünkü hataen öldüren kimse öldürülmez, diyet vermekle kurtulur'[78] diyerek, konunun mahiyetini izah etmiştir.



İslâmî yönetimde; "kısas" ve "diyet" sadece müslümanlarla ilgili bir hüküm değildir. Bir müslüman, kasden ve teammüden bir gayrımüslimi (zimmiyi) öldürürse, kendisine kısas tatbik edilir.[79] Zira Resûl-i Ekrem (sav) zimmet ehlinden bir gayrımüslimi öldüren kimseye kısas cezasını tatbik etmiş ve; "Elbette ben zimmetim altında bulunanların hakkını almaya en lâyığım"[80] buyurmuştur. Hz. Ali (ra): "Zimmet ehlinin (gayrımüslimlerin) cizye vermesi, malları bizim mallarımız gibi, kanları bizim kanlarımız gibi olması içindir"[81] diyerek, hukukî duruma dikkati çekmiştir. Resûl-i Ekrem (sav)'in: "Kâfire karşılık mü'min öldürülmez" hadisi, zimmet akdi imzalamayan ve İslâma karşı savaşan harbîlerle ilgilidir. Çünkü harbînin (İslâm'a karşı savaşan kâfirin) kanı masûm değildir. Müstemen dahi olsa harbîyi öldüren kimseye kısas cezası uygulanmaz.[82] Bu sebeble, dârû'l-İslâm'da ikamet eden (gayrımüslim) zimmî, dârû'l-harp'te ikamet eden müstemen (emanlı) müslümandan, hukuk noktasından daha üstündür.[83] Zira darû'l-harp'te ikamet eden müslümanı öldürdüğü için kısas cezası uygulanmaz. Fakat dârû'1-İslâm'da ikamet eden gayrimüslimi (zimmîyi) öldüren kimse, kısas edilerek öldürülür!..



Resûl-i Ekrem (sav)'in: "Hadd cezaları, darû'l harp'te tatbik edilmez"[84] hadisi; Hz. Mekhul (rha)'den rivayet edilmiştir. Bu bir anlamda, hadd cezalarının tatbik edilmediği toplumlarda, insanların birçok emniyetinin bulunmayacağına işarettir. İmameyn'nin (rha) dârû'l-İslâm ve dârû'l-harb tasnifinde; "İslâm ahkâmının tatbik edilip edilmemesini esas alması önemli bir hadisedir. Esasen Allahû Teâla (cc)'nin mülkünde; küfür ahkâmı ile hükmetmek ve insan haklarını ortadan kaldırmak, hiç kimseye verilmemiş bir yetkidir. İslâm ahkâmının tatbik edilmediği bir beldede, mü'minlerin emniyet içerisinde olduklarını iddia etmek mümkün değildir. Kaldı ki; eğer o beldede mü'minler güçlü olsalardı, Allahû Teâla (cc)'nm hükmünü tatbik hususunda, kat'iyyen zaafa düşmezlerdi. Başta ûkubat olmak üzere, muamelât ve ferâiz, kat'i nassalarla sabit olan hükümlerdir. Bunların kıyamete kadar bâki olduğu hususunda; tevatür ve sahabe-i kirâm'ın icması mevcuttur. Böyle bir hakikatten şüphe etmek; başta beş vakit namaz olmak üzere, helâl ve haram hududlarından şüphe etmek kadar tehlikelidir!.. Bu mahiyet dikkate alınarak, içinde bulunduğumuz hal iyi tefekkür edilmelidir. [85]