Belâ/İmtihan Hakkında Temel Prensipler

Belâlarla imtihan hakkında İbn Kayyim el-Cevziyye, şu prensipleri sayar:



1- Mü'mine isâbet eden belâ, kâfire isâbet eden belâdan daha hafiftir. Mü'mine isâbet eden şerler, sıkıntılar ve ezâların tamamı kâfirlere isâbet edenlerin çok aşağısındadır. Olaylar da bunlara şâhiddir. Aynı şekilde bu dünyada iyi insanların başına gelen belâlar, çoğu kez günahkâr, fâsık ve zâlimlerin başına gelenlerden daha azdır.



"(Bedir'de) İki katını (düşmanınızın) başına getirdiğiniz bir musîbet, (Uhud'da) kendi başınıza gelince, 'Bu nasıl oluyor?' dediniz ha! De ki: O, kendi kusurunuzdandır. Şüphesiz Allah'ın her şeye gücü yeter." (Âl-i İmran: 3/165)



2- Mü'minin karşılaştığı belâlar, Allah'ın rızâsına ve O'nun affına ulaşma amacına yöneliktir. Allah'ın rızâsını kaybettiklerinde, mü'minlerin sabra ve O'nun affına yönelmeleri gerekir. Böylece belâların ağırlığı ve sıkıntısı üzerlerinden kalkar. Sabır ve af dileyerek karşılığını ödediklerinde üzerlerindeki meşakkatin zorluğu gider. Kâfirlerde ise ne rızâ amacı ve ne de af ümidi vardır. Sabrederlerse ancak hayvanlar gibi sabrederler. Allah Teâlâ onların bu hallerine şöyle dikkat çekmiştir:



"Düşmanınız olan kavmi arayıp takip etmekte gevşeklik göstermeyin. Şayet siz acı çekiyorsanız, aynı şekilde onlar da acı çekiyorlar. Üstelik siz Allah'tan onların ümit edemedileri şeyleri umuyorsunuz." (Nisâ: 4/104)



Onlar, mü'minlerle elem çekmek hususunda birleşiyorlar. Mü'minler ise onlardan, Allah Teâlâ'dan af ve yakınlık ümitleriyle ayrılıyorlar.



3- Âkıbet (istikbâl) müttakîler (Allah'tan hakkıyla korkanlar) içindir. Mü'min, Allah yolunda ezâ gördüğü zaman itaati, ihlâsı ve kalbinde bulunan imanî gerçekler oranında üzerindeki yükü kaldırır. Bu yük, ondan başka hiç bir kimsenin çekemeyeceği kadar şiddetlidir. Bunlar, Allah'ın mü'min kulundan belâları def etmesidir. Allah böylece ondan birçok belâları giderir. Kaçınılması mümkün olmayan ağırlık, sıkıntı, meşakkat ve bunlarla beraber gelen diğer dertlerin de ağırlıklarını ondan giderir.



4- Yüce sevgili uğrunda çekilen çilenin tadı hiç bir şeyde yoktur. Sevgi kalpte yerleşip orada derinleşince, sevenin sevdiği uğrunda çektiği sıkıntılar dert olmaktan ziyade tat verir. O yüce zâtı sevmek, O'nun rahmet ve ihsânını ummak, O'nun lutfu kadar kahrının da hoş olduğu anlayışına götürür. Mevlâ görelim neyler, neylerse güzel eyler dedirtir.



5- Günahın verdiği alçaklık, imanın verdiği sıkıntıdan daha şiddetlidir. Mü'minin ulaşamayıp, kâfirin, fâcirin ve münâfığın ulaştığı ün, zafer ve üstünlükler oldukça çok olabilir. Fakat bunlar, görünüşleri aksine bile olsa içlerinde büyük bir alçaklık ve âdilik gizlerler. Allah kendisine isyan edeni hakir düşürmekten çekinmez.



6- İmtihan, zaferin tamamlanması içindir. Mü'minin belâlarla imtihanı, onu içinde kaldığı takdirde helâk olacağı ve ecrinin azalacağı hastalıklardan kurtaracak olan bir ilâçtır. Belâ ve sıkıntılarla imtihan, onu bu hastalıklardan kurtarır, mükâfatının tamamlanmasını, derecesinin yükselmesini sağlar. Bilindiği gibi mü’min için bu imtihanın varlığı yokluğundan daha hayırlıdır. Rasulullah (s.a.s.) de şöyle buyurmuştur:



“Nefsim kudret elinde olan Allah’a yemin ederim ki O, bir mü’min için hayrına olmayan bir şeyle hükmetmez. Bu, ancak mü’minler içindir. Şayet mü’mine bir iyilik isâbet ederse o buna şükreder ve kendisi için hayırlı olur. Şayet bir sıkıntı isâbet ederse sabreder. Bu da kendisi için hayırlı olur.”



Bu imtihanlar ve belâlarla sınanmalar zaferi, şerefi ve âfiyeti tamamlamak içindir. Bu sebeple insanlardan en çok sıkıntıyla karşılaşanlar peygamberlerdir. Sonra derece olarak onlara yakın olanlar gelir. Kişi dinine sahip çıktığı oranda belâlarla sınanır. Şayet imanı sağlamsa başına gelecek olan belâlar şiddetlenir; imanı azsa belâlar hafifler. Hiçbir hata yapmasa bile yeryüzünde yaşadığı müddetçe mü’minin belâlarla sınanması son bulmaz.



7- Belâlarla imtihan zarûrî bir şeydir. Bu dünyada mü’minin başına gelen belâlar düşmanlarının kendisine saldırması, ona galebe çalması ve ara sıra onu zelil düşürmeleri gerekli bir iştir. Ondan kaçınmak mümkün değildir. Bunlar, şiddetli hastalıklar, sıcaklar, sıkıntılar ve kederler gibidir. Bunlar tabiat için ve insanın bu dünyada gelişimini tamamlaması için gerekli bir iştir. Bu, insanlar için olduğu gibi çocuklar ve hayvanlar için de gerekli bir iştir. Bunlar, hikmet sahiplerinin en hikmetlisi olan Allah Teâlâ’nın hikmeti gereğidir. Şayet bu dünyada hayır şerden, fayda zarardan ve lezzet elemden ayrılsaydı bu dünya başka bir âlem olur; bu hayat, başka bir hayat olurdu. Hayırla şerrin, elemle lezzetin, faydayla zararın arasını birleştiren ilâhî hikmet zâyi olurdu. Birinin ötekisinden ayrılması ve âhirette herkesin yerini bulması mümkün olmazdı. Allah bu konuda şöyle buyurur:



“Allah temizi murdardan/pislikten ayırır. Sonra murdarları/kirlileri birbiri üstüne yığar. Ve hepsini birden cehenneme atar. İşte onlar, hüsrâna uğrayanlardır.” (Enfâl: 8/37)    



8- Belâlarla imtihanın hikmetleri: Mü’minin zaman zaman düşman tarafından mağlup edilip ezilip kırılarak imtihan edilmesinde çok büyük hikmetler vardır. Bunları tafsilâtlı bir şekilde Allah’tan başka kimse bilemez. Bunlardan birincisi; Allah’a karşı olan kulluklarının, O’nun huzurunda âcizliklerinin, O’na muhtaç oluşlarının ve düşmanlarına karşı O’ndan yardım dilemek zorunda olduklarının ortaya çıkması içindir. Eğer daima düşmanlarına karşı muzaffer olup onları yenseler, şımararak hakkı inkâr ederlerdi. Yok eğer sürekli ezilseler, mağlup olsalar din ayakta duramaz, hakkı ikame edecek olan bir devlet (İslâm devleti) kurulamazdı. Allah hikmetiyle onların bazen galip bazen de mağlup olmalarını uygun gördü.



Yenildiklerinde Rablerine yalvarıp O’na sığınsınlar, O’na boyun eğsinler ve O’na tevbe etsinler, yendiklerinde ise O’nun dinini, prensiplerini yerine getirsinler, iyiliği emredip kötülüklerden sakındırsınlar, O’nun düşmanlarıyla cihad etsinler ve dostlarına yardım etsinler diye. Diğer bir hikmet de şudur: Şayet daima muzaffer, galip ve üstün olsalardı aralarına amacı din ve peygambere uymak olmayan çok sayıda kişiler de girerdi. Şerefleri ve üstünlükleri sebebiyle müslümanların yanına üşüşürlerdi. Daima yeniliyor ve eziliyor olsalardı, bunlardan hiç birisi onların yanına girmezdi. Allah hikmetiyle, üstünlüğü bazen onlara bazen de düşmanlarına verdi. Böylece Allah’ı isteyenle, muradı bu olmayıp yalnızca dünya malını ve makamı isteyenleri birbirinden ayırmış oldu.



Hikmetlerden birisi de; Allah’ın kullarının sıkıntı ve bollukta, âfiyet ve belâ halinde, galip ve mağlup olduklarında kulluklarını tam yapmalarını sevmesidir. Her iki halde de Allah’ın kulları üzerinde ilâhlık hakkı vardır. Kulluk, sadece biriyle tamamlanmaz, kalp birisi olmaksızın doğrulanmış olmaz. Tıpkı beden gibi ki, o da sıcaksız soğuksuz, açlık ve susuzluk olmaksızın, yorgunluk ve sıkıntı olmadan edemez. Her iyi ile birlikte onun zıddının da bulunması şarttır. İnsanın olgunlaşması ve istenilen doğru yola ulaşabilmesi için bu belâlar ve sıkıntılar şarttır.



Bir başka hikmet de, mü’minlerin düşmanlarının galebesiyle imtihan edilmeleri, onları tevbeye ve samimiyete sevkeder. Onların ahlâklarını güzelleştirir.



“Gevşemeyin, üzülmeyin; eğer gerçekten iman etmiş iseniz, üstün gelecek olan sizsiniz. Eğer size bir sıkıntı isâbet etmişse (biliniz ki) benzeri bir sıkıntı düşmanınız olan kavme de isâbet etmişti. Bunlar (yengilgi ve zafer) insanlar arasında sırayla değiştirdiğimiz günlerdir. Tâ ki Allah, iman edenleri ortaya çıkarsın ve aranızdan şehidler/şâhitler edinsin. Allah zâlimleri sevmez. Bir de (böylece) Allah, iman edenleri günahlardan temize çıkarmak ve kâfirleri de helâk etmek ister. Yoksa, Allah içinizden cihad edenleri belli etmeden, sabredenleri ortaya çıkarmadan cennete gireceğinizi mi sandınız?” (Âl-i İmran: 3/139-142)



Şehidlik, Allah yolunda savaşmaktan başka bir yolla elde edilmez. Şayet düşmanların saldırısı olmasaydı Allah katında en sevgili durum olan ve kul için en faydalı amel olan şehitlik derecesi nasıl elde edilebilirdi? Yine, Allah bu âyetleriyle insanların cihad etmeksizin ve hesaba çekilmeksizin cennete girebileceklerine dair olan inançlarını reddediyor. Cennete ancak cihad ve sabır yoluyla girilebilir. Şayet mü’minler daima muzaffer ve galip olsalardı, kimse onlarla savaşmaz ve mü’minlerin belâlarla imtihan edilmeleri, düşmanlarından gelen sıkıntılara sabretmeleri mümkün olmazdı.



9- Yaşamak ve ölmek hep kulun imtihanı içindir. Allah, kullarını imtihan edip sınamak için yeri göğü, ölümü ve hayatı yarattı. Yeryüzünü ve onun üzerindekileri zînet/süslerle onun için bezedi. Allah’ı ve Allah katındakileri isteyenlerle dünyayı ve dünyanın süsünü isteyenleri böylece birbirinden ayırmak istedi.[76]  



Allah’ın  “iman ettim”  diyeni, bu sözünde doğru mu yoksa yalan mı söylediğinin ortaya çıkması için imtihan etmesi ve belâlarla sınaması gerekir. Şayet yalancıysa, imtihandan kaçar ve topukları üstünde geri döner. Şayet doğruysa, sözünde durur. Zorluklarla imtihan edilmesi ve bolluklarla sınanması onun imanından başka bir şey artırmaz. Allah şöyle buyurmuştur:



“Mü’minler, düşman ordularını gördüklerinde; ‘işte bunlar bize Allah ve Rasulü’nün vâdettikleridir. Allah ve Rasulü doğru söylemiştir’ dediler. Bu (orduların gelişi), ancak onların imanlarını ve teslimiyetlerini, Allah’a bağlılıklarını  arttırmıştır.” (Ahzâb: 33/22)



İnanmayana ise âhirette azab edilir. Bu, iki sıkıntının en büyüğüdür. O, Allah’ın rasulüne itaat etmeyip isyan edenler için hazırladığı dünya azabından kurtulsa da âhiretteki azaptan kurtulamaz. Mü’minin sıkıntısı oldukça hafiftir. Allah, imanı dolayısıyla ona kolaylık verir, sıkıntıyı uzaklaştırır, onu sabır, sebat ve rızâ vasıflarıyla donatır. Mü’minin sıkıntısı hafif ve geçici olduğu halde; kâfirin ve fâsığın azabı, sıkıntı bakımından daha şiddetli ve devamlıdır. İster mü’min olsun, isterse münkir, her kişinin azabı tatması kaçınılmazdır. Fakat mü’min, önce dünyada acı çekse bile, acısı uzun sürmez, bir müddet sonra huzura kavuşur; âhirette ise devamlı mükâfat ona aittir. Kâfir ve fâsık ise, dünyada çeşitli nimet ve lezzetlere kavuşsa da bunlar henüz dünyadayken sıkıntıya dönüşür; kimse onu tam anlamıyla sıkıntı ve üzüntüden kurtarıp huzura kavuşturamaz. Çünkü huzur ve mutluluk, maddî değil manevîdir; kalıpla değil kalple kazanılır. Kalbin huzuru ise, Allah’ın zikrinden gâfil olanlara verilmez.[76]



10- İnsanların birbirine karışması kaçınılmazdır. Bu durumda kendimizi nasıl muhafaza ederiz? İnsan, fıtrat/yaratılış icabı  toplumsaldır.  Diğer  insanlarla  beraber  yaşaması kaçınılmazdır. İnsan, başkalarına ya uyar veya muhâlefet eder. Toplum, bâtıl üzere olduğunda insan onlara uyum sağlarsa üzüntü ve ızdırap içinde kalır. İnsanların inançlarına, arzularına ve irâdelerine uymayıp muhâlefet ettiğinde de yine eziyet görür. Hiç şüphe yoktur ki, onların bâtıl işlere baş kaldırdığında karşılaşacağı belâlar bu bâtıla boyun eğdiğinde karşılaşacağı belâlardan daha kolaydır. Peşinden büyük ve sürekli bir lezzetin geleceği bir sıkıntıya katlanmak, hiç şüphesiz sonunda büyük ve sürekli bir sıkıntının geleceği küçük bir lezzetten çok daha hayırlıdır. 



11- Belânın çeşitleri: Allah yolunda mü’mine isâbet eden belâlar en fazla dört kısımdır. Bunlar; ya canına, ya malına, ya namus ve şerefine veya ailesine ve sevdiklerine isâbet eden belâlardır. Allah’ın kulunu imtihan edeceği belâlar bunlardır. Bu musibetlerin en şiddetlisi, sonu ölümle biten veya işkenceler çektiren cana isâbet eden belâlardır. 



Bilindiği gibi bütün yaratıklar ölümlüdür. Bir olgun mü’minin gayesi ise Allah yolunda şehid olmaktır. Şehâdet, ölümlerin en şereflisi ve en kolay olanıdır. Çünkü şehidler şehid olurken basit bir incinmeden fazla acı duymazlar. Şehidlerin âhirete göçü, ölümlerin en kolayı ve en faziletlisidir. Ölümden kaçan kişi, bu kaçışıyla ömrünü uzatacağını, yaşayışını rahatlatacağını zanneder. Allah onların bu zanlarını yalanlar:



“De ki: Eğer ölümden veya öldürülmekten kaçıyorsanız, kaçmanın size asla faydası olmaz! (Eceliniz gelmemiş ise,) o takdirde de, yaşatılacağınız süre çok değildir. De ki: Allah size bir kötülük dilerse, O’na karşı sizi kim korur, ya da size rahmet dilerse (size kim zarar verebilir)? Onlar, kendilerine Allah’tan başka ne bir dost bulurlar, ne de bir yardımcı.” (Ahzâb: 33/16-17)



Allah, ölümden başka bir kötülük de murad etse, kulu O’nun elinden kimsenin kurtaramayacağını da haber vermiştir. Kul, aslında ölümü kötü gördüğü için ondan kaçmaktadır; halbuki Allah yolunda savaşıp öldürülmekten kaçan, daha da kötü bir şeyin içine düşmektedir.



Canda durum böyle olduğu gibi; bedende, malda, namusuna iftira atılması veya şerefine leke sürülmesiyle imtihanda da durum böyledir. Kim malını Allah yolunda ve Allah’ın dinini yüceltmek uğrunda infak etmezse Allah o malı onun elinden alır veya ne dünyasına ne de başka bir şeyine yaramayacak, bilâkis kendisine erken veya geç bir sıkıntı musallat ederek elinden giderir. Kişi malını hapsedip biriktirmişse Allah o maldan faydalanmasını engeller veya başkasına geçirir. Malın sıkıntısını o, zevk ve sefasını sonrakiler çeker. Aynı şekilde kim de dünyevî rahatını Allah yolunda yorulmaya tercih ederse, Allah onu yorar ve kendi yolundan başka bir yolda onu zayıf düşürür. Allah’tan korkmayan kişinin insanlarla uğraşması, Allah’tan korkan kişinin takvaya ulaşma çabasından çok daha büyüktür.



Puta tapanların durumu da böyledir. Onlar, insandan bir elçiye uyup, tek ve büyük bir ilâh’a kulluk etmekten kaçınmışlar, taşlardan tunçlardan tanrılara ibadet etmeye veya kula kulluğa râzı olmuşlardır. Aynen böyle, Allah için zora düşmekten, yahut malını O’nun rızası için sarf etmekten, canını ve bedenini O’nun rızası için yormaktan sakınan kişi, ceza olarak kendi gönlü olmaksızın başkalarının önünde alçalır, malını saçıp savurur, nefsini ve bedenini Allah’ın râzı olmayacağı şeylerde yorar. Meşhur sözdür: “Allah, kardeşinin ihtiyacını karşılamak için birkaç adım yürümekten sakınan kimseyi, kendi arzusu dışında daha fazla yürütür.”[76] 



“Andolsun ki sizi biraz korku, açlık, mallardan, canlardan ve ürünlerden biraz azalma (fakirlik) ile imtihan eder, deneriz. (Ey Peygamber!) Sen sabırlı davrananları müjdele. İşte o sabredenler, kendilerine bir belâ geldiği zaman ‘Biz Allah için varız ve biz sonunda O’na döneceğiz’ derler.” (Bakara: 2/155-156)



Fertleri terbiye etmek için elbette belâ lâzımdır. Hak savaşında samimi olanlarla olmayanları ayırdetmek için; korku, açlık gibi imtihanlar lüzumludur. Uğrunda eziyetlere katlanıldığı miktarda gönüllere iman yerleşir. Zahmet  çekilmeden,  kolaylıklar  içerisinde  kabul edilen inançlar, ilk sadmede/sarsıntıda yok olur. Ne zaman iman uğrunda eziyetlere katlanır, ne zaman dâvâ uğrunda canlar verilirse imanın gönüllere yerleştiği anlaşılır. Yeni mü’minler bunların karşılaştığı gibi musibetlere uğrayıp sabırla mukabele ettikten sonra, ancak gereken seviyeye yükselebilirler.



Mü’minlerin imanının kuvvetlenmesi için elbette belâ lâzımdır. Şiddetler; gizlenmiş kuvvetleri, saklı enerjileri coşturup meydana çıkarır. Mü’minin imanı, şiddet/zorluk darbeleri altında daha da kuvvetlenir. Gerçek ölçü ve değer, zorluklara karşı tahammüldür. Şiddette çekingenlik, hilekârlık kalmaz. Bütün bunlardan daha mühim olan taraf da, fertlerin şiddet esnasında yalnız Allah’a yönelip, gönlünü mâsivâdan temizleyerek, yalnız O’na bağlamasıdır. Şiddet/zorluk esnasında bütün perdeler kalkar; basiret tecellî eder; göz alabildiğine ufukları seyre dalar ve kâinatta mü’min, yalnız Allah’ı görür. Hakkal yakîn anlar ki, hiçbir güç yok; yalnız O’nun gücü var. Yegâne sığınak O... Kur’an bu mertebeyi imtihanla ilgili âyetin devamında ne güzel ifade ediyor:



Sen sabırlı davrananları müjdele. İşte o sabredenler, kendilerine bir belâ geldiği zaman ‘Biz Allah için varız ve biz sonunda O’na döneceğiz’ derler.” (Bakara: 2/155-156)



Biz yalnız Allah içiniz... Her şeyimiz, bütün varlığımız Allah için. Tekrar dönüş yine O’na. Yalnız O’na teslim oluyoruz. Yalnız O’na teslim... İşte belâlara sabredenler bunlardır. Tatlı nimetlerle müjdelenenler onlardır. Ayetin devamında müjde açılım kazanıyor:



“İşte onlar için Rableri tarafından mağfiret ve rahmet vardır; hidayete erenler de onlardır.” (Bakara: 2/157).



Rableri tarafından salevât vardır onlara. Melekler de onlar için salevât getirir. Hak Teâlâ, şanlı peygamberi’nin nasibine bu yüce şehitleri de ortak etmektedir. Ne yüce makamdır bu! Hem de rahmet vardır ve Allah tarafından, onların hidayete ermiş kimseler olduklarına şehadet edilmektedir.



Açlık, korku, malların, nefislerin ve ürünlerin azlığı, şehâdet ve ölüm... Meşakkat ve çırpınma, yorgunluk... Bütün bunları terazinin bir kefesine koyuyor Allah ve karşı göze de tek şey yerleştiriyor: “Rableri tarafından mağfiret ve rahmet” Âyette başka dünyevî hiçbir şey vâdedilmiyor. Mü’min, yolunda yürürken Allah’ın rızâsı, mağfireti, rahmeti ve şehâdet arzusundan başka hiçbir şeye sarılmaz, bağlanmaz...  İşte  hedef,  işte  gaye...  Allah’ın kendilerine ihsan etmiş olduğu rahmet, mağfiret ve şehâdet, mükâfatların en büyüğüdür. Mallar, nefisler ve meyvelerle fedâkârlığın mükâfatı. Korkunun, açlığın ve şiddetin mükâfatı. Ölümün ve şehâdetin mükâfatı. Terazinin bu gözü, verilen ihsanlarla daha da ağır basıyor. Bu ihsan; zaferden, temkinden, göğüslerdeki kinleri temizlemekten daha ağırdır.



İşte, Allah Teâlâ’nın, müslümanları o akıl almaz fedâkârlıklara, zor sınavlara hazırlamak için tatbik ettiği terbiye metodu... Kendisini; Allah’a, Allah dâvâsına, Allah’ın dinine adayanlara Allah’ın koyduğu terbiye metodu...[76]        



Ölüm, bir ayrılık, yok olmak değil; bir diriliştir, yeni bir hayata geçiştir. Dünya iki kapılı bir handır ve yaşayanlar birer yolcu, birer misafirdir. Ana vatanımız, baba ocağımız; anamız Hz. Havva ve babamız Hz. Âdem'in yaratıldıkları yerdir.   



"Dünya hayatı oyun ve eğlenceden ibarettir." (En'âm: 6/32; Ankebut: 29/64; Muhammed: 47/36; Hadîd: 57/20) Oyuncaktan hoşlanan çocuklar mıyız, yoksa rüştümüzü isbat eden adamlar mı? Dünya oyuncağına verdiğimiz değerde saklı bunun cevabı. Oyuna dalıp çokça eğlenenler, çocuklar ve o seviyedeki çocuk akıllılardır.



Kur'an'a baktığımız zaman âdeta tüm azgınlık, isyan ve başkaldırıların sebeplerinin tek sebebe bağlandığını görürüz. O da âhireti hesaba katmadan ve âhiretten korkmadan yaşamak. "Hayır, doğrusu onlar âhiretten korkmuyorlar." (Müddessir: 74/53)



Sadece bu dünyada yaşayacağınızı düşünerek yaşarsanız ölü yaşarsınız. Ama öleceğinizi düşünerek yaşarsanız diri yaşarsınız. Çevremizdeki insanlar hep dirilişin etkisiyle, ahiret şuuruyla yaşasalar!.. Seyredin o zaman hayatın güzelliğini. İkinci asr-ı saadet olur çağımız. İnanın, iman ettiğimiz cenneti daha burada iken yaşamaya başlarız. Fakat biz, tüm yatırımlarımızı bu dünyaya yönlendirerek yaşadığımız hayatı ve yeri sahte cennet haline getirmeye koyulunca cenneti de unuttuk. Özlemez olduk. Nasıl özleyebiliriz ki; lüks, israf demeden yaşadığımız hayatı, materyalistlerin uydurma cenneti gibi yapmak için bir ömür boyu gece gündüz koşturunca. Sahabe, cenneti öyle bir özlüyordu ki! Enes bin Nadr, Uhud savaşında "cennetin kokusunu Uhud'un arkasından duyar gibi oluyorum" diyordu. Bilirsiniz, insan çok acıkınca yemeğin kokusunu çok uzaktan duyar. Sahabe de cennete öyle acıkıyordu ki, daha dünyada iken kokuları geliyordu cennetin.[76]