MİLLİYETÇİLİK

Ulusçuluk, kavmiyetçilik, asabiyet, suubiye, nasyonalizm.



Ulusal değerleri evrensel değerlerin üstünde tutan, ulusa bağlılığın evrensel değerlere bağlılıktan, ulusal çıkarların bireysel çıkarlardan daha önemli olduğunu öne süren anlayış ve yaklaşımların genel adı. Kendi ulusunu sevip onu yüceltmeyi amaçlamaktan, kendi ırkını diger tüm ırklara üstün görerek onları egemenliği altına alma isteğine kadar uzanan çesitli biçimlerinden söz edilebilir. Bu nedenle, belli bir siyasal program ya da doktrinden çok, böylesi program ve doktrinleri esas kabul eden tüm siyasal anlayışları dile getirir.



Ülkemizde, hemen her alanda yaşanan kavram kargaşası, kendini "milleyetçilik" kavramında da belli etmektedir. Bu nedenle öncelikle kavramla adı arasındaki tutarsızlık ve çeliskiyi belirlemek gerekir. Millet kelimesi, Kur'anı anlamlandırmayla din" ve "şeriat" kelimeleriyle aynı anlamı dile getirir. Kelime ancak mecazi olarak belli bir toplumu dile getirmek üzere kullanılabilir. Ama bu durumda da, doğal olarak bir kabileyi, ırk ya da ulusu değil, gerçek anlamının belirlediği din ve şeriata inanan, bağlanan insanların tümünü belirtir: Buna göre kelimenin türevi olan milliyet, insanların kendisine bağlandığı din ve şeriati ifade eder. Milliyetçilik ise, aynı din ve şeriata bağlılığın adıdır. Oysa günümüzdeki yaygın kullanımında kelimeye, asli anlamı görmezden gelinerek, "ulus" anlamı yüklenmekte ve büyük bir karışıklığa neden olunmaktadır. Çünkü "ulus" belli bir inancı, din ve şeriati değil; bir soydan gelen insanları belirtir. Bu nedenle, bir ulusa bağlığı temel alan anlayış ve yaklaşımlar milliyetçilik kelimesiyle değil, anlamına uygun biçimde ulusçuluk ya da kavmiyetçilik kelimeleriyle isimlendirilebilir.



İslam öncesi Arap toplumunda kan bağının ve yakınlığının temel alındığı merkezden çevreye doğru genişleyen güçlü bir ulusçuluk egemendi. Asabiyet olarak adlandırılan ulusçu yaklaşımlar, toplumu, merkez kabul edilen aileden ulusa doğru genişleyen çeşitli kategorilere ayırıyordu. Asabiyetin en şiddetli biçimi, Fasile denilen aile bireyleri arasında görülüyordu. Akraba ailelerin birliği, Fahz adını alan ikinci kategoriyi oluşturuyordu. Yine belirleyici ilke kan bağı olmak üzere Fahzlar Batn'ları, Batn'lar Amere'leri, Amere'ler Kabile'leri ve Kabile'ler de Şa'b'ları meydana getiriyor ve böylece ulus bütünlüğüne (Şuub) ulaşılıyordu. Bu bölümlemeye uygun olarak bağlılık duygusu en yakından uzağa, ulusa doğru genişliyordu. Çağdaş anlamda siyasal bir anlayışı temellendirmese de asabiyet duygusu tüm bireysel ve toplumsal ilişkilerde belirleyici bir rol oynuyordu. Bir aileye, bir kabileye ya da şa'ba bağlılık her şeyin önüne geçiyor, tüm değerlerin üstünde tutuluyordu.



İslam kan bağının, akrabalığın, ilişkilerinin önemini inkar etmedi. Bunları kabul ederek bağların güçlendirilmesini, ilişkilerin geliştirilmesini öngördü. Bu nedenle Kur'an'da mü'minler akrabalık bağlarının kesilmesi konusunda sakındırılır: ".. Allah'tan ve akrabalık (bağlarını kırmak)tan sakının" (en-Nisa, 4/1). Mü'minler, münafıklar örneğiyle böyle bir davranış ihtimaline karşı şiddetle uyarılır: "Demek iş başına gelecek olursanız, yeryüzünde bozgunculuk yapacak, akrabalık bağlarını koparacaksınız öyle mi? Onlar Allah'ın lânetleyip sağırlaştırdığı, gözlerini kör ettiği kimselerdir" (Muhammed 47/22-23). Kur'an'a göre mü'minler kardeştirler (el-Hucurât, 49/10) ama; akrabalar birbirine daha da yakındır: "Rahim sahipleri (kan akrabaları) Allah'ın kitabına göre birbirine daha yakındırlar" (el-Enfal, 8/75). "Rahim sahipleri (anne tarafından akrabalar) da Allah'ın kitabında birbirlerine öteki mü'minlerden ve muhacirlerden daha yakındırlar" (el-Ahzab, 33/6). Bu nedenle birbirlerinin mirası hakkında öncelikle hak sahibidirler. Ancak bunun dışında da akrabaların gözetilmesi, onlara yardım edilmesi gerekir: "Allah adaleti, ihsanı, akrabaya vermeyi emreder" (en-Nahl, 16/90). "Sizden fazilet ve servet sahibi kimseler, yakınlığı bulunanlara, yoksullara, Allah yolunda göç edenlere birşey vermemeye yemin etmesinler..." (en-Nur, 24/22). Akrabalık bireye daha başka görev, yetki ve sorumluluklar da yükler. Sözgelimi haksız yere öldürülen kişilerin yakınları katilin cezalandırılması konusunda yetki sahibidirler: "Kim zulmen öldürülürse, onun velisi (olan mirasçısı)na yetki vermişizdir" (el-İsra,17/33). Hz. Peygamber (s.a.s)'in uygulamaları gereğince de, hata yoluyla olan öldürmelerde, suçlunun ödemesi gereken diyet yakınlarınca ödenir.



Bununla birlikte İslâm, akrabalık bağlarının, giderek ulusal bağların toplumu belirleyecek, ilişkileri düzenleyecek başlıca ilke sayılmasına izin vermez. İslam'ın öngördüğü toplum kan bağı, soy ya da çıkar birliği gibi maddi temeller üzerine kurulamaz; insanların doğal biçimde ve iradeleri dışında sahip oldukları nitelikler İslâm toplumunun belirleyici ilkesi olamaz. İslâm'a göre toplumun oluşmasında, bireysel ve toplumsal ilişkilerin düzenlenmesinde belirleyici tek ilke, insanların özgür iradeleriyle seçerek başlandıkları akidedir. İnanç bağı İslâm toplumunun temelini oluşturur. Tüm bireysel ve toplumsal şart ve nitelikler ancak bu ortak inanç, ortak bağ içerisinde bir anlam kazanır. İnancın birleştirmediği insanlar arasındaki kan yakınlığı, soy birliği gibi tüm bağlar anlamını, geçerliliğini yitirir. Kur'an bu olguyu Hz. Nuh'un kıssası ile açık ve kesin biçimde gözler önüne serer. Aynı inancı paylaşmayan insanlar, aynı toplumun değil, aynı ailenin bile üyesi sayılamazlar: "Nuh seslendi; Rabb'im! dedi; oğlum benim ailemdendir, senin sözün elbette haktır ve sen hakimlerin hakimisin! (Rabb'i), 'Ey Nuh' dedi, o senin ailenden değildir. O(nun yaptığı) yaramaz iştir. Bilemediğin şeyi benden isteme. Sana cahillerden olmamanı öğütlerim" (Hud,11/45-46). İnanç birliği gerçekleşmedikçe, kan bağının en güçlü olduğu aile bireyleri arasındaki bağlar bile kopar, karşılıklı haklar ve yükümlülükler sona erer: "Allah'a ve ahiret gününe inanan bir toplumun babaları, oğulları, kardeşleri ya da akrabaları da olsa, Allah'a ve Resulüne düşman olanlarla dostluk ettiğini görmezsin" (el-Mücadele, 58/22). "Ey insanlar, eğer imana karşı küfrü seviyorlarsa, babalarınızı ve kardeşlerinizi veliler edinmeyin. Sizden kim onları veli edinirse, işte zalimler onlardır" (et-Tevbe, 9/23).



İslâm'a göre, uluslar büyük insanlık ailesinin bireyleri gibidir. Çünkü tüm insanlar aynı anne-babadan türemişlerdir. Farklı şartlara, niteliklere sahip toplumlar halinde ayrılmalarının amacı, tanışmaları, yardımlaşmaları, dayanışmalarıdır: "Ey insanlar! Biz sizi bir erkek ve bir kadından yarattık ve birbirinizi tanımanız için uluslara, kabilelere ayırdık" (el-Hucurât, 49/13). Bütün bu uluslar, kabileler içinden Allah'ın öngördüğü inanç çevresinde toplananlar birbirlerinin kardeşidirler ve soyları, dilleri, renkleri ne olursa olsun, tek bir ümmet, tek bir millet oluştururlar: Muhakkak mü'minler kardeştirler" (el-Hucurât, 49/10). Allah yanında herhangi bir ulusun diğerinden, herhangi bir insanın diğer bir insandan doğal ve maddi nitelikleri nedeniyle bir üstünlüğü yoktur. Üstünlük yalnızca bağlandığı inancın buyruklarını yerine getirme ve yasaklarından sakınma konusundaki titizlikten kaynaklanır: Allah yanında en üstün olanınız en muttaki olanınızdır" (el-Hucurât, 49/13). Mü'minler yalnız birbirlerini dost edinirler ve yalnız birbirlerinin velisidirler: "Onlar ki inandılar, hicret ettiler, Allah yolunda mallarıyla, canlarıyla savaştılar ve onlar ki (yurtlarına göçenleri) barındırdılar ve yardım ettiler işte onlar birbirlerinin velisidirler" (el-Enfal, 8/72). İnanan erkekler ve inanan kadınlar birbirlerinin velisidirler" (et-Tevbe, 9/71). Buna karşılık bir mü'min, bir kâfirle velâyet ilişkisi kuramaz: "Ey inananlar! Kendinizden başkasını kendinize veli edinmeyin. Onlar sizi bozmaktan geri durmazlar" (Alu İmran, 3/118). "Ey iman edenler! Mü'minleri bırakıp kâfirleri veli edinmeyin. Allah'a aleyhinizde olacak açık bir delil vermek mi istiyorsunuz?" (en-Nisa, 4/144).



Hz. Peygamber (s.a.s)'de, söz ve davranışlarıyla hayatı boyunca ulusçu anlayış ve davranışları, cahili yönelişler olduğunu vurgulayarak mahkum etmiş; özellikle belli bir ulusa mensubiyetin üstünlük nedeni sayılmasını, insan ve toplum hayatında belirleyici ilke olarak kabul edilmesini şiddetle reddetmiştir. Veda hutbesinde bu konuda şöyle buyurmuştur: "Ey insanlar! Biliniz ki, Rabb'iniz birdir; biliniz ki, babanız da birdir. Biliniz ki, hiç bir Arabın Arap olmayana, hiçbir Arap olmayanın da Arap üzerine; aynı şekilde hiçbir siyahinin siyah olmayan, hiç bir siyah olmayanın da siyah olan üzerine üstünlüğü yoktur. Takva ile olan üstünlük müstesna, " Hz. Peygamber (s.a.s) diğer bir hadislerinde de ulusculuğun İslam dışı bir anlayış olduğunu kesin bir dille açıklar: "İnsanları bir asabiyet için toplanmaya çağıran, bir asabiyet için savaşan ve asabiyet uğrunda ölen bizden değildir. Bu ölüm cahiliye ölümüdür" (Müslim, İmare, 57; Nesaî, Tahrinı, 28; İbn Mace, Filen, 7). Çünkü tüm bu davranışlar cahili toplumlara özgüdür, cahili inanç ve düşüncelerden kaynaklanır. Bu nedenle İslâm dışıdır ve kokuşmuştur: "Onu (ulusçu düşünce ve davranışları) bırakınız, çünkü o kokuşmuştur. "



İslâm'ın bu kesin tavrına rağmen ulusçuluk Raşid Halifeler döneminden sonra yeniden ortaya çıktı. İktidarları boyunca Emeviler, Araplar içinde Kureyşiliği, Arap olmayanlara karşı da Araplığı öne çıkaran uluscu bir politika izlediler. Arap olmayan Müslümanları genel olarak Mevali (azad edilmiş köleler) biçiminde adlandıran Emevilerin bu ulusçu politikaları hemen her alanda kendini şiddetle duyurdu. Sözgelimi yaygın biçimde Arapların diğer uluslardan üstün yaratıldığına inanılıyor, Arap olmayan Müslümanlara hizmetçi gözüyle bakıyordu. Arap olmayanların kadılık görevine getirilmesi hoş karşılanmıyor, önden geçmesi halinde yalnız eşek, köpek ve mevaliden birinin namazı keseceği kabul ediliyordu. Bir mevlaya denk sayılmadığı için kız verilmiyor, birlikte yürünürken mevalinin ancak arkadan gelmesine izin veriliyor, Araplar yemek yerken mevali ayakta bekletiliyordu. Çoğalarak Arap egemenliğine son verebilecekleri gerekmesiyle Arap olmayan Müslümanların bir bölümünün ortadan kaldırılması bile düşünülebiliyordu.



Emeviler yönetiminin ulusçu politikaları, diğer müslüman kesimlerde, özellikle İranlılarla Türkler arasında haklı bir tepkiye neden oldu. Bu tepkiler Şuubiye olarak adlandırılan ulusçu hareketleri doğurdu. Emevilerin baskıcı yönetimleri bu hareketlerin örgütlü bir etkinlik durumuna dönüşmesine izin vermediyse de, ulusçu yönelişler giderek genişleyen bir muhalefet cephesi oluşturdu. Bu nedenle Abbasilerin başlattığı propaganda çalışmalarına ilk olumlu tepki İranlılar ile Türklerden geldi. Geniş bir kitleye sahip olan bu kesimler Emevilerin iktidarına son verilerek Abbasilerin yönetimi ele geçirmelerinde önemli bir rol oynadılar. Abbasiler döneminde ulusçu politikalara önemli ölçüde son verilmesi, İranlılarla Türklere yönetim kademelerinde yer verilmesi üzerine Şuubiye hareketi siyasal niteliğinden uzaklaşarak kültürel bir nitelik kazandı. Özellikle İranlı sanatçılar, Arap kültürüne karşı eski İran kültür ve sanatını canlandırmaya yönelik eserler meydana getirdiler. Bundan böyle İslam devletleri içinde, özellikle Selçuklu ve Osmanlı dönemlerinde siyasal amaçlı ulusçuluk eğilimleri görülmedi. Bu durum on dokuzuncu yüzyılın sonlarına değin sürdü.



Avrupa'da on sekizinci yüzyılda ortaya çıkarak hızla gelişen, siyasal bağlılığın temelinde ulusların varlığı varsayımına dayalı ulusçuluk, Osmanlı devleti içinde de yankı uyandırdı. Önce Balkanlarda yaşayan gayri müslim ulusları etkileyen bu hareketler zamanla bir yandan Türk aydın ve politikacılarını, diğer yandan da Arapları etkisi altına aldı. Özellikle İttihad ve Terakki yönetiminin ulusçu uygulamaları ve imparatorluğu parçalamayı amaçlayan Avrupalıların çalışmaları sonunda Araplar arasında ayrıkçı ulusal hareketler güç kazandı. I. Dünya Savaşı'nın arkasından Osmanlı imparatorluğu parçalanarak yerini çok sayıda ulusal devlete bıraktı. II. Meşrutiyet'ten sonra güç kazanan Türkçü-Turancı çizgideki ulusçuluk anlayışı, Anadolu'da kurulan yeni Türk devletinin siyasal ve ideolojik temelini oluşturdu.



Cumhuriyet döneminde etkili olan ulusçuluk anlayışı Ziya Gökalp tarafından sistemleştirilmişti. Ulusçuluğun en üstün ideal olduğu kabulüne dayanan bu anlayışa göre bireyin mutlak bir değeri yoktur. Birey ancak ulusunu temsil ettiği ölçüde saygınlık kazanır. Ulus yalnız bireyin değil, ailenin ve insanlığın da üstünde yer alır. İslâm bağımsız manevi bir güç olarak kabul edilemez. İslâmî değerler yalnız Türk kültürü içinde eridikleri oranda bir önem taşırlar. Bu. nedenle din ile devlet birbirinden ayrılmalı, yasama hakkı devlete aktarılmalıdır. Dine dayalı her tür kurum ve kural ortadan kaldırılmalı, Batı uygarlığı içinde yer alabilmek için din ve uygarlık arasındaki ilişki koparılmalıdır.



Parlamentarizm döneminde ulusçuluk devletin resmi görüşünü oluşturmasına karşın, çeşitli ulusal öğeleri öne çıkaran farklı ulusçuluk anlayışları da ortaya çıktı. Türk ırkının üstünlüğü varsayımına dayanan, tüm Türklerin birleşmesini amaçlayan Irkçı-Turancı ulusçuluk anlayışının yanısıra dini değerleri, kültürü, tarihi ve coğrafyayı temel alan ulusçuluk anlayışları da savunuldu. Bütün bu anlayışlar günümüzde de siyasal, ideolojik ya da kültürel platformlarda etkinliğini belli ölçülerde sürdürmektedirler.



Ahmet ÖZALP