İslam Dünyasında Zındıklık Nasıl Başladı, Nasıl Gelişti

Özellikle eski dinlere ait küfrî inanışların İslam'a karıştırılması ya da felsefi ve mistik yorumlarla İslamî değerlerin dejenere edilmesi şek­linde or­taya çı­kan zındıklık epeyce eski bir geçmişe sahiptir.



Bilindiği üzere Kur'ân-ı Kerim'in çizgisinden sapmalar ilk kez Hz. Peygamber (sav) in vefatından yaklaşık kırk yıl sonra yönetim ala­nında kendini göster­miştir. Bunu, hicretten ikiyüz yıl kadar sonra inanç alanın­daki açık tartışma­lar izlemiştir.



Abbasi Devleti'nin, yedinci halifesi olan el-Me'mûn, zihinleri ka­rıştı­ran bir tez ortaya attı. O'na göre “Kur'ân yaratıktı.” Halbuki müs­lümanlar vah­yin, “İlâhî kelâm” olduğuna, yani Allah'ın ezelî ve ebedî sıfatı oldu­ğuna inanıyorlardı. Tarihlerde uzunca anlatılan bu olay, İslam Dünyası'nda yankı uyandıran ilk büyük zındıklık örneği sayılır.



Unutmamak gerekir ki zındıklık daima dış kaynaklardan gelmiştir. Bu açıdan konuya eğilecek olursak özellikle iki çevreyi zındıklığın po­tensiyeli olarak görmemiz mümkündür.



Bunlardan biri: Vaktiyle herhangi bir dinin bağlısıyken özellikle hiç bir baskı görmeden sırf kendi araştırmaları ve arayışları sonucu müslü­man olmuş ve kendi imkanlarıyla İslam'ı öğrenmeye çalıştıkları için de genel­likle şirkin ve küfrün virüslerinden tamamen arınama­mış olan top­luluk­lardır.  



İkinci grup ise, bilgisizlik, fıtrî yeteneksizlik, merak, özenti, ya da ruh­sal sap­lantılar nedeniyle İslam'ı, gerçek kimliği içinde bir türlü hazmede­medik­lerin­den O'nu felsefi ve mistik kaynaklarda aramaya ça­lışan insan­lardır.



Bunu, gittikçe gelişen ve birbirini tamamlayan uygarlıkların, insa­noğ­lunun ufkunu genişlettiği, için bir çeşit zorunlu bir düşünce evrimi olarak görmek son derece yanlıştır. Çünkü Kur'ân'ın temel ve evrensel gerçek­leri, tarihin her döneminde hiç bir yoruma ihtiyaç duymadan, aynı za­manda hem bilgisiz insanı, hem aydın insanı doyuma ulaştıra­bilme gü­cünü ortaya koymuştur.



Zındıklığın başlayıp gelişmesinde elbetteki çeşitli nedenler vardır. Bunlardan özellikle üçü çok önemlidir ve her üçü de birbirlerini etki­le­miş­lerdir.



Bunlardan birincisi: İslam Tarihi'nin, ilk ve en büyük fitnesi olan Hz. Osman'ın şehid edilmesiyle birlikte patlak veren siyasi kargaşa or­tamında başlayıp çok sonraları farklı içerikler kazanan görüşlerdir.



Nedenlerden ikincisi: İslam Ülkesi'nin sınırları fetihlerle genişle­dikçe dalga­lar halinde İslam'a giren yabancıların taşıdığı şirk ve küfür kalıntıla­rı­dır. Bu toplulukların, eski inançlarının tümünden arınmış olduklarına inanmak saf­dillik olur.



Üçüncü neden ise: Yunan felsefesinin arapçaya çevirilmesinden sonra ortaya çıkan yorumdur.



Bu üç faktörden birincisine baktığımızda Hz. Osman'ın şehid edil­mesi üzerine müslümanların üç kampa ayrıldığını görüyoruz. Bunlar şiîler, ha­riciler ve zahidlerdir. İmanın temel konularında bu üç kamp arasında ilk önceleri hiç bir ayrılık yoktu. Gerek Hz. Ali'nin kanını akı­tan azılı düş­man­ları hariciler, gerek O'nun uğrunda canlarını feda eden ilk (ılımlı) şi­iler, ge­rekse kabukla­rına çekilip kendilerini tamamen iba­dete veren ilk zahidler, iman konusunda birlik içinde idiler. Kur'ân-ı Kerim'in temel gerçekleri noktasında ve özellikle Allah, melekler, pey­gamberler, kitaplar, kıyamet, âhiret, kaza ve kader konu­larında farklı değil, aynı şeylere inanı­yorlardı. Ne varki bu her üç kampın farklı ve birbirlerine aykırı olan siyasi eğilimleri ve dünya görüşleri zaman içinde sonraki nesillerin imanını et­kilemeye baş­ladı. Asırlar geçtikçe içinde bulundukları İslam çemberinin dışına her gün biraz daha kaya­rak (yani git­tikçe zındıklaşarak) sonunda ba­ğımsız birer din haline gel­diler.



Örneğin, büyük ihtimalle daha fazla müslüman kanı akmasına en­gel olmak istediği için Muaviye karşısında fazla direnmeyen Hz. Ali'yi bile Kur'ân'a iha­netle suçlayacak kadar Kur'ân'a bağlı olduklarını (!) or­taya ko­yan ve bu yüzden O'nu şehid eden haricilerin, çok sonraki uzan­tıları zın­dıkla­şarak İslam'dan koptular. Aynı zamanda her tarafta terör fırtınası es­tiren bir cinâyet şebekesi haline geldiler. Bunlardan özellikle Acrûdiler (el-Acaride) ve Meymûniler adındaki iki grubun zındık kâfir oldukları konu­sunda İslam âlimleri görüş birliği içindedirler. [7]



Keza Hz. Ali'nin taraftarları olarak ünlenen ilk şiiler aynen Hz. Ali ve diğer sahâbîler gibi başlangıçta Kur'ân-ı Kerim'e bağlı oldukları halde bir zaman geldi ki İsmaililer, Dürzîler ve Nusayrîler gibi çeşitli batınî kamplar adı altında gittikçe zındıklaşarak İslam'dan koptular. Bu fraksiyonlara ait inanış ve yorum şekilleri daha sonra bağımsız birer din kimliğine bü­ründü. Mazdeist bir kökenden gelen ve Hz. Ali'yi sembol edinen Anadolu Râfızıyları da bu zümrelerden biri olarak İslam'dan kop­muşlardır.



Üçüncü kamp olan ilk zahidlere gelince, vaktiyle bunların arasında Süfyan es-Sevrî, Abdullah b. Mübarek, Fudayl b. İyad, Büşr el-Hâfi, Seriyy es-Sakatıy, Haris el-Muhasibî ve Sehl b. Abdillah et-Tüsterî gibi bazıları fa­zi­let, vera' ve takvada örnek gösterilmiş şahsiyetler vardı. Her şeye rağ­men Kur'ân'ın çizdiği sınırlarda kalarak mistik bir yaşam biçimi seçtikleri ve dö­ne­min siyasi kavgaları dışında kaldıkla­rı için ünlendiler. Zâten bu kampın oluşma­sını o günün şartları içinde aramak gerekir. Çünkü o dö­nemin şiî-haricî kav­galarından usanan ve bir kenara çekilmekte selameti arayan bir avuç sessiz, sedasız insan vardı ki işte bu zahidler onlardır.



Tasavvufu ilk başlatanların bu kuşak olduğunu ileri sürenlere rağ­men, bun­lar “sûfî” değil, bilakis “zâhid” olarak tanınıyorlardı. Her ne ka­dar on­lardan bazılarına ve bir sonraki kuşak zahidlerine sûfî de­nilmiş ise de sufiliğin o gün için kavram olarak taşıdığı anlam, ancak zühd ile açık­lanabi­lirdi. Zühd ise: Dünyadan el etek çekmek, harama bu­laşmak korku­sundan helâlin en azıyla yetinmek demektir.



Tekrar etmek gerekir ki “zühd” ve “takva”'yı tasavvuf kavramıyla hiç bir zaman karıştırmamak gerekir. Ne varki kaynağı yabancı olan mistisizm (yani tasavvuf)  daima İslam'ın orijinal bir kurumu olan zühd ve takva anlamında kullanılmıştır ki zındıklığın hemen bütün spekülasyonları, ta­rih boyunca bu iki şeyin birbirine karıştırılmasıyla yapılmıştır.



Haricilik akımı, sertliğinin ve ilkelliğinin kurbanı olarak tarih sah­ne­sinden erken silinince bu akımın devamı olan zındıklık fraksiyon­ları da hemen he­men aynı sonuca uğramışlardır. Dolayısıyla İslam Tarihinde baş­tan beri sapkın inançların esasen iki isim altında başlayıp geliştiğini söyle­ye­biliriz.



•Bunlardan ilki Şiilik'tir ki Milâdın dokuzuncu yüzyılında patlak veren Karmatilik isyanı ile Milâdın onuncu yüzyı­lında bir yeraltı örgütü olarak fa­aliyet gösteren İhvanü’s-safa Tarikat'ı gibi ilk devrimci-batınî zın­dıklık akım­ları bu kaynaktan beslenmişler­dir.



•İkinci isim de mistisizmdir. Bu kanaldan başlayan ve gelişen zın­dıklık ise, -şiî kökenli batınî fraksiyonlardan farklı olarak- daima müs­lüman ço­ğun­luk ara­sında birtakım “sünni tarikatlar” adı altında de­vam etme im­ka­nını bulmuş­tur. Bunun sebebini, söz konusu örgütlerin, aldatıcı dış görü­nüşle­riyle ki­taba ve sünnete aykırı bir nitelik sergilemediklerinde aramak gerekir. Bu ba­kımdan müslüman­ların kuşku duymalarına büyük öl­çüde neden olmamış, hatta zaman zaman İslam âlimle­rinin bu tarikatlara karşı uyanık bulunulması yolunda yaptıkları uyarılar, genelin pek dikkatini de çekmemiştir. Üste­lik bu uyarılar, tarikatlara sempati duyan, İslam'ın özün­den uzak, yarı­aydın bazı müslümanımsıların tepkilerine bile ne­den olmuş­tur.



Onun içindir ki zındıklık, tasavvuf aracılığıyla ve nefis ter­biyesi adı al­tında, genelde tepki almadan müslümanlara daha kolay bu­laşma imkanını bulmuş, müslümanla­rın muhitlerinde şiî kökenli fraksi­yonların aksine ra­hatça yayılabilmiş ve tu­tunmuştur. Zındıklığın birer faal üyesi olan sûfilerle yukarıda sözü edilen zâhidler arasında yakın bir ilişki bulmak çok güç­tür. Ne varki Tasavvufçular, ta­rihin her döneminde bu şahsiyetlerden daima söz etmiş, “onların keramet ve menkibelerini” ku­şaktan kuşağa naklederek -sözde- bu zâhidlerle aynı kanaat ve inanca sahip oldukları izlenimini uyandırmaya çalışmışlar­dır. Uydurulan bu hayalî ilişkiler, zındıklı­ğın za­man içinde çeşitli içe­rikler kazanarak gelişip devam etmesinde âdetâ bir maya etkisi yapmıştır. Onun için zın­dıklık sürecinin ilk zahidlerle başladı­ğını söyle­mek mümkün de­ğilse de bu eğilimin, onlardan hemen sonra ve on­la­rın mistik yaşam biçim­lerinin bir esinlenmesi olarak ortaya çıktığı söy­lene­bi­lir.



Yoksa ilk zâhidler yüzyıllar sonra oluşan tarikat protokollerinden, çe­şitli me­rasim ve âyinlerinden, giyim kuşam biçimlerinden ve çetrefil sim­gele­rinden hiç de haberdar değillerdi. Örneğin Süfyan'us-Sevrî, Abdullah b. Mübarek, Fudayl b. İyâd, Ma'rûf'ul-Karkhî, Buşr'ul-Hâfî, Seriyy'us-Sakatıy, Sehl b. Abdillah et-Tüsteri ve Cüneyd'ul-Bağdâdî gibi ilk zâhidlerden hangi biri “Râbıta” yı biliyor, “Hatm-i huwâcegân” âyini düzenliyor, “sikke” giyi­yor, “Kudûm” çalıyor ve “Vahdet-i vücud” dan bahsediyordu? Bu insanla­rın söz konusu âyinlerden, tarikat üniforma­larından, sembol ve doktrinle­rin­den elbetteki haberleri yoktu. Ancak bunlar, İslamın onaylamadığı mis­tik eğilim­lerden tamamen mi uzak idiler ? İşte burası tartışılır.



Elbetteki bunların arasında Abdullah b. Mübarek gibi vera' takva, cesa­ret ve yetkinliğiyle haklı olarak ünlenmiş, halifenin ve âlimlerin saygısını ka­zanmış şahsiyetler vardı. Buna karşın aralarında İmam Hanbeli'nin hiç yüz verme­diği Haris el-Muhasibî de vardı. [8] Gerçi müslümanlar bu ilk zâ­hid­leri ge­nellikle rahmetle anmışlardır. Ne varki onların dünyadan el etek çekmiş ola­rak seçtikleri yaşam biçimi çok sonraları ortaya çıkan zın­dıklar için daima il­ham kaynağı oldu.



Kur'ân-ı Kerim'in çizgisinden çok belirgin şekilde sapmanın ne­denle­rini, daha sonraları yaşanan olayların ve gelişmelerin içinde ara­mak gere­kir. Bunlar şu şekilde açıklanabilir:



İslamın ilk fetihlerinin gerçekleştiği dönemde ve çok kısa bir za­man di­limi içinde milyonlarca mecusi, manihist, mazdekist, şamanist, zerdü­şist, budist ve hıristiyan müslüman oldular. Bu yeni müslüman­ların haya­tında zındıklığın bolca malzemeleri zâten vardı. Dolayısıyla zındıklığın ilk filiz verdiği ve ya­yıldığı yerler hiç kuşkusuz İran, Maverâünnehr, Sind, Horasan, Afganistan ve Türkistan'dır. Buralarda ve özellikle Abbasiler'in orta döneminden itiba­ren olgunlaşan sap­kın inançlar daha sonraları ülke­nin içlerine doğru taşı­nı­yordu. Devletin, merkezden uzak olan bu bölgeler üzerindeki denetimi za­yıflamıştı. Onun için dev­let otoritesi yerine imani değerlerin bekçiliğini âlimler yapıyor, sapkın akımlara karşı onlar mücadele veriyorlardı.



Nitekim genelde kelâm ve akâid ilimlerinde önemli eserler veren Ebu Mansur Matürîdî, Ömer Nesefî, Fahrüddin-i Razî ve Sadüddin Teftazanî gibi ünlü isimlerin bu bölgelerde yetişmiş olmaları, müslü­man­la­rın zındıklık akımla­rına karşı daha çok nerelerde yoğun mücade­leler ver­diklerini göstermektedir. Ancak o günden bu güne zındıklık öyle deh­şetli bir evrim geçirmiştir ki çağı­mızın tasavvuf anlayışı, örne­ğin XI inci yüzyıl tasavvuf anlayışının yanında tamamen ayrı bir din kimliğini ka­zanmıştır. En azından şu kadarını söyleyebi­liriz ki mistik­çilerin: “pirlerimiz ve ulu efendilerimiz” dedikleri şahıslardan örne­ğin Ebu Ali Farmedi'nin, asırlar sonraki sofular gibi “rabıta” yaptı­ğına, “Hatm-i huwâce­gân âyini” düzenle­di­ğine, avucuna çakıl taşları alarak zi­kir yaptığına iliş­kin bir belge, hatta bir tek kelime bile bulmak mümkün değildir. Ama zın­dıklık günümüzde öyle korkunç bir mekânizma geliş­tirmiştir ki Eğer Hz. Ebubekr'in bile bir nakşi­bendi olduğunu belgele­mek isterlerse bunu yap­mayı göze almaktan asla çe­kinmezler ! 



Bilindiği üzere illegal faaliyetler, yasaklı ve maksatlı işler, toplum içinde var­lıklarını sürdürebilmek, hedeflerine ulaşmak ve geniş çevre­ler edinmek için her şeyden önce meşru ve haklı gerekçelere dayanmak zo­rundadırlar. Onun için bu tür faaliyet odakları daima özel yöntemler ve teknikler kulla­nırlar. İşte zındıklık odakları da aynen böyle yapmış ve meşru gözükmek için tarih bo­yunca küfrün virüs ve mikroplarını İslamın güzel ve orijinal malzemeleriyle kaplayarak ancak pazarlaya­bilmişlerdir.



Örneğin Milâdi XII inci yüzyılın ortalarında Maveraünnehr'de ya­şayan bir adam, onbir ilkeye dayalı mistik bir yol kurmuştur. Bu ilkele­rin her bi­rini de farsça bir sembol sözcükle ifade etmiştir. Raşahât [9] gibi bazı tari­kat kitapla­rında bu onbir terim aynen şöyle sıralanmıştır:



1- Hûş der dem



2- Nazar ber kadem



3- Sefer der vatan



4- Halvet der encümen



5- Yâ kerd



6- Bâz geşt



7- Nigâh dâşt



8- Yâd dâşt



9- Vukûf-i zamânî        



10- Vukûf-i adedî



11- Vukûf-i kalbî



Şimdi bu terimlerden hangi biri ele alındığı ve incelendiği zaman ilk planda hiç de kötü bir amaca yönelik anlamlar taşımadığı görülmek­tedir. Dolayısıyla: “ruhani bir takım öğütler olarak bu ilkelerin ne zararı olabilir?” diye insan, iyi niyetle belki bunlara bir meşruluk zemini arayabilir; Hatta insanı daha iyi bir islami anlayışa doğru yönlendirebile­ceği bile ilk başta akla gelebi­lir. Bu nedenle de öteden beri propaganda edildiği gibi: “Mistik örgüt­lerin bi­rer okul ve ahlâk kurumu oldukları” tezine, insan­ları inandırmak çok daha kolay olur. Oysa bakıyoruz ki bu ilkelerin öğüt­lediği bütün doğru şeyleri zâten Kur'ân-ı Kerim ve Hz. Peygamber (sav)'in sünneti bize öğütle­miştir. Tersine bu öğretilerin arka planında gizli olan çirkinliklerin ve olumsuzlukların hiç biri yüce kitabımızda ve Peygamberimizin sünnetinde elbette ki yer almamak­ta­dır.



Bu gerçeği kanıtlamak için örneğin yukarıdaki ilkelerden birincisi olan “hûş der dem2 sözcüğünden ne amaçlandığını yine kendi belgele­rinden in­celeye­lim:



Raşahât adlı kitapta bu terimin anlamı Miladi 1500 lerin türkçesiyle ay­nen şöyle açıklanmaktadır: [10]



“Hûş der dem: Bunun manası oldur ki, her bir nefes ki derundan yu­karu gele, gerekdir ki sahibi nefes anda hazır ve âgâh ola ve demde gaflet ana yol bulmaya. Mevlânâ Sa'düddin Kaşgârî Kaddesellahu Teâlâ sirrehu buyurmuş­lardır ki:



"Hûş der dem, yani bir nefesden bir nefese intikal gerekir ki gaflet ile olmaya, huzur ile ola ve her nefes ki olur, Hak Sübhanehu ve Teâlâ'dan halî ve gafil olmaya ...”



Bu terane aynı bölümde daha epey sürmekte ve  “hûş der dem” de­dik­leri şe­yin ne olduğu, aynen yukarıdaki sözlere benzer daha bir yığın lafla an­latıl­maya çalışılmaktadır.



Tarikatın onbir ilkesinden biri olan bu kurala göre, sözde insanın gaflet içinde yaşamaması ve her an Rabb'inin kontrolü altında olduğunu hiç unutmaması öğütlenmektedir. Elbetteki bu, çok güzel ve ulvî bir öğüttür. Allah Teâlâ'nın bizlere ihsan buyurmuş olduğu sayısız nimet­leri unutarak O'na karşı gaflet nankörlüğüne düşmek pek büyük bir suçtur. Fakat eğer bizzat Allah Teâlâ ga­fil insanları korkunç bir şekilde kötülüyor ve onları hayvanlardan daha beter olarak niteliyorsa; [11] Eğer Allah Teâlâ yüce elçi­sine (ve elbette ki O'nun şahsında bütün müminlere): “Rabb'ini, içinden yakararak ve ürpererek, yük­sek olma­yan bir sesle sabah akşam an, gafiller­den olma!” (A’raf: 7/205) diyorsa artık biri­nin çıkıp sırf: “insanları gafletten kur­tar­mak istiyorum” diye bir yol kurması ve nereden taşıyıp getirdiği pek bi­linmeyen birtakım acayip il­kelere dayalı bir doktrin geliştirmesi âdetâ yep­yeni bir din olan bu rû­hânî ilkeler etra­fında insanları örgütlemeye çalış­ması hangi gerekçe­lerle kabul edilebilir?! İslam Devleti'nin bir zaman sonra gü­cünü yiti­rip artık Horasan, Maveraünnehr ve Sind gibi merkezden uzak bölge­leri denetleyemez duruma düştüğü günlerde bu insanların böylesi iş­ler yapmaya kalkışmış olmaları el­betteki önemli gerçekleri ortaya koymak­tadır. Bunlardan biri ve belki de en önemlisi şudur:



Müslümanlar çökmeye başladıkları, geçmişin karanlık dönemle­rinde zındık­lık tırmanışa geçmiş, batıl inanışlar ve Kur'ân-ı Kerim'in çizgisin­den sapma­lar daha da hızlanmıştır. Bu bakımdan çöküş peri­yodu ile İslamdan uzaklaşma eğilimleri karşılıklı olarak günümüze kadar birbirini etkile­miş­tir. Şuna çok büyük ihtimal vermek gerekir ki kalabalık Uzakdoğu din­leri­nin es­rarengiz cümbüşü içinde yaşayan Horasan, Maveraünnehr, Türkistan, Sind ve Hind müslümanları her zaman bu in­sanlardan etki­lenmişlerdir. Nitekim bu bölgelerde yetişmiş ve “baba”, “ata”, “pîr”, “huwâce”, “mevlân┠gibi unvan­larla ünlenmiş rûhânilerin, özellikle divan ve mek­tupları bu etkileri açıkça yansıt­maktadır.



Örneğin yukarıda anlatılan tarikatın ilkeleri ile “rabıta2 denilen gizli ayinin, Patanjalizm'den esinlenilerek düzenlenmiş olması ihti­mali çok bü­yüktür.



Zındıklık konusunda daha cüretli davranmış başka sapıklar da var­dır ki örne­ğin kendiliklerinden birer din icad etmiş olan Ekber Şah, [12] Mirza Ali Muhammed seyyid [13] Mirza Hüseyin Ali Mazenderânî [14] ve Mirza Gulam Ahmed Kadyânî [15] bunlardandır. Bu adamların hepsi de o bölge­lerde ortaya çıkmışlardır.



Devlet otoritesinin, gittikçe (artık azınlıkta kaldıkları sanılan) müs­lü­manların elinden çıkması; Rûhu sönmüş müslümanımsı çoğunlu­ğun ge­lenekçi inanış ve düşüncelerini temsil eden kliklerin işbaşına gelmesi; Bilgisizliğin yaygın­laşması; Bu yüzden İslam Dünyası'nın maddi alan­larda gerilemesi ve haçlı savaşları gibi çeşitli etkenler âdetâ birbirini ta­mamlaya­rak zındıklığın gittikçe gelişmesine yardım etmiştir. Sonuçta bu etkenler, zamanla oluşan çeşitli sap­kınlıkları bağımsız birer din kimliği içinde gü­nümüze taşımıştır.[16]