İçiçie Bir Tabiat

“Hani Rabbin, Meleklere demişti ki ben çamurdan bir insan yaratacağım, Onu düzgün yapıp, ruhumdan ona üfürünce siz de ona secde edin”...(Hicr: 15/29)



İnsan varlığının en bariz özelliği içiçe bir tabiata sahib olmasıdır.



Bu yapısıyla insan, bu kainattaki varlıkların hepsinden ayrılır. Halbuki kainatta mevcud olan varlıkların hepsi muayen bir hedefi olan bir tek tabiata sahibtirler.



Gerek Melekler, gerekse hayvanlar bir yanlarıya -ki her ikisi de insanla benzerlikleri olan yaratıklardır- tek bir tabiata ve belirli bir hedefe sahibtirler.



Bünyesinin organik yapısı itibariyle insana çok benzeyen üst dereceden bir hayvan dahi tek bir tabiata sahibtir. Bu hayvanlık tabiatı cesedin sınırlarını aşmaz. İçgüdüsel faaliyetlerden öte bir faaliyet örneği göstermez. Onun bütün enerji kaynağı bedenidir. Bu enerjiye yön veren esaslı unsur ise içgüdüsüdür. En mükemmel şekliyle hayvanların dünyasını bu içgüdüsel faaliyetler tayin eder.



Hayvan yer, içer ve cinsel faaliyetlerini doğrudan doğruya bir sevki tabii ile yapar. Belli bir hedefi olmadığı gibi idrakten yoksundur. Hiç bir hareketinde irade mekanizması göze çarpmaz.



Acıktığı zaman açlık içgüdüsüyle yer. İçgüdüsü yeter dediği zaman da yemez bir daha. Cinsi faaliyetlerini muayen ve belirli zamanlar içinde yerine getirri. Bunun vaktini kendisi tayin etmez. Böyle bir seçme yetkisi yoktur. Cinsel faaliyetin hedefini de kendisi belirlemez. Niçin yaptığını bilmez. İçgüdüsünün gösterdiği yönün dışında başılı başına bir hareket şekli seçemez. Yine belirli bir zaman içinde bu cinsel faaliyetlerini keser. Ama o bunu kendi isteğiyle ve arzusuyla yapmaz. Sırrını idrak edemiyeceği gibi, karşı koyma gücü de yoktur.



Hayvanın bütün hareketleri aynı şekildedir. Hayvanın hareketleri belirli bir iradenin mahsulu değildir onları neden yaptığını anlamaz. Sadece bir sevki tabii ile onları apar. Ve mukavetem edecek kudreti yoktur. Ayrıca mukavemet etme fikrine sahib olamaz. Şu halde hayvan varlığı itibariyle içgüdülerin eline teslim edilmiştir.



Hayvan bedenin hareket tarzına göre faaliyet icra eden tek bir tabiata sahip yaratıktır.



Melek te her ne kadar biz melekleri görmezsekte bizim öğrendiğimiz vasıfları ile tek tabiatlı varlıktır. Belirli bir hedefi vardır. Kendi tasarrufu ve iradesi dışında doğrudan doğruya ruhuyla yaşayan ve ruhunun direktiflernie boyun eğen bir mahluktur. Melekler yaratılışları itibariyle mutlak itaata mecburdurlar. “Ve Allah’ın kendilerine emrettiği şeylerde O’na isyan etmezler. Ve emredileni yaparlar.” Meleklerin her ne kadar bedensel içgüdüleri yok ise de onların kendi çerçevesi dahilinde ruhi içgüdülüri vardır. Bedensel içgüdüleri yoktur çünkü, maddi cisme sahib varlıklar değildirler. Onlar bu ruhi içgüdülerinin direktiflerine göre hareket ederler. Bu konuda düşünme, tasarruf ve seçme yetkileri yoktur.



Şu halde Melekler de tek tabiatlı varlıklar olup ruhlarının verdiği direktiflerine göre hareket ederler. Bu konuda düşünme, tasarruf ve seçme yetkileri yoktur.



Bizim bildiğimiz varlıklar içerisinde bir kaç yönlü hareket kudretine sahip eş tabiatlı tek varlık insandır.



Eş tabiatlılık insanın bütün varlığında kendisini gösterir. İnsan yapısını en derin noktalarına kadar hükmünü geçirir. İnsanı diğer varlıklardan ayıran bu mecizevi kabiliyetin tezahür etmediği hiç bir hareketi, düşüncesi, duygusu ve fiili yoktur.



İlerdeki bölümlerde biz bu insan bünyesinde mevcud olan bu eş tabiatlılık ve tazahürleri üzerinde gözden geçireceğiz. Fakat önce biz bu eş tabiatlılığın insan hayatı ve tasarrufları ürezindeki tesirinide gözden geçireceğiz. Fakat önce biz bu tabiatlılığın en baris şekilde  tezahür ettiği noktadan ruh ve beden toktasından işe başlıyalım. Aslında insanın formasyonunda  yer alan bu eş tabiatlılığın neşet ettiği  ana kaynak ruh ve bedendir.



“ Hani Rabbin, meleklere demişti ki ben çamurdan bir insan yaratacağım Onu düzgün yapıp ruhumdan üfürünce siz de ona secde edin.”



İnsan, yeryüzünden alınmış bir  avuç çamur ve  Allah’ın ruhundan üflenmiş bir nefhadır.



Yeryüzünden alınmış olan bir avuç çamur beşerin formasyonunda açıkça görülür. İnsanın  kasları, damarları, organizması ve iç organları bu çamurun ifadesidir.



İlim diyor ki: İnsan bedeni tamamıyla  toprağın oluştuğu  elementlerden meydana gelmiştir. Oksijen, hidrojen, karbon, demir, bakır, kalsiyum, kireç, sodyum, potasyum ve magnezyum... gibi elementlerden teşekkül etmiştir...



Yeryüzünün toprağından alınmış  bu bir avuç çamur, bedenin istekleri ve faaliyetlerinde de kendisini gösterir. İlim diyor ki açlık ve susuzluk haddi zatında bedenin biyolojik oluşumu ile ilgilidir. Cinsel faaliyetler ve insanla hayvanların kaynak itibariyle ortak olduğu diğer faaliyetler de aynı şekilde bedenin organik ve biyolojik yapısıyla alakalıdır. Bu faaliyetlerin aldığı şekil her ne kadar biçim ve ulaşılan hedef bakımından birbirine benzemese de çıkış noktası itibariyle aynıdır.



“İstekler” veya fıtri içgüdülür, insanın organik gücü, bedenle ilgili faaliyetleridir. Ya da bedeni esasalara dayalı faaliyet şeklidir. Nitekim şayet o organlar veya enerjiyi temin eden salgı bezleri yok edilecek olursa bütün faaliyetler de ya yok olur veya bir müddet faaliyetini keser.



İnsanın ruhi tarafını temsil eden ise Allah tarafından üflenmiş olan ruhtur ki bu, kendisini insanın şuurunda, idrakinde ve iradesinde ortaya çıkarır. İnsanın edindiği her türlü manevi “değerlerde” temessül eder.



Hayır, bereket, iyilik, rahmet, yardımlaşma, kardeşlik, dostluk, sevgi, doğruluk, adalet, Allah’a iman, yüce değerlere inanma ve bunların pratik hayatta tahakkuku için çalışma... Evet bütün bunlar ruhi faaliyetlerdir veya ruhi temellere dayanan faliyet şekilleridir. Bu da  aynen öbür duygular gibi manevi bir fenomen olup, hislerle algılanamaz ama tesirleri hislerle algılanan günlük hayatta görülür, anlaşır.



Bedenle ilgili gerçekleri belirtmeye lüzum bile yoktur. Çünkü onlar açıkça güzümüzün önündedir. Hem görür, hem de dokunarak anlarız. Hududunu çizmekte, derinliğini ve gücünü ölçmekte hiç de zahmet çekmeyiniz... Şu kadar var ki bu konularda araştırmalar yapan ilimler bunların gerçek derinliklerini kavramaktan aciz oldukarını belirtmektedirler. Sadece dış görünüşlerini belirtip boyutların çizmekle yetindikerin söylemektedirler.



Aksi takdirde, bunların derinliklerini tam olarak anladıklarını iddia edecek olurlarsa sormak gerekir onlara, bir hücreye balangıçta ilk olarak hayat veren sır nedir?.. Ölü bir maddeden onu canlı bir hücre haline getiren esraranegiz güç nerede saklıdır?.



Hangi esrarengiz güçtür ki, hücreye sunulan bu hayat emaresini geliştiriyor, düzenli, gayet muntazam, belirli bir hudud dahilinde hareket eden biz enerji kaynağı olarak faaliyetini  sürdürmesini sağlıyor?.



Hangi  esrarengiz güçtür ki, canlı hücrelerden meydana gelen dokuların bir burun yapısını kurmak,  ağız, göz, kalp, beyin, kol ve bacak gibi kuvvetli mekanizmaları teşekkül ettirmek için birleştiriyor?.. Aslında bütün bunlar temelden birbirine benzeyen ameliyelerdir ki ilim bunu henüz kesinlikle belirtemiyor...



Hangi esrarengiz güçtür ki , ağız, burun, göz v.s.... gibi organlardan meydana gelen mekanizmaya belirli bir şekil veriyor babalara veya atalara az çok benzeyen tipler çıkarıyor ortaya?..



Hangi esrarengiz güçtür ki, o hücre kümelerinden meydana gelen dokulardan bir kısmını gözün yapısı için ayırıyor ve onunla insan görüyor, bir kısmını burunun yapısı için ayırıyor ve onunla insan koku alıyor, bir kısmını kulağın yapısı için ayırıyor ve onunla insan duyuyor, bir kısmını da zihin için ayırıyor ve onunla insan düşünüyor?



Daha yüzlerce... binlerce esrarengiz olaylar... Hepsi de gizli bir gayb perdesiyle örtülü... Ve bunların dış görünşlerinden vve satıhlarından başka derinliklerine inemiyor hala...



Ruhi gerçeklere gelince bunlar tamamen gizli henüz. Evet. Ama insan bünyesinin gizli olmayan neresi var ki?.. doğruyu söylemek gekirse insan gerçeği tamamen gizliliklerle örtülü.. Fakat... Bir canlı hücredeki hayat muammasını bilmemekle, bir hücrenin gelişmesindeki esrarı anlamakla, hücrelerin vazife bölümü yapmasındaki,organizmayi teşekkül ettirmesindeki ve her organın son derece girift olan kendi görevini yerine getrimesindeki esrarı bilmemekle birlikte ruhi gerçekleri de bilmemek cehaletimizi bir kat daha artırmıyor mu?..



Everet ruh görünmüyor. Onun hududunu çizmek ve buudlarnı ölçmek elimizden gelmiyor. Ama onun izini görüyor ve algılıyoruz. Bunu bazan elle dokunulabilen hadiseler şeklinde bazan da duygu ve arzular tarzınd agörüyoruz. Bu yüzden de insanın bir manevi varlığı bulunduğunu ve buna terminolojik olarak “ruh” adını verdiğimiz bir türlü gözden uzak tutmamız mümkün olmuyor. Başka bir ad da versek netice değişmez ya. Şu kadar var ki biz bu gerçeği hududu ve işaretleri belirli bir mefhum olarak algılıyor ve kavrıyoruz.



Yüce değerleri ifade eden... Haktan, hayırdan, güzellikten, hürreyetten, kardeşlikten ve sevgiden söz eden bütün kavramlar... Sonuna kadar hehpsi de insanın bünyesinde var olan manevi yapının ifadesidirler. Bütün insanların bu kavramların topunu birden aynı anda kavramış olmaları gerekli değil tabii. Bizim bunların birer realite olduğu, beşeri gerçekeri dile getirdiğini ive realiteler dünyasında bizzat var olduğunu ileri sürebilmemiz içni bir kısım insanların bunlardan bazıların kavramş olmaları kafidir. Hatta insan dilinde bu mefhumların bulunması bile onların bir realite olduğunu kabul etmemiz içni yeterlidir... Dil de insana has manevi bir değerdir. İnsan dilinde sözlüklerinde “sevgi” kelimesi veya “adalet” kelimesi, ya da “güzel” kelimesi mevcud olduğu an  bu değerlerin algılanan bir gerçek olmasıyla beşerin gerçekleştirilmesini arzuladığı bir rüya olması ararsında fark yoktur... Çünkü her ikisi de insanın manevi faaliyetlerin isbatı için yeterli bir delildir... Bu değerlere karşı olan istek bile manevi bir faliyettir. İste hisler dünyasında tahakkuk etsin, ister etmesin netice değişmez. Tıpkı yeme arzusunun insan bedeninde belirli bir faliyetin varlığına delil olduğu gibi. İster bu arzu fiilen insanın önüne bir yemek sofrası temin etsin ister etmesin bir şey değişmez.



Biz kesin olark belirtiyoruz ki -ne derecede olursa olsun- bu kavramların ifade etiği gerçekler realiteler dünyasında var olduğu için insanların dilinde de yer etmiş ve lugatlarına geçmiştir. Eğer belirli bir hedef uğrunda birbirleriyle yardımlaşan şahıslar bulunmamış olsaydı “yardımlaşma” kavramı da olmayaycaktı tabii. Ayrıca dildeki bu kelimeden türemiş başka kelimelerde lügütlarda yer almayacaktı. Eğer doğru, adaletli ve merhametli... şahıslar bulunmamış olsaydı bu sıfatları delalet ettiği manalarda beşer lugatlarında bulunmayacak insanların dilinde yer etmeyecekti. Halbuki bu vasıflar hususunda insanlar birbirinden farklı şekiller arzetmektedirler. Bu vasıflardan hiç bir hususiyet taşımayan bir dolayısıyla da onun lügat anlamını kavramayan normal bir şahsın bulunduğu da görülmemiştir...



Bedeni faaliyetlerin ölçüldüğü zaaf ve kuvvet derecesi takdir edildiği ölçüler olduğu gibi ruhun da -veya manevi faaliyetlerinde- kendisine göre ölçüldüğü mikyasları vardır. Ne var ki bu ölçekler de kıpkı onun gibi manevidirler. Mesela bizim zihnimizde bir adalet şekli, bir merhamet, iyilik ve yardımlaşa tarzı vardır. Ve bu bilinmeyen bir şekilde teşekkül etmiştir. Biz de bu şekle veya tarza uyarak insanların hareketlerini ölçer kuvvet veya zaaf noklarını ve derecesini tesbit ederiz.



Nasıl olursa olsun bu giriş kısmında bizim belirtmemiz gereken husus, insan bünyesinde bu iki tür faaliyet şeklinin varlığını tesbit etmek ve bunun insanın kendi öz yapısında olduğu gibi eş bir yapıya sahib ve sadece insana mahsus bir özellik olduğunu açıklamaktır.



Fakat bu eş tabiatlılığın salt olarak varlığı bütün yaratıklardan ayrı olan insan mekanizması hususunda bize sağlam bir bilgi vermez. Çünkü bu mekanizmanın bir şekli daha vardır ki tezahür eder.



Ve gerçekte insan hayatının bütünü bunun üzerine kurulur.



İnsanın mekanizması eş tabiatlı olmasına rağmen birbirinden tamamen ayrı ve her biri kendi istikametinde hareket eden iki unsurdan meydana gelmemiştir.



İnsan ruh ve bedenden meydana gelmiştir ama bunlar tamamen birbirinden ayrı değildir.



“Onu düzeltince de ruhumdan üfürdüm”... (Hicr: 15/29)   



İşte insan ruhunu veren bu ulvi nefha -ki bu ruh Allah’ın ruhundan bir parıltıdır- onu çamurdan yapılmış mekanizmadan ayrı bir unsur olarak mütalaa etmemiştir. Başka bir yer de ayırmamıştır onu için. Sadece o düzeltilmiş olan çamura aktarılmıştır... Baştan sona kadar bütünüyle ona aktarılmıştır... Ve bütün varlığını kaplamıştır o çamurdan yaratığın. Böyle o çamurdan yaratık aynı anda hem ruhi hem de bedeni yapıya bir den sahib olmuştur. Bu mekanizmada bir unsur diğerinden ayrı bir yapı diğerinden farklı olarak mütalaa edilemez.



Çünkü insan gerçekte sadece çamurdan yoğrulmamıştır. Onu yalnız çamura çevirmek mümkün değildir...



Sadece ruhtan da ibaret değildir... Ve onu sırf ruhtan ibaret olarak görmekte mümkün olamaz...



Her iki unsurda birbiriyle karışmış ve içiçe girmiştir. İkisinden birlikte, karışık evsafta ve nitelikleri birbiriyle özdeşleşmiş tek bir mekanizma teşekkül etmiştir.



İşte, insan mekanizmasındaki en büyük gerçek. İnsanın bütün faaliyetleri duyguları ve hayatla ilgili tasarrufları bu gerçeğin üzerine kurulur...



Başlangıcı itibariyle insanın -normal şartlar altında- bedeni faaliyetlerini hayvansal yollarla değil de insan iyollarla ifa etmesi de bu gerçeğe dayanır. Tıpkı bunun gibi ruhi faaliyetlerini de yine insani yollarla yerine getirir.



Yani insan her iki çeşit faaliyetlerini de birleşik ve zıt çift değerli yapısıyla yerine getirir. Yoksa birbirinden ayrı ve başlıbaşına bu unsurlardan birisiyle değil.



İnsan yer... Yeme işleminde insanla hayvan arasında bir fark yoktur.Yeme işlemini bedenin organları yerine getirir. Ve bu işleme kimyevi oluşumları kanunu hükmeder. Bir de çamurla ilgili unsurlar.



Ne var ki, insanın yiyiş tarzı hayvanınkinden farklıdır. Ayrılık sadece insanın yediği yemeğin çeşitliliğinden ibaret değil. İnsan bir kaç çeşit yemek yer ve yiyeceğini kendisi seçerken, hayvan sadece bir tek çeşit yemek yer ve onu da içgüdüsü tayin eder. Her yemek çeşidini içgüdüsü ayarlar ve hayvan bunun dışına çıkamaz. Ama insanla  hayvan arasındaki yiyiş farkı sadece bundan ibaret değil ki, Yiyiş şekli ive hedefi bakımından da ayrıdırlar.



Bu ayrılışın en bariz şekli; insan yeme doğru hareketini kendi isteğiyle tayin eder ve bunda hürdür.



İnsanında bir içgüdüyle yemek arzu ettiği bir gerçektir. Organizmayı teşekkkül ettiren bir içgüdü. Ve insan çok ağır bir baskı unsuruyla içten tepip gelen isteklerini temin etmek zorundadır. Ne varki insan kendisini zorlayan bu isteği yerine getirirken bir çok şeyler yapabilecek güçtedir. Bir kerre yemek yiyeceği zamanları kendisi seçer. Ve bunu doğrudan doğruya kendi iradesiyle yapar. Gerek ferd olsun gerek toplum bu değişmez. uzun veya kısa bir müddet seçtiği yemeği yemeyebilir. Alışkanlıkla veya oruç tutarak yemeyebilir. Yemeği yerken de çeşitli şekillerde yiyebilir. Hazırlattığı yemeklerden canının istediğini yer istemediğini yemez. Canının istediğini kendi isteğiyle tıpkı hayvanlar gibi oburca ve hiç bir sınır tanımaksızın yiyebilir. Ya da gayet efendice ve görgülü olarak çok az yer. Veya son derece dikkat ve itina ile yer... İster helal gıdalardan yer yemeğini, isterse haram gıdalardan yer yemeğini, isterse haram gıdalardan. Dilerse tek başına kimse görmeden yer, dilerse herkesle birlikte sohbet ederek yer. Bunları kendi hayat ölçülerine ve diğerlerine göre ayarlar.



Şu halde insanda bir zorlama sonucu olarak tıpkı hayvan gibi içgüdüsel arzusunu tatmin için yemek yer. Fakat bu yolda ilerlerken arzu ve isteklerini tatmin ederken kendi isteği ve iradesiyle bir çok yol takib eder... İşte bu istek ve arzular insanda ruhun varlığından ve çamurla karışıp birleşmesinden neşet eder.



Şu halde irade ve ihtiyar ruha has bir niteliktir. Bunların mutlak olan şekli Alahü Tealananın zatı Sübhanisinde temesül eder. Ve O’dur insana kedi ruhundan üflemiş olan. Ve yine bu iki nitelik mahdut şekilleriyle de insanda ortaya çıkar. Bu daancak bir avuç çamurun Allah’ın ruhundan koparabildiği parçalara parıltılara tahammül edebildiği kadar olabilir.



İnsan cinsel istekelerini de tatmin eder... Bunlar da hayvanı zorlayan şiddetli isteklerin aynıdır.



Ne var ki insan cinsel isteklerini hayvanların tatmin ettiği yollarla tatmin etmez.



Hem burada önemli olan mesele bu istekerin cinsel arzuların yaygınlaştığı mevsimlerde olmasıyla ilgili değildir. İnsan her sene belirli günlerde cinsel arzularını tatmin etmez. Halbuki hayvanlarda bu istekler belirli mevsimlere ve zamanlara münhasırdır... Aradaki farklılık yalnız bundanda ibaret değil... Bunun dışında metod ve hedefi bakımından da ayrıdır insanla hayvan arasındaki cinsel istekler...



İnsan nasıl ki yemek karşısındaki davranışını kendisi ayarlarsa cinsel duygular karşısındaki davranışını da kendisi ayarlar. Ve bu konuda kendi isteğini yerine getirmek için geniş bir irade gücüne sahibtir.



Bir kerre insan cinsel duygularını tatmin ederken muhtelif duygu derecelerine sahib bulunur. Hayvanda ise böyle bir şey mevzuubahis değildir. Hayvan cinsel ihsas her ferde göre ayrı ayrıdır. Her ferdin cinsel arzuları farklıdır.



İnsan değişik cinsel istekere sahibtir. Cinsel konularda bir kısmı hızlı iken bir kısmı yavaştır. Bir kısmı son derece arzulu iken bir kısmını arzusu azdır. Bir kısmı sert iken bir kısmınındaki apaydınlıktır. Bu basamakların enalt kısmında hayvani arzular yeralır ise de temiz ve saf arzular da yer alır. Bu garfik insanı hayvani yanından başlar, alevlenmiş yanan azgın bedeni hareketlerle gelişir. En sonunda insanınmeleklik yanına ulaşır. Ve o zaman insanı; bir ruh inceliği, bir aydınlık ve nuraniyyet kaplar.



Azgın bir şehvet türü vardırki heyecan halindeki insanın cesedinde, susamış  cinsel organlarda ve çekici arzuların döküldüğü gözlerde çıkar ortaya.



Bir başka şehvet türü vardır ki, düzenli, sakin, nizam ve intizam içinde hazırlıklara girişir neticede hiç acele etmeden belli bir müddet zarfında başarıyla hedefine ulaşır.



İnsan bünyesinden coşup gelen ve yolu icabı kalbe uğrayarak geçen alevli, yakıcı arzular da vardır. Ve kalbten geçtiği için de bir takım kirlerini temizler soluyan cesedin çığlıklarına karışan bir sevgi ve arzu ile karışır.



Bir de kabiten coşup gelen parlak ve uçarı istekler vardır. Ne var ki bu istekler kalbten doğmasına rağmen yol uğrağı olarak cesede geçer ve oraya yakıcı alevlerinin bir kısmını sokar. Her ne kadar vücudun kirli unsurlarından bir kısmını kendi üzerine bulaştırırsa da kalbten geldiği için yine de parlaklığını ve safiyetini muhafaza eder.



Bir başka arzu çeşidi de hayaller içinde yüzen ruhun parlayışlarıyla ortaya çıkar ve her türlü pisliklerden arınır. Cesedin kirlerini yok eden bir parlaklık kazanır. Bedeni kayıtları ve hudutları hiç mi hiç tanımaz. Doğrudan doğruya öz ve saf güzelliğe aşık olur ta ilk akışa başladığı kaynaktan beri...



Daha başka türden arzular vardır ki kelimeler ifade edemez cümleler anlatamaz onları...



İnsanlar birbirinden farklı bu iki uzak uçlar arasında değişik şekiller gösterirler.. Hatta bir tek insanda bile bu arzular an be an değişik şekiller arzeder. Bir an önceki tavrı bir an sonraki tavrına uymaz. Ne var ki bütün bunlara rağmen -normal haldeki- cinsel arzular psikiolojik duygulardan uyarı olarak mülahaza edilemez. Bedenin itici arzuların yanısıra her zaman psikolojik duygular eşlik ederler. İster az ister çok olsun bu psikilojik duygular tamamıyle insanın yapısında ruh ile çamurun birleşmesinin neticesidir.



İster kendisini cinsel konuları düşünmeye verir isterse bu gibi düşüncelerden uzaklaşarak kendi bünyesi ile ilgisi kapsamı geniş ve mükemmel hedefleri itibariyle muhtelif yönleri bulunan meselelere verir.



Buna göre insan cinsel arzularının ezici gücüne uymak zorunda kalır. Ne var ki bu, hayvanlarda olduğu gibi tam manasıyla içgüdüsel değildir. Yani insan organizmasının temelini teşkil eden çamurun getirdiği bedeni arzularını ve kimyevi reaksiyonların sonucu ortaya çıkan isteklerin sonucu değildir.



Durum böyle olunca insanoğlu bedeni arzularını muhtelif şekillerde tatmin eder.



İsterse arzularını sonuna kadar ileterek tatmin eder, isterse hafifletir.



İsterse cinsel duygularını bedeni hareket haline dönüştürür ve bedeni hareketlerle cinsel isteklerini boşaltarak rahatlar. İsterse onu ruhi ve duygusal hareketlere dönüştürür ve bunun neticesinde çeşitli sanat dallarında, düşünce ve duygu şekillerinde, gelişme alanlarında başarılı örnekler verir. Böylece kendi içindeki sahasını genişletir. Aynı zamanda hafifler ve esnek bir tarz alır. Mutlaka yerine getirilmesi gereken varlık oluştan hissen yaşanan bir güzellik biçimine dönüşür.



En sonunda cinsel duygularının seslenişine karşı kendisini korur ve ne kadar zor ve meşakkatlı olursa olsun bu isteklere karşı koyar...



Bu durum hedefler arasıda ortaklık ve yönelişler bakımıdan benzerlik bulunmasına rağmen fertden ferde değişir.



Böylece insan seçmelerle dolu uzun yol boyunca istekler ve bu isteklere verilen cevablarla yürür gider. Bu arzu ve istekleri ruhun bir avuç toprakla karışmış olmasından ve hiç bir konuda toprağın kendi başına harekete geçmemesinden ileri geliyor.



İşte insanla hayvan arasında müşterek noktalar. İnsan da tıpkı hayvan gibi aynı ezici baskılara maruz kalıyor. Şu kadar var ki insanla hayvan arasındaki istekler bir olmakla beraber verilen karşılıklar değişik oluyor. “İrade” tarafından yönetilen ve “seçme” kabiliyeti tarafından harekete geçirilen karşılığın şekli ayrı oluyor ki gerek irade gerekse seçme kabiliyeti ruhun mümeyyiz vasıfları arasında yer almaktadır.



İşte insanın hayvanla ortak olan yanı...



Aynı şekilde bir de meeleklerle ortak olan yanı vardır insanın:



İnsan yüce arzular duyar içinde. Ruhu ince, hafif ve parlak bir kanatla açılır enginlere doğru.



İştiyakla Allah’a vasıl olmak ister. Onun mahabbetini kazanmak için çalışır. Rızasına nail olmak için gayret sarfeder. Bazan o derece ibadete verir ki kendisini her şeyi unutur. Kendi şahsını bile. Yeryüzünde yaşadığını hiç mi hiç farketmez. Kendisinin de bir bedeni olduğunu organlarının et ve sinirden yapıldığını, karşı koyulması mümkün olmayan arzuları bulunduğunu unutur. Çünkü o anda insan bedenin hududunu tayin edemez. Kendisi ile Allah arasındaki fasılanın neden ibaret olduğunu kestiremez.



Ayrıca kainat ile de ilgi kurmak iştiyakını duyar. Tabiatın güzelliklerini açığa çıkarmak ister. Güzel bir çiçekten bir nehre geçer. Oradan sarp kayalıklarla dolu dağlara tırmanır, yerle gök yüzü arasında dolaşıp duran bulutlara takılır bazan tabiat karşısında duyduğu hayret o dereceye varır ki kendisinin mekan içinde bir yer işgal eden hududu belli ve algılanabilen bir varlık olduğunu unutu verir birden. Çünkü o anda bu sınırlı varlıkla engin ve geniş kainatın birbirinden ayrıldığı çizgiyi hissetmez.



Başkalarıyla da ilişki kurmak dostluk ve yardımlaşma içinde geçinmek ister. Birbirleri arasında adalet, müsavat ve kardeşlik ölçülerini yerleştirmek ister... Bazan bu duygular onu o kadar kaplar ki kendi varlığını unutur, ferdiyetini kaybeder. Ve böylece ferdi bünyesinin gereği olarak şahsi istek ve arzulardan feragat eder. Çünkü o anda insan kendi ferdi istekleriyle diğer ferdlerin arzuları arasında bir ayrılık gayrılık gözetmez.



Başka cinsten bir ferd ile de ilişki kurmak ister insan... ama bu ilişki cinsi ilişkilerden farklıdır... Parlak bir sevgi ve muhabbet ilişkisidir ki bu cesedlerni birbiriyle birleşmesini gerektirmez. Burada sevgi kalbten kalbe akar... Bir varlıktan bir başka varlığa uzanır. Bu sevgi halesi bazı anlar öyle kuşatır ki insanı, bedeni arzularıyla birlikte bütün varlığını unutturur. Bünyesindeki kimyevi reaksiyonların taşıdığı gerçekleri hatırlamaz bile. Çünkü o anda beden engelini tanımaz ve ruhu enginlere doğru kanat açar...



İşte bütün bunlar ruhun an be an değişen halleridir... Hertürlü kayıttana zade olarak bu enginliklerde yüzer...



O anlarda ruh meleklerin nurani havasına bürünür ve insan meleklik tarafı ağır basan bir varlık haline gelir.



Şu kadar var ki her şeye rağmen insan melek haline dönüşmez. Hatta o enginliklerde kanat gererken bile melek haline dönüşmez...



Bir kerre onunla melek arasındaki fark o anlarda bile insanda “ihtiyar” adını verdiğimiz seçme kabiliyetinin bulumasıdır. Halbuki melek tabiatının gereği olarak o halde bulunmaktadır ve aksi varid değildir onun için... “Allah’ın kendilerine emrettiği şeylerde Allah’a isyan etmezler. Ve emrolunanı yaparlar.”



“Gece gündüz hiç durmadan Allah’a tesbih ederler.”



İnsanı irade ve ihtiyar sahibi olmakla beraber her ferdin hareket tarzı değişir.



Fakat aralarındaki en büyük fark insan ancak belirli bir an için o havaya girebilir... Sonra tekrar yaşanan dünyanın sınırları içine döner. Çünkü onun hisini ağır baskılar alına alan zaruretler vardır. Acımak ve doymak gibi bir takım arzu ve istekler onu ağır baskılarıyla tekrar yeryüzüne döndürürler... İnsan ne kadar çalışırsa çalışsın, ruhi aleminde bir müddet sonra yine yaşadığı alemin gerçeklerine döner. Ve onu bu yaşanan realiteler dünyasına dönmekten alıkoyacak hiç bir güç ve kudret yoktur...



Bu da ruhn cesedle karışmasının bir neticesi ruhun cesedden ayrılmayışının sonucudur. Hiç bir zaman içn ruh bütünüyle cesetten ayrılamaz, çünkü biravuç toprakla bu yeryüzüne bağlanmıştır...



Şu halde ne zaman olursa olsun insan tamamiyle hayvana veya meleğe benzemez. Bilakis o, her haliyle insanır. Bunun sebebi de ruhun toprağa karışıp birbirinden ayrılmıyacak derecede komple bir varlık meydana getirmiş olmasıdır.



Zaman zaman insanın bu iki yandan birisine doğru kanatlanıp uçtuğu doğrudur.



Bazan olur hislerin ağır baskısıyla bedeni arzular alemine doğru kanat gerer... Bazan da olur ruh dünyasındaki aydınlaklara doğru uçar gider...



Bazan olur öldürücü baskılar; bedeni zaruretler ve istekler yönünden gelir... Çünkü insan olarak “biyolojik” zaruretleri yerine getirmek zorundadır. İnsan bir takım bedeni ifrazlarını akıtırken veya cinsi hareketlere dalarken bedeni yönü onun bütün hareket ve faliyeterin hakim olur. Ve böylece insan bünyesinin ağır basan yanı tamamıyle beden olur.



İnsan heyecana kapılığı zaman da durum aynıdır. Heyacanlanan insan kızar ve köpürür... Fıtri isteklerinen herhangi birisine karşılık verirken, bir müddet açlıktan ve mahrumiyetten sonra arzularını tatmin ederken de durum aynıdır...



İnsanın hisleriyle ilgili eğlencelerinin hepsinde de bedeni unsur hakimdir. Ve temel yapıyı teşkil eden biravuç toprağın arzularına boyun eğer.



Hissi eğlencelerden ve bedeni arzulardan uzaklaşma anlarında da bir başka yönü hakim olur ve ruhun kanatlanışı başlar.



Her ikisini de yapan insandır. Tabiatı icabı olarak insanoğlu gün olur o yana gün olur bu yana kanat gerer. Bu da tabiatında ve asıl yapısındaki toprak ile ruhun birleşip karışmasının neticesidir.



Ne varki bu hususta üç nokta üzerinde dikkatla durmamız gerekecektir:



1- Her iki haldede insan insandır. İnsan normal durumunu devam ettirdiği müddetçe, yani psikolojik anormalliklerden uzak olduğu müddete her iki durumda da insan olarak kalır.



Ne varki bu huusta üç nokta üzerinde dikkatla durmamız gerekecektir:



1- Her iki haldede insan insandır. İnsan normal durumunu devam ettirdiği müddetç, yani psikolojik anormalliklerdenuzak olduğu müddetçe her iki durumda da insan olarak kalır. birbirineekli ive karma tabiatıyla bütünfaaliyetlerini yerine getirir. Zaman zaman bu iki durumdan birisi diğerine galip gelecekte olsa o yine insan olma vasfını kaybetmez. Bu yanlardan birisini ağırlık kazanmasıyle kendi öz varlığındanayrılarak müstakil bir varlık olması arasında çok fark vardır.



II- Normal durumlarda bu iki yandan birisinin ağır basması muvakkat bir zamana kadar olup sürekli değildir. An olur insan bedeni faaliyetlere dalar tamamıyla, sonra dönerruhi ve manevi faaliyetleralanına girer... Bu gel gitler sürekli olarak devam eder. Anormallik halleri dışında hiç bir zaman devamlı olarak tek tarafta kalmaz...



III- Bedeni faaliyetlerle, ruhi faaliyetlerarasındaki bu sürekli gel gitler insanıruhla cesedin müsavi olduğu bir noktada dengeli olarak tutar ve müvazenesini korumasını sağlar. İnce bir şey üzerinde yürüyen kimseyi andırır o bu haliyle. İnice ve dar birmekanüzerinde yürümek zorunda olan kimse bir o yana bir bu yana sallanarak yürür ve her seferinde böylece dengesini korur. Onun biro yana bir bu yana sallanması dengesini kaybetmesine vesile olmaz hiç bir zaman için, aksine dengesini sağlaması için yardımcı olur...



Eşsiz bir yapıya sahib olan insan bünyesini bu şartlar içinde kavrmaya çalıştığımız zamanonu tam manasıyla kavramayız. insanın sadece eş tabiatlı birvarlık olduğu söylemekle onu kavramış olmayız. Onu meydanagetiren u iki unsur arasında bir karışma ve birlik bulunduğunu, her iki unsuru da -meleklik ile hayvanlık- kendisine has metodlar dahilinde harekete geçirdiği yani hem hayvana benzeyen hem de meleğe benzeyen yönleri birleştirdiğini en sonunda da ne melek ne de hayvan olup aksine insanlığını devam ettirdiğini söylemekle tüm gerçekleriyle insanı ifade etmiş olmayız.



İnsan bünyesini durumu sadece bundan ibaret değildir.



Biz ancak onun bütün eş tabiatına rağmen bir ve tek birvarlık olduğu söylesek gerçeği ifade etmiş oluruz.



Tek bir yapıya sahibtir insanoğlu... Ondan meydana gelen bütün faaliyet şekileri tek birbünyedendoğmaktadır... Terkibi son dereece güç ve girift birbirleşime sahib olan tek bir bünyedendir.



Zaman zaman aralarında birbirlik bulunmadığı görülürse de insanın bütün faaliyetleri arasında bir bağa ve birlik vardır.



Maddi faaliyetler ve manevi faaliyetler...



Fiili faaliyetler ve kullukla ilgil faaliyetleri...



İktisadi, ictimai, siyasi faaliyetleri, fikri ve ruhi çalışmaları...



Ferdi ve sosyal faaliyetleri...



Bütün bu ve buna benzer faaliyetleinin hepsi ilk bakışta birbirinden ayrı faaliyetlermiş gibi görünürse de, her birinin apayrı özelikleri bulunduğu, geniş ve insanın muhtelif yönlerinen birisini içine alan başka yöleriyle ilgisi olmayan faaliyetlermiş gibi olduğu görünürse de...



Bu apaçık bir yanılmadan ibarettir... İnsanı ruh ve beden diye ikiye ayıran vehimer gibi bir vehimdir bu da...



Bazı anlar bu iki yönden birisini ağır basmasıyla ortaya çıkan durumar aldatmaktadır insanı...Halbuki bu belirtiler tamamen belirli bir zaman içindir ve gellip geçicidir...



İnsan beden ile faaliyet yaptğı zaman, bütünüyle bedenini işe verdiği zaman bu faaliyetinin tamamen maddi olup kendi başına müstakil ve bağımsız olduğunu sanıyor. Gerek kendi içinde gerekse hayatındakendisini maddi işe verdiği an hiç birşekilde manevi yanlarıyla ilgisinin bulunmadğını zannetmektedir...



İnsan kendisinikulluğa verip te, manevi havaya girdiği an da onun bu ruhi faaliyetinin diğer bütün varlğığndan ayrı olduğunu sanıyor. İbadete daldığı an gerek kendi ve gerekse hayatında maddi hiç bir şeyle ilgisinin bulunmadığını zannediyor.



Halbuki gerçekte böyle bir ayırım hiç bir zaman için söz konusu olamaz. Aradaki ilişkiler ne kadar kaybolsa veya insan tarafından unutulsa da asla bütünüyle bir ayrılıkmevzuu bahis değildir.



İnsan eliyle bir işe daldı mı ve kendisini bütünüyle ona verdi mi... bazı kerre ne yaptığının bile farkına varamaz... Ne var ki belirli bir hedefe ulaşmak için kenidisini ona vermiş ve her şeyi unutmuş olması hedefin mevcud olmadığını göstermez. Hem o, ilk olarak bu işe başladığı zaman hedefini bilmekedeydi denilemez. Binaenaleyh realiteler dünyasında işle hedef birleşir ve onu yapan kişi bu birleşim bizzat kendi içinde hisseder. Zaman zaman o, bu hedefin farkına varması, işle hedef arasındaki münasebeti farketmese de netice değişmez. Bu takdirde maddi iş hem maddi hem de manevi bir iş haline gelir. Muhtelif yönleri arasında birlik sağlanarak alakasını devam ettirir ve hem ruhi hemde bedeni faaliyetler yaparak insanlığın gereklerini yerine getirir.



Ve bir an da ibadete daldı mı... O an maddi bünyesinin kendi yapısındaki tesirini unutur. Çünkü o esnada bedeni istirahata çekilmiş durumdadır. İnsan bedeni öyle bir yapıya sahibtir ki ancak acıtıldığı veya acıktığı zaman varlığı hissedilir. Tabii haletinde ise açılık, acıma, heyecan ve hastalık bulunmayacağından insan onun farkına bile varamaz. Ama her şeye rağmen o mevcuddur. O, bu ruhi haleti içinde bile mevcudiyetinin ağırlığını bilir,tahammülü dairesindebulunan faaiyetleri hisseder. Eğer bu faaliyetler ilerleyecek olursa  tesiri altında  kalır, yorgunluğunu acısını farkeder. Beden her ne kadar yerinden  oynamasa da vaki olacak şeyleri hisseder. Hatta çoğu kerre fazlalaşırsa insan bedenini  doğrudan doğruya yarar. Böylece ibadet esnasında  dahi ruh ile  beden birbiriyle  irtibat halindedir... Hem gerçekler dünyasında  hem de ruhun derinliklerinde  iki realite birbiriyle ilgi halindedir. Her ne kadar insan bunlar arasındaki bu ilgiyi farketmese de o vardır.



İnsan hayatındaki bütün olaylar da bu iki örnekte  olduğu gibi cerayan eder...



İnsan bir ekonomik prejeyi  tatbik sahasına koyarken... Veya insanların  yeryüzündeki iktisadi faaliyetlerine göz atarken çoğu kere  şöyle tehayyül eder: “ Ekonomi, insanın varlığından büsbütün ayrı bir faaliyet şeklidir. Veya insanın varlık yapısını içerisinde apayrı bir kuvvettir ve onun gerek fikir dünyası ile gerekse ruh alemi  ile bir ilgisi olamaz. Ahlaki değerler ve  manevi  kıymetlerle alakası yoktur.”



Bu tayahül, olması  imkansız bir vehimden ileri geçemez. İnsanların birbiriyle olan münasabetlerinden iktisadi  faaliyetler ortaya çıkar. Sevegi, yarış, savaşma veya düşmanlık münasebetleri hep bu ekonomik faaliyetlerle insanlığın “manevi” yönleri birbiriyle ilişkilidir. Onu duygularına şekil veren, düşüncelerini yöneten ve hayat meselelerine el atış tarzını hatırlayan hep bu ilişki olmuştur. Bir yandan da fıtri duygu ve isteklerle bunların neticesi ortaya çıkan düşünce ve ideallere tesir eder. İktisadi hayatın zaman zaman belirli yönlere doğru tevcih edilmesini sağlar. Mal ve mülk sahibi olma arzusu, ortaya çıkıp bilinme arzusu, lüks bir hayat sürm isteği, güçlü ve kuvvetli olma temayülü, başkalarını köleleştirme ve kendisine boyun eğdirme arzusu veya diğerleriyle yardımlaşma isteği gibi normal ve anormal istekler, yüce ve aşağılık arzular cemiyet içindeki ekonomik faaliyetlere yön verir. Ve bu duygular ekonomik faaliyetlere yön vermekle kalmaz belirli bir hudud dahilinde normal akıp gitmesini temin eder. Bineanaleyh ekonomik faaliyeti ruhi ve manevi değerlerden ayrı olarak mütalaa etmek imkansızdır. Gerek pratik hayatta gerekse ruhi platformda ahlaki ve manevi kıymetlerden ayırmak mümkün değildir. Her ne kadar zaman zaman insana müstakil bir kuvvet vehmini verse de bu, vehimden öteye geçmez.



İnsan ibadet ederken de... Doğrudan doğruya bu ruhi kıymetler maddi, siyasi, sosyal ve iktisadi hayattan ayrı olarak mütalaa edilmez. İbadetten nefret edip kaçtığı zaman da değişen birşey yoktur. Her iki halde de insanın pratik hareketleriyle ibadeti arasında karşılıklı tesirler vardır İnsan yaptığı ibadette sadakatlı olursa maddi hareketlerini ve faaliyetlerini de Rabbının rızasına nail olmak için dikkatle yapar. Böylece üretim kemmiyet ve keyfiyet yönünden ibadet ruhunun tesiri altında kalır. Ayrıca ibadet ekonomikilişkilere de tesir eder. Rabbına kulluk eden bir kişi, bir mü’min kendi faaliyetinin semeresinden başkalarını mahrum etmek istemez. Başkalarının kendisini kazancından faydalanmamasını istemiz. Böylece ibadet bir nevi yardımlaşma ve dayanışma ruhu doğurur ki ekonomik hayatı kendisine has bir seyir içinde yürütür. Ama insan ibadetinde sadakatlı olmazsa veya ibadetten nefret eder ve ondan yüz çevirirse hiç bir zaman için işine dikkat etmez. Kendisinidikkat etmeye zorlayan veya iten başka faktörler olmadıkca işini dikkatli olarak yapmaz. Devletin sultasını veya iş sahibinin korkusunu suistimal etmeye çalışır. Hiç bir zaman için ruhunda yardımlaşma ve dayanışma duygusu gelişmez. Ve iktisadi hayat bir sömürü, kapkaç ve gasb havası içinde gelişir. En sonunda da hakim olacak ekonomik sistem; ya feodalite, ya kapitalizm veya iktidarı elinde bulunduran devletin ferdleri köleleştirmesi esnasına dayanan komünizmdir.



İşte böylece ruhi değerlerle maddi sosyal ve siyasi değerler birbirinen ayrılmadan alakasını devam ettirir.



Bir saşıs haram veya helal olsun muayyen bir lahzada cinsel enerjsisini telafi ederken o anda her türlü değerlerden uzak olduğunu tahayyül edebilir. Bunun sadece bedeni bir arzunun tatmini, bir şehevi duyguya karşılık verme mahiyetinde olduğunu ruhi kıymetlerle alakası olmayacağını sanabilir.



Daha önce bedenle ruh arasındaki ayırımın imkansızlığı üzerinde  söz etmiştik. Normal haldeki cinsel faaliyete iki cinsi birbirine bağlayan duyguların varlığı bahis mevzuu olduğu müddetçe ruhla beden arasında bir ayırımın söz konusu olamıyacağını belirtmiştik.



Fakat biz aynı konuyu burada biraz daha geniş olarak ele almak istiyoruz... Ferdin cinsel enerjisin hiç bir zaman için tek başına değildir. İnsanlar bir toplum olarak hayatlarına devam ettikleri müddetçe ferdin tek başına mütalaa edilmesi imkan dışıdır. Hatta toplum hayatı bile aslında ferdlerin cinsel faaliyetlerin sonucu ortaya çıkmaktadır. Bir ferdin cinsel faaliyeti ne şekilde olursa olsun ikinci derecede cemiyete tesir eder. Cemiyed de, diğer ölçüsü, düşüncesi maddesi ve manası ile ona baskı yapar. Ve ferd bunun tesiri altında kalır. Bir kişi cinsel faliyetinin helal olmasını isterse ve buna titizlikle dikkat ederse -Yani meşru hududlar dahilinde cereyan etmesini arzularsa- ilk başta bir değer ölçüsü benimsemiş demektir. Bu değer ölçüsü gerek her zaman uyanık olarak yer etsin gerekse şuuraltında yerleşsin şurası şüphesiz ki vardır ve ilk baştan itibaren ferd onu bilir ve idrak eder. Fakat ferd bu değer ölçüsüne aldırmazsa ve gayri meşru faaliyetlerine devam ederse bu takdirde de yine değer ölçüsünden tamamen ayrı olarak mütalaa etmek mümkün değildir. Sadece bu şahıs yüce değerleri basit değerlerle değişmiş demektir. Bu basit değerleri kendi özel görüşüyle edinmiş olabileceği gibi çevresindeki toplumdan da almış olabilir. Bu aşağılık değerleri ferd hatırlasa da unutsa da o şuur altında yeretmiştir. Ve kişi başından itibaren onu bilir ve idrak eder. Böylece de doğrudan doğruya bedene ait olan bu faaliyet kendisine eşlik eden değer ölçüleriyle irtibatını devamettirir ve ondan ayrılmaz.



Sonra bu iki kati sonuçtan cemiyetin yapısında bir atkım önemli sonuçlar ortaya çıkar. Şöyleki cemiyet ferdlerin toplamıdır. Ferdlerin tasarruflarının mahsulü, düşünce ve duyguları, inandıkları değer ölçüleri ve bu değer ölçüsüne göre yaptıkları işler neticede cemiyetin hareket hattını tayin eder ve hayat nizamını belirler. Ferdler cinsel faaliyetlerinin meşru ve temiz hududlar dairesinde cereyan etmesine dikkat ederlerse cemiyette karşılıkla bir anlıyaş, yardımlaşma ve dayanışma havası hakim olur. Ve biyolojik enerjiler temiz ve yüce bir faliyet çizgisen doğru yükselir. Ama bir de pis bir cinsel havaya girecek olurlarsa o zaman cemiyetin şekli de değişir parçalanma ve bölünmeye yüz tutar. Biyolojik enerjiler sapıklık yolunda mahv olup gider. Üçüncü bir şıkta cemiyetin her iki türden insanlardan teşekkül etmiş karma bir hüviyet kazanmasıdır. O takdirde cemiyet zaaf veya kuvvet yolunda ferdlerin ağır bastığ yöne doğru eğilir. Ya temizlik ve nezaket yolunda hızla ilerler ya da aşağılık yollarda bocalar durur.



Böylece de ferdle toplum geçici cinsel duyguların tatmini anında bile bedenin düşünce ve değer ölçüleriyle ilişkili olarak irtibatını devam ettirir gider. İnsanoğlu hayat gerçeklerini nereden alırsa alsın en sonunda varacağı netice de beşri faaliyetlerin birbirleriyle ilgili olduğunu görecektir.



Yaşanan hayattaki bu gerçek derin ve içten gelen psikolojik  hakikatın yankısıdan ibarettir... İnsan bünyesine birlik veren ve onu birbiriyle irtibat haline getiren tabiatındaki farklılığa ve eş değerlere rağmen onu bir bütnü olarak karşımıza çıkaran faktör budur.



Ruhun derinliklernide bütün işler birbiriyle ilgilidir. Bu ilşikinin günlük hayattaki akisleri geniş ufukları ve derin sahalara kadar uzanır. Ama ruhun derinliklerindeki ana kaynak birbiriyle yakından ilgilidir. Değişki olabilir ama ilgisiz olmaz. Çünkü ana kaynak aynıdır.



Her an vuku bulan şeylre insan hayatının muhtelif yönlerinden birisinin tezahüründen ibarettir.



Bazı an olur ekonomik faktörler belirgin hal alır.  



Bazı an olur ruhi amiller tabarüz eder.



Bazı onlarda da cinsi faktörler ağırlık kazanır...



Bütün bunlar insanın bazı ruhi yönlerinin tabii bir yansıma ile açığa çıkmasından ve bazısının sonra belirlemesinden ibarettir. Şu kadarvar ki ruhi alemde doğruluğu kabul edilmiş bulunan bu gerçek beşer hayatındaki fonksiyonlarıyla birlikte yansır. Gerek ruhi gerekse maddi yönlerden herhangi birisinin açığa çıkması onu hiçbir zaman için diğer yanlardan tamamiyle ayırmaz. Ve ruhda devamlı olarak değişik tezahürler ortaya çıkar. Anormal haller dışında hiç bir zaman için tek bir durum üzerinde sürekli olarak durmaz. Ve bu sürekli olan değişim ruhi müvazenenin sağlanmasıda büyük faydalar sağlar... Hayatta da böyle.



İşte bundan ileri gelmektedir insan psikolojisini analiz ederken insan yapısının muhtelif yönlerinden sadece birisini göz önünde bulunduranların işledikleri büyük hata.



İnsanı hayvani değerlerden hareket ederek izah etmeye çalışmak...Veya insanı ruhani bir varlık bir melek olarak telakki ederek açıklamaya çalışmak... Her ikisi de hatadır.



Hayvani değerlerden hareket ederek izaha kalkışanlar onun ruhi yanını ihmal etmektedirler. Ve insanı sadece cesedden ibaret bir varlık olarak kabul etmektedirler. Bir lokma yemek... Bir atımlık cinsel arzu... Ve bir takım maddi istekler.. İşte onların insanı...



Bedeni gerçekleri ihmal ederek insanı ruhi bir varlık olarak ele almaya çalışanlar da bunun bedenle ilgili yanını hiçe saymaktadırlar. Böylece yalnız ruhtan ibaret bir varlık getirmektedirler gözler önüne. Nurani bir berraklık...Safiyyet... Ve apaydınlık bir kayıtsızlık...işte onlarında insanı...



Her iki grup ta insana nisbetle tamamen vehimden ibaret olan hayali bir varlıktan söz etmekediler...



Ve her iki grup ta gerek insan konusunda gerekse insan hayatı hususunda yanlışlıklara düşmektedirler.



İnsan ruhunun bütünlüğünü kabul etmeyen ve onun iki büyük unsurdan teşekkül ettiğine inanmayan bütün sistemler büyük bir yanlışlığa sapmaktadırlar. Ve bu sapıklğın sonu mutlaka: Ya bedenle ilgilu duygular baskı altına alınmakta. Ya da ruhla ilgili duygular... Bunun sonucu olarak bir takım tali sapıklıklar ortay çıkar.



Bazı isistemlerde ruhi değerlerle maddi değerlerin arasını açmaktadırlar. Bunlar bedini bütünüyle ihmal edip küçümser ve bir kenara atarlar. Bedeni duyguları ve ezici aruzları baskı altında sindirirler. Bedeni duyguyu tatmin etmez ve iğrenç karşılayıp nefret derler. Bunun sonucunda insan psikolojisinde bir takım sarsıntılar meydana gelmiştir. Ve hayatta bozukluklar baş göstermiştir. Bir bağnazlık hüküm sürmeye başlamış ruhlarda ve cemiyet gerilemiş ileri atılımlardan tamamen mahrum kalmıştır...



Bir takım sistemler de yine ruh ile bedenin arasını açmış ve ruhu ihmal etmişler, ruhla ilgili değerlerin hepsini silkip atmışlar. Bütün faaliyet ve enerjilerini maddi aleme hasretmişler, bedenle ilgili hareketlere vermişler. Ne var ki, ruhi sahadaki çoraklıklarından ötürü birbirilerini yemeye ve yok etmeye başlamışlar rahat ve huzur yüzü görmemişler.



Hindular, Budistler ve benzeri dinlerin, inanç sistemlerinin ve felsefi akımların hepsi bedeni arzuları kökten baskı altına almışlar ve ruh alanında yükselmeye çalışmışlar. Neticede gülünç bir taassuba düşmüşler.



Materyalist Avrupa da ruhi duyguları hiçe saymış bedni arzuların tatmininde ve maddi üretim sahasında yükselmeye çalışmış en sonundu insanların birbirleriyle olan münasebetleri hayvanlarınkine benzemiş. insanlar birbirlerini sömürmeye, köleleştirmeye, müstemlekeler kurmaya başlamışlar, ruhi ve ahlaki sahada bunalımlar başgöstermiş özellikle cinsi konularda düşüklükler ortaya çıkmış insanın insanlığına yaraşmayan hayvani şekiller almış.



Sonra materyalist Avrupa muhtelif değerler arasında da ayırım yapmış: Siyasi v iktisadi hayatı ruhi değerlerden uzak temeller üstüne ikame etmiş. Cinsel faaliyetleri ahlaki kaidelerden ayırmış. Dünya işiyle ahireti birbirinden farklı olarak mütalaa etmiş, hayati hususları dini konulardan ayırmış ve bunun neticesi birbirinden ayrılan değerler arasında korkuç çatışmalar ortaya çıkmış. Korkunç bir sarsıntıdır başlamış her sahada. Ruhun derinliklerinde şiddetli bunalımlar baş göstermiş, sinir hastalıkları almış yürümüş. Delirme ve intihar havadisler her yerde yayılmaya başlamış, ruh hastalıkları, psikolojik krizler ve sektei kalble rinsanlık tarihinde eşi görülmemiş şekilde yaygınlaşmış.



Bütün bunların sebebi bu zihniyetlerin şu psikolojik gerçekleri görmemesi ve çığlıklarını kulak vermemesinden ileri gelmektedir:



İnsan bünyesinin yapısı tek bir hüviyete sahiptir ve insan psikolojisinde ruhla cesed arasında bir bütünlük hakimdir. Ve bunların neticesinde ortaya çıkan her hadisede bir irtibat söz konusudur.



Allahın yeryüzüne gönderdiği bir kelimesi olan İslam ise beşer fıtratıyla Allah’ın at başı yürüyen yegane nizamdır...



Beşer fıtratı bir avuç toprakla bu toprağa üflenen ilahi ve ulvi ruhtan ibarettir. Bu çamurla bu ruh birleşmiş ve bir tek varlık yapısını meydana getirmiştir



Yalnız islamdır ki, beşeri faaliyetlerin her türlüsünü birbiriyle birleştirir ve bir tek yöne sevkeder.



Ruhla cesedin arasını birleştirir ve ikisini tek bir varlık haline getirir. Ruh ve ceseddden neşet eden her türlü duygu düşünce ve hareketi bir bütün olarak ele alır.



Yemeyi de içmeyi de mübah kılar. Sonra da onun Allah’ın adıyla yapılmasını emreder. Yani yemek ve içmek işlemine ruhi bir kıymet verir. Ve böylece yemek ve içmek meselesini hayvani değil insani bir mesele kılar. Ve insan bu ihtiyaçlarını insanca telafi eder, hayvanca değil. Böylece de Allah’ın insanoğluna verdiği normal fıtrat vesiyesi ile atbaşı yürümesini sağlar.



İnsan Allahı’ın adıyla yeyip içince bunu sadece laf olsun diye yapmaz. Allahın adıyla yerken onunla birlikte ruh ve beden faaliyetlerini birleştiren ve aralarında bir  irtibat sağlayan hakikatlar yığını olarak ele alır.



Allah’ın adıyla başlamanın tabii gereği olarak yemeğin ve içeceğin halal olması gerekir.



“Ey insanlar yeryüzünde buluanan güzel ve helal şeylerden yeyin.” (Bakara: 3/168)



“Allahın size rızık olarak verdiği şeylerin güzel ve helal olanından yeyin.” (Maide: 5/88)



Ayrıca Allah’ın adını anarak yemeye başlamadan önce yiyeceği şeyi yine Allah’ın adıyla kesmiş olması lazımdır. Yani onu vicdanın derinliklerinde Allah’a bağlamalıdır:



“Üzerine Allah’ın adının anılmadığı şeyleri yemeyin.” (En’am: 6/121)



Ayrıca insanın yediği şeylerde israfa dalmaması  kontroldan uzak bulunmaması gerekir:



“Yeyiniz, içiniz, israf etmeyiniz. (Araf: 7/31)



Yediğiniz şeyi yalnız başına hodgamca yememelidir:



“Ondan yeyiniz, fakir ve kimsesizlere de veriniz.” (Hacc: 22/23)



Bunun yanısıra yemeği ana gaye bilmemesi, hedef olarak yemeyi almaması gerekir. Yemeyi bir gaye değil vasıta olarak kabul etmesi icab eder.



Bütün bunlarla yemek hem ruhi hem de bedeni bir olay oluyor. Başka bir ifade ile muhtelif yönleriyle karşılıklı olarak birlik e beraberlik arzeden insan bünyesinden sudur  eden ve bölüm bölüm ayrılması mümkün olmayan bir faaliyet şekli oluyor ve bütünlük arzediyor...



İslam cinsel faaliyetleride mübah sayar... Ama onun da Allah’ın adıyla yapılmasını ister.



Cinsel faaliyetin önce helal ve meşru yollarla olmasını şart koşar:



“Bugün temiz ve pak nimetler size helal kılındı. Kendilerine kitab verilenlerin yiyeceği size helal olduğu gibi, sizin yiyeceğiniz de onlara helaldir. Namuslu, zina yapmamış ve gizli dostlar edinmemiş olduğu halde mü’minlerden hür ve iffetli kadınlara, sizden önce kendilerine kitab verilenlerden yine hür ve iffetli kadınları, mehirlerini verip nikahlayınca size helaldır. Kim imanı inkar ederse bütün yaptıkları boşa gitmiştir. Ve o, ahirette hüsrana uğrayanlardandır.” ( Maide: 5/5)



Her cinsel faaliyete başlamadan önce de Allah’ın adını anılması bir sünnet olarak intikal etmiştir. Yani cinsel ameliyeyi ibadetle bağdaştırarak Allah’a yöneltmek gerekir.



“Sana hayız halinden de soruyorlar. De ki “O bir ezadır” onun için hayız zamanında kadınlarınızdan ayrılın. Temizleninceye kadar onlara yaklaşmayın. İyice temizlendikleri vakit Allah’ın size emrettiği yerden onlara gidin. Şüphesiz ki Allah hem çok tevbe edenleri sever, hem de çok temizlenenleri sever.” (Bakara: 2/223



Ayrıca hayvanlarda olduğu gibi salt bir bedeni faaliyet olarak ta kalmamalıdır.



Önce cinsel faaliyetin hisi ağırlıktan azade olarak bir takım oyunlar ve sözlerle yapılması gerikir. Hz. Aişe (r.a.) nın Hz. Peygamber’den rivayet eddiği harektler de bu manayı te’kid eder mahiyettedir. Çünkü bu tür oynamalar da bir çok çeşitleriyle anlatılmıştır.



İkinci olarak İslam cinsiyetin bir vasıta olduğu kabul eder, bir hedef olarak kabul etmez.



“Kadınlarınız sizin tarlalarınızdır.” (Bakara: 2/224)



Burada işaret edilen tarla tabiri açıktır ve ekilen, ebat yetiştirilen tarla tabiri açıktır ve ekilen, nebat yetiştirilen yer demektir. Mecazi anlamıyla temasülün vasıtasıdır.



Üçüncü olara cinsel ilişki bedeni münasebet olduğu kadar ruhi ve vicdani bir münasebet olarak değerlendiriliyor.



“Onlar sizin için bir örtü siz de onlar için bir örtüsünüz.” (Bakara: 2/187)



“Onun ayetlerinden birisi de sükunet bulmanız için sizin nefsinizden sizlere eşler yaratmış olması ve aranızda dostluk kurmuş olmasıdır.” (Rum: 30/21)



Böylece cinsel faaliyet hem de bedeni bir faaliyet oluyor. Bir başka ifadeyle insan bünyesinden sudur eden “insani” bir faaliyet türü oluyor.



Sonra insanın hayattaki muhtelif faaliyet çeşitleri ruhun derinliklerinde olduğu gibi birbiriyle bağlantılı ve içiçe olarak ortaya konuluyor. Amel ve ibadet birbiriyle ilgili iki şeydir:



İnsanın Allaha  yöneldiği her iş ibadettir. Hatta ibadet budur zaten:



“Yüzlerinizi doğruya veya batıya çevirmeniz birr değildir. Lakin birr; Allaha, ahiret gününe, meleklere, kitablara, peygamberlere, iman eden, malını seve seve yakınlarına, yetimlere, miskinlere, yolculara, dilenenlere ve kölelerle esirleri kurtarmaya sarfeden, namazı dosdoğru kılan, zekatı veren, muahede yaptıklarında ahidlerini yerine getiren, sıkıntıda, hastalıkta ve şiddetli savaş anında sabru sebat gösterenlerinkidir. İşte sadık olanlar da onlardır, müttaki olanlar da” (Bakara: 2/177)



İbadet bedenin ruhi yön ile birlelştiği bir ameldir:



İslam inancının temeli ve özü olan namaz bir bedeni harekettir. Ruhi hareket olduğu kadar da beden temizliğiyle ilgilidir. Ve bu temiz huşu havası içinde insan Allah ile ilgi kuruyor. Bedeni temizlik olmadan ruhi bir öz taşıyan namaz da olmaz. Temizlik ve abdest yoluyla bedeni temizlik tamamlanmadan ve rüku, sücud, kıyam ve diğer hareketler olmadan namaz olmayacağı gibi şuurlu bir huşu ve ruhi hazırlık olmadan da sahih olmaz:



“Yazıklar olsuno namaz kılanara ki namazlarında yanılırlar” (Maun: 107/4)



“Gerçekte de mü’minler felah buldular. Onlar ki namazlarını huşu ile kılarlar” (Müminun: 23/1-2)



Oruç bedenin yemek ve içmekten alıkonmasıdır. Duygu temizliği ve ruh enginliğinin yanısıra açlık ve susuzluğa tahammüldür. Bu iki usnsurdan birisi olmadan oruç sahih olmaz. Beden mübah olan yiyecek, içecek ve eğlencelerden imtina etmedikçe oruç sahih olmayacağı gibi takva duygusuyla ruh temizlenmedikçe, sövüp saymak gibi göz dil ve el azgınlığından sakınılmadıkça da tam manasıyla sahih olmaz:



“Ey iman edenler sizden öncekilere farz kılındığı gibi size de oruç farz kılındı ta ki sakınasınız diye” (Bakara: 2/183)



“Oruç bir sakınmadır. Sizden biriniz oruçlu olduğunuz zaman haddi aşmasın ve kimseye sataşmasın. Eğer birisi ona küfredecek olursa veya döğüşecek olursa “ben oruçluyum, ben oruçluyum” desin.”9



(9) Kütübü Sitte’nin hepsinde de rivayet edilmiştir.



“Kim yalan sözü ve onunla amel etmeyi bırakmazsa onun yiyeceğini ve içeceğini bırakmasına Allah’ın ihtiyacı yoktur.”10



(10) Buhari



Zekat ta ruhi temizliğin yanı sıra eda edilmesi gereken maddi bir ameldir. Bu iki unsurdan birisi olmadan sahih olmaz. Temiz niyete eda fiili eşlik etmezse sahih olmayacağı gibi insanın malik olduğu ayni ve nakdi eşyada fakirlerin yararına olan vermesi ve infak gibi şartlarda yerini bulmadan olmaz.



“Onların mallarından kendilerini temizleyecek ve arıtacak zekat al.” (Tevbe: 9/103)



“Ey iman edenler malını insanlara gösteriş için infak den, Allaha ve ahiret gününe inanmayanlar gibi sadakalarınızı minnet ve eza ile ibtal etmeyiniz.” ( Bakara: 2/264)



“Ey iman edenler, kazandıklarınızın ve sizin için yerden çıkardığımız ürünlerin en helal olanından ve iyisinden Allah için harcayın. Kendinizin ancak göz yumarak alabileceğiniz düşük ve bayağı şeyleri vermeye kalkışmayın.” (Bakara: 2/267)



Hac ta böyledir. Hem bedeni hem de ruhi bir ibadettir. İki unsurdan birisi olmadan diğeri sahih olmaz. Sefer ve nakil gibi bedenle ilgili hareketler olmadan sahih olmayacağı gibi temizlik, takva ve huşu da hakim olmadan sahih olmaz.



“Hac ayları bilinen aylardır. Kim o aylarda üzerine farz kılarsa artık kadına yaklaşmak, günah yapmak ve kavga etmek yoktur.Siz ne hayır yaparsanız Allah onu bilir.” (Bakara: 2/197)



Böylece amelle ibadet birleştiriliyor ve birbirine bağlanıyor. Tıpkı insanın bünyesindeki ruh ile cesedin birleştirilmesi ve birbirine bağlanması gibi.



İsalamda maddi değerlerle manevi değerler de birbiriyle alakalıdırlar.



Maddi üretimle iktisadi nizam onlara hükmeden manevi değerlerden ayrı mütala edilmez.



“Sizden biriniz bir iş yaptığınız zaman ahde titizlik göstermenizi Allah sever.”



Malın insanlar arasında iyice dağıtılması gerekir:



“Ta ki sizlerden zenginler arasında bir devlet olmasın diye”( Haşr:59/7)



Ahlak ta alış veriş mal ve mülk sahibi olma, istihsal yapma gibi iktisadi ameliyelerle yakından ilişkili bir unsurdur. “Alış veriş yaptığı zaman ve hüküm verdiği zaman müsamahakar davranan kimseye Allah rahmet etsin.”11



(11) Buhari ve Tirmizii



Faiz kesinlikle ve şiddetle yasaklanmıştır. Çünkü muhtevasında sosyal ve iktisadi zulüm unsurları taşımaktadır. Faiz yasağıyla Allah’ın gazabı arasında irtibat kurulmakta ve Allah ve Resulüne karşı girişilmiş bir harb olarak nitelendirmektedir:



“Faiz yiyen kimseler, şeytan çarpan kimseler nasıl kalkarsa öyle kalkarlar. Bu onların: “zaten alış veriş faiz demektir” demelerinden dolayıdır. Halbuki Allah aışverişi helal, fazi haram kılmıştır. Kime Rabbinden bir öğüt gelir de faizcilikten vaz geçerse geçmiş olanlar kensine ve hakkındaki hükmü Allaha aittir. Kim de tekrar dönerse onlar cehennem yaranıdırlar. Ve orada ebediyyen kalacaklardır.



Allah faizi eksiltir ve sadakaları arttırır. Ve Allah küfranı nimette bulunan günahkar herkesi sevmez.



İman edip salih amel işleyenlerin,namaz kılıp zekat verenlerin Rabları katında mükafatları vardır onlar için korku yoktur. Ve üzülecek te değillerdir.



Ey iman edenler Allah’tan korkun.Eğer müminlerden iseniz faizden kalanı bırakın.



Böyle yapmazsanız, bunun Allaha ve peygamberine karşı bir harp olduğunu bilin. Şayet tövbe ederseniz sermayeniz sizindir. Hem haksızlık yapmış, hem dehaksızlığa uğratılmış olmazsınız.



“Borçlu darda ise kolaylığa kadar beklemelidir. Bununla beraber eğer bilirseniz, sadaka olarak bağışlamanız sizin için daha hayırlıdır.” (Bakara: 2/275-280)



İhtikar tamamen lanetlenmiştir: “Kim ihtikar yaparsa hata etmiştir.”12



(12) Müslim, Ebu Davud, Tirmizi



Böylece iktisadi muamelelerle ahlaki ve ruhi değerler irleştirilyor. Hayatın içinde ve ruhun derinliklerinde olduğu gibi birbiriyle bağlantılı olarak ele alınıyor.



İslamda dünya ile ahiret, gökle yer birbirine bağlanıyor.



Dünya bedenin ahiret te ruhun ülkesi değildir... Bilakis her ikisininde ülkesi dünyadır. Bu upuzunbir yolculuktur ki dünya ile başlar, ahiret ile son bulur...Hem de hiç fasılaya uğramaksızın... İnsan da insan olması nedeniyle bu yolculuğu baştan sona kadar yapar.



Bu noktada da İslam bütünüyle açıktır. Kur’anı Kerimin bütün hükümleri yeryüzündeki insanlaradır. Ahiret günün hadiselerini dile getiren kıyamet sahneleri dünya ile ahireti kuvvetli olarak birbirine bağlar. Ve bu bağlantı o kadar pekiştirilmiş olarak serilir ki gözlerimizin önüne insan kalbinde her ikisinin de bir olduğu ve aralarında fasıla bulunmadığı hissini verir.



İnsana dünyada yaptığ her işte “Allah’tan kork ve ahiret gününden sakın” denir. Yeryüzünde yapılan her işte ahiret hatırlatır.



“Her nefis yarına ne hazırladığını düşünsün.” (Haşr: 59/18)



“Nasıl... onları gelmesinde şüphe bulunmayan bir günde topladığımız ve herkesin kazandığını eksiksiz kendisine verdiğimiz gün.” (Al-i imran: 3/25)



“O gün ki herkes hayırdan ne işlemişse hazır bulur, kötülükten ne yapmışsa onu da hazır bulur. Kötülükle kendisin arasında uzun bir mesafenin bulunmasını arzu eder.” (Al-i imran 3/30)



“Alış verişin bulunmadığı o gün gelmeden evvel size verdiğimiz rızıktan infak edin” (Bakara: 2/254)



“Allaha ve ahiret gününe inanırlar. Marufu emreder ve münkerden nehyederler.” (Al-i imran: 3/114)



“Kıyamet gününde cimrilik ettikleri şeylerle çevreleneceklerdir.” (Al-i imran: 3/180)



“Her nefis ölümü tadacaktır. Ve  ücretleriniz kıyamet günü verilecektir.”



“Deki o, dünya hayatında iken inanmış olanlara mahsustur kıyamet günü.” (Rum: 30/30)



İslam bunu yaparken doğrudan doğruya fıtrat ile birlikte hareket eder. Evet Allahın yarattığı normal fıtrat ile:



“Allahın fıtratı... İnsanları onun üzerinde yarattı. Allahın yarattıklarında bir değişiklik yoktur. İşte en doğru din.” (Rum:30/30)



Mucize diye vasıflandırılacak bir derecede eşsiz olarak insan bünyesine uygun gelir bu nizam. Allah insanı eşsiz birvarlık olarak yaratmış. Ve ona bu eşsiz nizamı yollamıştır. Oldukça uzun tafsilatlı ve inceliklerle dolu mazbut bir nizamdır, insan bünyesinden neşet ve beşer hayatındaki faaliyetlerin hepsini içine alır.