KERÂMET

Değerli, üstün, güzel ve ikrâm. İstilahda; "mü'min ve salih kimsenin eli üzere cereyan eden harikulâde hal" anlamındadır.



Bazı âlimler, harikulâdelik şartını koşmaksızın Allah'ın evliyaya her türlü ikramına kerâmet ismini vermişlerdir (Seyyid Sabık, el-Akidetü'l İslamiyye, Beyrut (ty), s. 24). Burada "harikulâde hal"den maksat, vuku buları olayın, genel-geçer tabiat kanunlarının dışında cereyan etmesidir.



Haddizatında kâinata hâkim olan düzen ve intizam, harikuladelikten çok daha mükemmel bir olaydır. Bu sebepledir ki yüce Allah: "Eğer her ikisinde-yerde ve gökte- Allah'tan başka ilahlar bulunsaydı, onların her ikisi de harap olurdu" (el-Enbiyâ, 21/22) buyurarak kâinata hâkim olan düzen ve intizâmı kendi birliğine delil getirmiştir. Harikulâdeliğin insanlar tarafından önemsenmesi, her gün onları müşâhede etmeleri sebebiyle kâinata hâkim olan bu mükemmel kanunlara karşı alışkanlık kazanmalarından kaynaklanmaktadır.



Tabiat kanunlarının yaratısı Allah olduğuna göre onları değiştirmek de O'nun kudretindedir "Göklerin ve yerin hükümranlığı Allah'ındır. Allah, her şeye kadirdir" (Âlu İmrân, 3/189). O halde harikulâdeliğin mümkün olup olmadığını tesbit etmek için O'nun bize gönderdiği kitaba müracaat etmemiz gerekir.



İlimler, özellikle Meryem sûresinin 24-26. âyetlerini, Kehf sûresinin 16-17. âyetlerini ve Âlu İmrân sûresinin 37. âyetini kerâmete delil olarak zikrederler (bk. Râzî, et- Tefsiru'l Kebîr, Tahran (t.y), VIII, 30; EbusSuûd, İrşâdü'l-Akli's-Selîm, Kahire (t.y), II, 31; Tabatabâî, el-Mizân fi Tefsîri'l-Kur'an, Kum (t.y), III, 174-175)



Hz. Süleyman'ın vezirlerinden birinin Belkıs'ın tahtını Yemen'den Filistin'e göz açıp kapamadan getirmesi (en-Neml, 27/40), Kehf sûresinde anlatıları ashâb-ı kehf kıssası salih insanların kerâmetine örnektir (el-Kehf, 18/9-25). Meryem sûresinde Hz. Meryem'in kuru hurma ağacını sallaması sonucu yaş hurmaların düşmesi hadisesi de Hz. Meryem'in kerametlerindendir. (Meryem, 19/19).



Hadis-i şeriflerde bu konudaki rivayetler ise şöyledir: Abd b. Cüveyîn henüz beşikte olan bir çocukla konuşması (Buhârî, Enbiyâ, 48). Sahibiyle konuşan inek kıssası (Buhârı, Enbiya, 54). Hz. Ömer'in Medine'den Nihavend'deki İslam ordusunun kumandanı Sariye "dağa çık diye seslenmesi" ve Sariye'nin bunu duyması (Aclûnî, Keşfu'l-Hafa, II, 380-381).



Allahu Teâlâ Âlu İmrân sûresindeki âyet-i kerîmede şöyle buyurmaktadır: "Bunun üzerine Rabb'ı onu Meryem'i- güzel bir şekilde kabul etti. Onu güzel bir bitki gibi yetiştirdi. Zekeriyya'yı da ona bakmağa memur etti. Zekeriyyâ ne zaman (Meryem'in bulunduğu) mikraba girdiyse onun yanında bir yiyecek buldu: 'Ey Meryem, bu sana nereden geliyor?' dedi. O da: 'Bu Allah tarafından. Şüphesiz Allah, dilediğine hesapsız rızık verir' dedi.' (Âlu İmrân, 3/37).



Âyette Hz. Meryem'e verilen bir rızıktan bahsediliyor. Üzerinde duracağımız husus, bu rızkın nereden gelmiş olabileceğidir. Tabiî yollardan mıydı, yani tabiat kanunlarına uygun bir şekilde mi, yoksa harikulâde bir yoldan mı geliyordu? Âyetin ifade uslûbu ve onu takip eden âyette Hz. Zekeriyya'nın duası, rızkın harikulâde gelmiş olduğunu destekler mahiyettedir. Şöyle ki: Eğer harikulâde bir yoldan gelmemiş olsaydı, bunun Hz. Meryem'i övme makamında zikredilmesinin bir anlamı olmazdı (Râzî, a.g.e, VIII, 30; Âlûsî, Rûhu'l-Meânî, Beyrut (t.y.), III. 144).



Hz. Zekeriyyâ'nın duası meselesine gelince, Hz. Zekeriyyâ yaşlanmış ve hanımı da çocuk getirmekten kesilmişti (Âlû İmrân, 3/40). Ancak Hz. Meryem'e gönderilen bu rızka şahit olunca: "Rabbim bana katından temiz bir nesil ver. Sen duayı işitensin" (Âlu İmrân, 3/38). Şeklinde dua etmiştir. Onun oracıkta bu dua ile Allah'tan kendisine temiz bir nesil vermeyi istendiğinde bulunması anlamlıdır. Birçok müfessirin de belirttiği gibi, Hz. Meryem için vukubulan bu olağanüstü hadiseyi görünce, hanımı çok yaslanmış ve çocuktan kesilmiş olmasına rağmen bir çocuklarının olması arzusu içine düşmüş ve Allah'a bu niyazda bulunmuştur (Fahrüddin er-Razî, a.g.e, VIII, 30; Ebu's-Suûd, II, 31).



Ayrıca rızık kelimesi âyette nekre (belirsiz) olarak zikredilmektedir ki bu, o rızkı tazime delalet eder. Yani alışılmışın ve beklenenin dışında bir rızık olduğuna işaret vardır (Râzı; a.g.e., VIII, 30; Ebu's-Suûd, a.g.e., II, 30).



Netice olarak bir harikulâdelikten bahsedilmektedir. Salih bir kimsenin eli üzere bir harikulâdeliğin yani kerâmetin vuku bulması mümkündür. Ancak kerâmetin hak olması, her velinin bu türden kerâmetlerinin mevcut olmasını gerektirmez. Velâyet, bu tür bir olağanüstülüğe muhtaç değildir (İbn Ebi'l-İzz el-Hanefî, Şerhu Akide fi't-Tahâviyye, Beyrut 1392 s. 561). Nitekim sahabeden birçoğunun bu tür bir kerâmeti yoktur (Muhammed Fahr Şakfe, et-Tasavvuf Beyne'l Hakk ve'l-Halk, Suriye 1971, s. 103).



Kerâmet hak olmakla birlikte, halkın bu tür olaylara aşırı merak duymaları ve kimi çevrelerin şeyhlerinin propagandası için kerâmet konusunu basamak olarak kullanmaları, kerâmeti olduğundan farklı sınırlara taşımıştır. Gerek Kur'an'dan ve gerek Sünnet'ten keramete delil olarak zikredilen nasslar incelendiğinde bu tür olağanüstülüklerin, ancak salih kişinin bir sıkıntıyla karşı karşıya kalması durumunda sözkonusu olabildiği, her zaman böyle bir şeyin vuku bulmadığı görülecektir. Ayrıca böyle bir kerâmetin vuku bulması, salih kişinin ne iradesi ve ne de bilgisi dahilinde olan bir husustur. Vuku bulduğunda da, salih kişinin o sıkıntısını hafifletmek veya yok etmek; o sıkıntıyı atlatmak için bir çıkış yolu şeklindedir.



Kerâmetin çekildiği en tehlikeli alanlardan biri, hiç şüphesiz, salih kişinin gaybı bildiği, kalbleri okuduğu şeklindeki kanaattır.



Keramet ve gaybı bilme meselesi:



Gaybı bilmekle ilgili iddianın asıl adı "keşf" olmakla birlikte bunun mümkün olduğu savunulurken hareket noktası kerâmet olarak gösterilmektedir.



Her insanın vukuundan önce hissettiği birtakım olaylar olmuştur. Ancak olay vuku bulmazdan önce kişideki o his, bilgi derecesine ulaşır mı? Ya da salih kişilerde bu his, bilgi derecesinde kesinlik kazanır mı? Bu soruya İslâm dini açısından cevap arıyorsak elbette müracaat edeceğimiz kaynak, Kur'an-ı Kerim olacaktır. Yüce Allah gayb bilgisiyle ilgili olarak şöyle buyurmaktadır:



"Gaybın anahtarı O'nun yanındadır. Onları O'ndan başkası bilemez" (el-En'am, 6/59)."De ki: Göklerde ve yerde Allah'tan başka kimse gaybı bilemez" (en-Neml, 27/63). Bu âyetler, Allah'tan başka kimsenin gaybı bilemeyeceğini açık açık ifade etmektedir. O halde mesele, Allah'ın gaybı insanlara bildirip bildirmeyeceğinde düğümlenmektedir. Yüce Allah gayb bilgisiyle ilgili olarak şöyle buyurmaktadır: "(O bütün) gaybı balendir, gaybına kimseyi muttali kılmaz. Ancak peygamberlerden, bildirmek istediği bunun dışındadır" (Cin, 72/26-27).



Âyet, bu konuda peygamberleri istisnâ etmekte ve onların bilmesini de, Allah'ın irâde ve dilemesine bağlamaktadır. Allah, gayb konusunda peygamberlerine neyi bildirirse, sadece onu bilirler, onun dışında kalanı onlar da bilemezler. Nitekim Kur'an-ı Kerim'de peygamberimizin dili üzere şöyle buyurulmaktadır.



"De ki: 'Ben size, Allah'ın hazineleri yanımdadır, demiyorum. Gaybı da bilmem; size ben meleğim de demiyorum. Ben, sadece bana vahyolunana uyuyorum. 'De ki: 'Körle gören bir olur mu? Düşünmüyor musunuz?" (el-En'âm, 6/50).



Kalb okuma meselesine gelince, bunun da mümkün olmadığı nasslarda açıkça belirtilmiştir. Savaşta yere düştükten sonra kelime-i şehadeti getiren kişiyi öldüren Halid b. Velid'i hesaba çeken Peygamber (s.a.s) Hz. Halid'in: "Korktu da bundan dolayı kelime-i şehadeti getirdi" demesi üzerine Peygamber (s.a.s): "Kalbini yarıp baktın mı?" diyerek kalbdekine muttali olmanın mümkün olmadığını bildirmiştir (Ebû Dâvud, Cihad, 95; İbn Mâce, Fiten, 1).



Hz. Ömer, Medine'de bir cenaze olduğunda Hz. Peygamber (s.a.s)'den münafıklar hakkında bilgi sahibi olan Huzeyfe b. Yemân'ı gözetler ve onu cemaat arasında görmezse ölünün münafık olmasından şüphelenerek cenaze namazına katılmazdı (Tecrid-i Sarîh Tercemesi ve Şerhi, Ankara 1972, II, 468). Demek ki Hz. Ömer (r.a) da kimsenin kalbini okumuş değildir.



Netice itibariyle kerâmetin sınırlarını gaybı bilmek ya da kalb okumak gibi sınırlara kadar genişletmek, nasslarla bağdaşmayan bir durumdur.



Bu konudaki bir diğer mütalaa Hz. Peygamber bir hadis-i serifinde "mü'minin ferasetinden sakının Çünkü o Allah'ın nuru ile bakar" (Tirmizî, Tefsîru sûre, 15/6). Âyet-i kerimesinde işaret edildiği gibi, salih bir mü'min ferasetiyle karşısındakinin bazı durumlarını sezebilir. Nitekim yolda yürürken bir kadına bakan bir adam Hz. Osman'ın yanına girince, Hz. Osman (r.a) "biriniz içeri giriyor ve iki gözünde zina eseri gözüküyor" der. Bunun üzerine adam "Rasûlullah'dan sonra bir vahiy mi geliyor yoksa" diye sorar. Hz. Osman "hayır, ancak mü'minin feraseti vardır" der (Nebhânî, Huccetu'l-lahi 'ale'l-Alemîn, s. 862).



Durum bu noktadan değerlendirilince gaybı bilmenin sınırlarının iyi belirlenmesi gerekir. Yukarıda verilen ölçüler çerçevesinde diyebiliriz ki. her hangi bir kimseyi harikulade olaylar göstermesi nedeniyle, onun veli olduğuna hüküm veremeyiz. Gösterdiği olağanüstü halin de kerâmet olduğunu kabul edemeyiz. Önce bu kimsenin İslâm'a bağlılık derecesine ve Allah'ın şerîatına bağlılık noktasına bakarız. Hakkında hükmümüzü öyle veririz. Nitekim herhangi meşru bir sebebe dayanmaksızın keramet izharına kalkışan kimsenin bu haline iyi gözle bakılmamış kötü görülmüştür. Halbuki en büyük kerâmet, Allah'ın şerîatı üzerinde istikamete olmaktır.



Abdullah et Tüsterî (r.a)'nin yanında kerametten söz edildiğinde şöyle der: "Ne kerâmeti, ne âyeti? Bir takım şeyler ki, zamanı geliyor, Allah (c.c) vakti geldiği için onları ortaya çıkarıyor. Fakat kerâmetin en büyüğü bilesiniz ki, budur: Kendisinde bulunan kötü huylarını, övgüye layık olan iyi huylarla değiştirmendir." Ebu'l Hasan Eş-Şâzelî de bu hususta şunları söylüyor: "Gerçek anlamda Kerâmet: Dosdoğru bir istikametten ibarettir. Bu istikameti de tam olgunluğa eriştirmektir. Bu ise iki temele dayanır. Allah'a gerçek manada iman etmekle ve Allah'ın Rasulünün getirdiklerine zâhirî ve bâtîni manada tabi olmakla sağlanır Kişiye düşen görev, bunları elde etmek için gayretini sarfetmesidir. Tek gayesi olmalı, oda bu iki amacı elde etmek. Fakat, olağanüstü olay anlamında Kerâmete gelince, muhakkik âlimler nezdinde buna itibar olunmaz. Çünkü bu, kimi zaman istikamette bir mertebe kazanmış olanın elinde meydana geldiği gibi, bazan istidrac kabilinden olur."



Ayrıca Allah'ın veli kulları, salih bir kimsenin elinde meydana gelen keramete veya kerametlere itibar etmezler ve gösterilen bu kerâmetlerin o kimsenin üstünlüğüne bir delildir, diye de kabul etmezler. Bu hususta İmam Yafiî şöyle der: "Elinde kerâmetler zuhûr eden her bir kimsenin velilerden olması gerekmez. Bu kimselerin, kerâmet göstermeyenlerden daha üstün olduklarının bir delilidir denilemez, Böyle bir iddia ileri sürülemez. Kerâmet göstermeyen öyle kimseler var ki, kerâmet gösterenlerden çok faziletlidirler ve üstündürler. Zira gerçekte kerâmet, bazen sâhibinin yakînini takviye için ortaya çıkmış olabilir. O kimsenin doğruluğuna ve faziletine bir kanıt olabilir. Ancak bu kerâmet o kimsenin efdâl yani en üstünlüğüne bir kanıt değildir. Zira efdaliyyet yani en üstünlük yakınî anlamda bir iman ve tam anlamıyla Allah'ı tanımakla mümkündür" (bk. Abdullah el- Yâfiî Kitabu Neşri'l-Mehâsini'l-Galiyye, s. 119)



Kerâmet: Mucize arasındaki farklar



Keramete karşı çıkan âlimler, kerâmet mümkün olduğu takdirde mucizeyle karışacağı ve harikulâdelikler gösteren kimsenin peygamberlik iddiasında bulunabileceği noktasından hareketle kerâmete karşı çıkmışlardır. Peygamberler döneminde, peygamber olmayan kimselerin gösterdikleri harikuladelikleri anlatan nassları yorumlarken de, bu harikulâdeliklerin haddizatında o dönemde yaşayan peygamberlerin birer mucizesi olduklarını ve peygamberlerin ölümünden sonra artık bu tür harikulâdeliklerin cereyan etmediğini ileri sürerler (Bu konuda daha geniş bilgi için bk. İbn Hazm, el-Fisal fi'l-Milel ve'n-Nihal, Beyrut 1975, V, 9-11)



Kerâmeti kabul edenler ise, kerâmet ile mucize arasında birtakım farkların bulunduğunu, bunları biribirine karıştırmanın mümkün olmadığını söylerler. Aralarındaki farklar ise, özet olarak şöyledir:



a- Mucize, peygamberin peygamberliğini ispat ettiğinden yapılması gerekli olduğu halde kerâmette aslolan gizlenmesi ve açığa vurulmamasıdır (Kuşeyri, er-Risâletü'l-Kuşeyri) ye, Mısır (t.y.), II, 660).



b- Peygamber, mu'cizesini mu'cize olarak takdim eder ve ona kesin olarak inanmak gerekir. Veli ise, gösterdiği harikulâdeliğin kerâmet olduğunu iddia edemeyeceği gibi başkası da kesin olarak 'bu kerâmettir' diyemez. Zira bu meydana gelen harikulâdelik bir aldatmaca olabilir (Kuşeyri, a.g.e., II, 661)



c- Mu'cize kerâmet için asıl, kerâmet ise mu'cizenin bir fer'idir. Kişinin eli üzere kerâmetin zuhur etmesi, o kişinin peygambere ittibâının bereketiyledir. Böylece kerâmetler, aslında peygamberlerin mucizelerine dahildirler (İbn Teymiyye, el-Furkan beyne Evliyai'r-Rahmân ve Evliyâi'ş-Şeytan, Beyrut 1390 h. s. 124).



Bu sebepledir ki kerâmet, ancak şerîata bağlı kimselerden sadır olur. Şerîata bağlı olmayan kimselerin gösterdiği harikulâdelikler kerâmet değildir. Ayrıca kerâmetin kendisi, mubah olan şeyler cinsinden olmalıdır. Kerâmette şerîatın emirlerine muhalif unsurlar bulunamaz.



Kerâmet, ilmin yollarından sayılmaz ve başkalarına delil olamaz. Hele onu, kişinin masumiyetine ve söylediği herşeyin doğruluğuna yormak, İslâm'ın prensipleriyle taban tabana zıttır (İbn Teymiyyle, a.g.e., s. 48-49)



M. Sait ŞİMŞEK



Sözlükte üstün, değerli, güzel gibi anlamlara gelir.



İslâm kültüründe ‘kerâmet’, İslâmı hakkıyla yaşayan mü’minlerin etrafında görülen olağanüstü durumlara verilen bir addır.



Kerâmet konusu oldukça duyarlı bir konudur. Üzerinde çok konuşulmuş, olabilir mi olamaz mı diye tartışılmış. Kimileri, halkın bu gibi konuları istismar etmesini görererek karşı çıkmışlar, kimileri de ‘Allah’ın gücü her şeye yeter’ diyerek, Allah’ın istediği şeyi yaratabileceğini belirtmişlerdir.



Hikaye ve tasavvuf kitaplarında, takva sahibi mü’minlerin, -ki bunlara ‘Allah’ın veli kulları’ denilmektedir-, hakkında oldukça fazla kerâmet hikayeleri anlatılır. Onlar hakkında veya onların eliyle olağanüstü olaylar, yani bilinen tabiat kanunları dışında, sıra dışı olaylar olduğuna inanılmıştır. Allah, dilerse bu güzel kullarına böylesine üstünlükler verebilir denmiştir. (Bakınız: Veli)



İslâm alimlerinin çoğunun görüşüne göre ‘velilerin kerameti’ haktır. (Taftazaní, İslâm Akaidi, 314, İ. İnancının Temelleri, Ö. Nesefî, 154, Fıkh-ı Ekber Şerhi, 285) Allah (cc), peygamberlerine mucize verdiği gibi veli kullarına da kerâmet verebilir. (Bakınız: Mucize)



Bazıları demiştir ki, Allah’ın iyi kullarına verdiği her türlü iyi haller, onlara yaptığı ikramlar, olağanüstü olmasalar bile kerâmettir.



Aslında insanın yaratılışından tutun da, evrenin muazzam düzenine kadar her şey Allah’ın mucizesidir. Allah tarafından yaratılan her şey insana göre olağanüstüdür. Bu insanüstü şeylere mucize veya kerâmet dememiz fazla bir şeyi değiştirmez. Allah, kullarına her zaman ikram ediyor. Onların gözü önünde milyarlarca olağanüstü olay yaratıyor. İnsan bu olayları her gün gördüğü için pek farkında değildir. Olayların akışı içerisinde onların hepsini normal gibi sanıyor. Halbuki güneşin doğuşundan, karıncanın hayatına, bir bebeğin dünyaya gelişinden, portakalın tadına kadar her şey mucizedir. Bu olağanüstü olayların bir mü’min insanın hayatında veya onunla ilgili bir yerde görülmesi mümkündür ve bu ona Allah’ın bir ikramı gibidir.



Peygamberimiz (sav) önceki çağlarda yaşayan insanlara ait anlattığı hikayelerde (kıssalarda), kendisinden olağanüstü olaylar görülen insanlar bulunmaktadır. (Bakınız: K. Sitte, 14/218-260)



Kur’an-ı Kerim’de de buna benzer olaylar anlatılmaktadır. Meselâ Hz. Meryem’e mabette (camiide) iken Allah’tan rızık (yiyecek) gelmesi gibi. (3 Âli İmran/39)



Kerâmet, yukarıda söylendiği gibi Allah’ın kullarına bir ikramdır, bir hediyesidir. Günlük hayatımızda bu türlü ikramlara her zaman tanık olmaktayız. Bir çok müslüman zaman zaman kerâmet denilecek kadar olağanüstü olaya ve iyiliklere kavuşabilmektedir. Hiç beklemediğimiz bir yerde sıkıntıdan kurtulmamız, beklediğimiz bir kimsenin ansızın gelmesi, zor durumlarda birdenbire çıkış yolları bulmamız, beklemediğimiz bir yerde iyi bir başarı göstermemiz ve bunlara benzer yüzlerce olağanüstü durumlarla karşılaşırız. Bir tehlikeden kurtulan için ‘mucize eseri kurtuldu’ denir. Aslında o Allah’ın o insana bir ‘kerâmeti’dir. Ancak çoğu insan bunun farkında değildir.



Kerâmet, özel insanların özelliği değildir. Allah, Kur’an’da kimlerin ‘veli’ olduğunu anlatmaktadır. Kur’an’ın anlattığına göre Allah’ın koyduğu sınırlara uyan, takva sahibi bütün müslümanlar Allah’ın velisidirler. Böyle bir veli olmak için ‘kerâmet’ göstermek gerekmez. Veli olmanın böyle olağanüstülüklere ihtiyacı yoktur.



İşin aslı böyle olmasına rağmen çağlar boyu, özellikle cahil halk tarafından kerâmet çok yanlış anlaşıldı. Öyleki, Allah’ın kullarına her zaman ikram edeceğini (kerâmet vereceğini) unutan kimseler, kerâmeti belli veliler sınıfına verdiler. Kim hangi üstada (şeyhe) bağlı ise, şeyhinin üstünlüğünü isbat edebilme uğruna, yahut çok sevdikleri için, yahut normal olayları olağanüstü görmek istedikleri için, ha bire kerâmet hikayelerine baş vurdular. Bağlandıkları insanları böyle görmeyi arzu ettiler.



Tasavvuf kitaplarında bunların yığınla örnekleri vardır. Su üstünde yürüyenler, ateşin tesir etmedikleri, havada uçanlar, uzak yerlere kısa zamanda gidenler, kalpten geçeni bilenler, insanların yardımına koşanlar, rakiplerini taş gibi yapanlar…. Kimileri nerdeyse, Allah’a ait bir takım işleri şeyhlerine verirler, Allah’ın yapacağı işleri şeyhlerinin yapabileceğine inanırlar. Tarihte yaşamış nice iyi insan, ahlâk ve fazilet örneği İslam bilginleri bu hikayeler arasında kaybolup gider. Onların örnek ahlâkları, Allah yolundaki çalışmaları, ibadetlerindeki ihlasları, üstün takvaları fazla anlatılmaz, gündeme getirilmez. Halbuki arkadan gelenler onların hikayelerinden çok bu tür özelliklerini bilseler, onları belki kendilerine örnek alırlar. İşin doğrusu da budur. Müslümanların, başkalarının kerâmet iddialarına ihtiyacı yoktur.



Büyük alimler bu gibi konularda çok dikkatli olmuşlar ve halkın kerâmet sanabileceği işlerden şiddetle kaçınmışlardır. Onlar derler ki, ‘gerçek kerâmet dosdoğru istikamettir, yani gittiğin yolun doğru olmasıdır.’ Kimileri de kerâmeti, ‘Bazı şeylerin zamanı geliyor ve Allah’ta onları ortaya çıkarıyor. En büyük kerâmet sizde olan kötü huyların yerini iyi huylara bırakmasıdır’ şeklinde açıklamıslardır.



Ama halk, özellikle bağlandığı hocasının kerâmetinin hastasıdır. Ders aldığı, yararlandığı, öğütlerini tuttuğu insanın olağanüstü durumlarını da görmek ister. Görmese bile uydurmaya başlar.



Halbuki insan kim olursa olsun acizdir. Kendiliğinden hiç bir olağanüstü iş yapamaz. Bize olağanüstü gibi gelen bir takım şeyler Allah’ın o insana ikramıdır. O kimsenin –halkın anladığı manada- veliliğinin isbatı değildir.



Kimileri de zannedir ki, kerâmet sahibi oldukları sanılan kimseler, onları ellerinden tutup cennete götürecekler. Hiç kimse kimseyi cennete götüremez. Peygamberimiz kızı Fatıma’ya, peygamber kızı olduğuna güvenmemesini, kendisi cehennem ateşinden koruyacak amel işlemesini tavsiye etmiştir. Her şey bir sebebe bağlıdır. İnsanlar birbirlerine hakkı tavsiye ederler, hidayetine vesile olurlar ama cennete götürmek Allah’a aittir.



Her olağanüstü olay gösteren kimseler de veli sayılmazlar. Nice yalancıların göz boyamak için olağanüstü olaylar gösterdikleri bilinmektedir. Kerâmet iddia edenler zaten yalancıdırlar. Bir kimse hakkında kerâmet hikayeleri duyarsak, o kimsenin islamí hayatına bakalım. Allah (cc) yolunda olan salih bir müslümansa, Allah (cc) ona çeşitli ikramlarda bulunabilir. Buna kimileri kerâmet demektedirler ki, bu o insanın işi değil, Allah’ın ona bir bağışıdır.



Allah’ın kendilerine ikram ettiği insanlar, bu kerâmete sahipler diye en üstün insanlar oldular anlamına gelmez. Üstünlük takva iledir



Kısaca, kerâmet iyi kullara Allah’ın zaman zaman verdiği bağıslardır, yaptığı ikramlardır. Halk arasında anlatılan, kitaplarda yer alan kerâmet hikayelerine ihtiyaç olmadığı gibi, akaid açısından da bağlayıcı değildirler. Müslümanlar güzel örneklerden, doğru kişiliklerden, güzel öğütlerden yararlanabilirler. Salih amel işleyen ve Allah yolunda olan ilim ehlinden örneklik alabilirler.