KAZÂ

Emir, hüküm, ilan, yaratma, yerine getirme, tamamlama. Dil bilginlerine göre biri ilahi, diğeri beşeri olmak üzere iki tür kullanımı vardır. Kelime Allah için kullanıldığında, "Rabbin ancak kendisine ibadet etmenize hükmetti (kaza)" (el-İsra, 17/23), "Allah hakla hükmeder (kaza), Ondan başka çağırdıkları ise hiçbir şeyle hükmedemezler" (Mü'min, 40/20), âyetlerinde olduğu gibi emiri ve hüküm anlamlarını; "Onları iki günde yedi gök yaptı (kazahünne)"(Fussilet, 41/2) gibi âyetlerde de Allah'ın fiilini ve yaratmasını ifade eder. İnsan için kullanıldığında da "Musa süreyi doldurduğu (kaza ecelen) zaman..." (el-Kasas, 28/29), "Onlardan kimi adağını yerine getirdi (kaza nahbehu)" (el-Ahzab, 33/23) ve "Senin verdiğin hüküm hakkında (mimma kazayte) içlerinde bir sıkıntı duymadan ve tam olarak teslimiyet göstermeden iman etmiş olmazlar" (en-Nisa, 4/65) gibi âyetlerde olduğu gibi yerine getirme, ikmal etme, hüküm verme, davayı karara bağlama gibi anlamları verir.



Kelâm ilminde kaza, kader konusuyla birlikte ele alınır. Kelamcılara göre kaza ve kader aynı olayın başlangıç ve sonunu belirtir. Bu konuda sözbirliği içinde bulunmakla birlikte hangisinin başlangıç, hangisinin sonuç olduğu konusunda farklı görüşler öne sürmüşlerdir.



Maturidi kelamcılara göre kaza, Allah'ın ezelde takdir ve irade ettiği (kader) olayın ortaya çıkması, yine Allah tarafından yaratılmasıdır. Bu nedenle takdirden, eş deyişle kaderden sonra gelir ve Allah'ın Tekvin (yaratma) sıfatıyla ilgilidir. Eş'ari kelâmcılar ise bunun tersini düşünürler. Bunlara göre kaza, Allah'ın eşyayı ezelde nasıl olacaksa öylece irade etmesidir ve irade sıfatıyla ilgilidir. Ezelde irade edilen (kaza) şeyin yaratılması ise kaderi oluşturur. Tanımlarına uygun olarak Maturidiler "kader ve kaza" derken Eş'ariler "kaza ve kader" demeyi tercih ederler.



Bağımsız bazı kelâmcılar kaza konusuna kelimenin ihtiva ettiği hüküm anlamı açısından yaklaşırlar. Bunlara göre kader ve kaza ilahi hükmün iki yönünü temsil eder. Kader, hükmün toplu biçimini, kaza ise ayrıntılı biçimini belirtir. Kader, olayları hükmüne uygun olarak takdir etmek, ölçü ve sınırlarını belirlemektir. Kaza ise olayı hükme uygun biçimde yaratılmasıdır. İslâm filozofları ile mutasavvıflar da kaza konusunda görüş belirtmişler, kazayı kendilerine özgü terimlerle tanımlamışlardır. Ne var ki terim farklarına karşın hem filozoflar, hem de mutasavvıflar kaza konusunda Eş'arilerle aynı görüşü paylaşırlar. Filozoflara göre kaza ezeli inayetle aynı anlama gelir, Allah'ın ilim sıfatıyla ilgilidir. Kader ise tüm varlıkların dış dünyada ortaya çıkışı demektir. Mutasavvıflara göre kaza, Feyz-i Akdes; kader Feyz-i Mukaddes'tir. Varlıkların gerçeklikleri ezelde Feyz-i Akdesle sabit hakikatler (ayan-ı sabitler) olarak ortaya çıkar; bu sabit hakikatler Feyz-i Mukades ile dış dünyada varlık kazanırlar.



Kur'ân'da belirtilen iman esasları arasında geçmese de kazaya iman Maturidi ve Eş'arî kelamcılarca, kaderle birlikte iman esaslarının altıncısı olarak kabul edilmiştir. Allah'ın ilim, irade, kudret ve tekvin sıfatlarına inanmanın bir gereği sayılan kaza ve kader inancı konusunda temel dayanaklar hadiste bulunmaktadır. (Bu konudaki ayrıntılar için irade, irade-i cüz'iye, kader ve kesb maddelerine bakınız.)



Ahmet ÖZALP



METİN



Çoğu kez anlaşmazlıklar borçlarda, alışverişlerde vuku bulduğundan bu bölümü onlardan sonra zikretmiş, çünkü anlaşmazlıkları gidermenin yolu budur.



Kaza lügatte hükmetmek, hüküm vermek manasınadır. Şeri ıstılahta ise «anlaşmazlıkları giderme, anlaşamayan kişileri ayırma» şeklinde tarif edilmiş başka tariflerin olduğu da beyan edilerek bunların yerinin daha geniş kitaplar olduğu da ilave edilmiştir.



Kazanın rüknü altıdır. Bunları İbnül Ras isimli müellif şu sözleriyle nazmen ifade etmiştir: «Her hüküm verme olayının tarafları altıdır tahkikten sonra belirir. Bunlardan biri hükümdür, diğer biride mahkemenin verdiği karardır. Biride lehinde karar verilen öbürü ise aleyhinde karar verilendir. Beşincisi hakim, altıncısıda karar vermede izlenilen yoldur.»



Şahitliğe ehil olan kişi kazaya da ehildir. Yani şehadet ehli olan herkes müslümanlar arasında karar vermeye de yetkilidir. Kadı haşiyelerinde böyle zikredilmiştir. Ancak bu ifadeye yapılabilen îtiraz, gayri müslim kişinin de kendileri arasında yani İslam ülkesinde yaşayan gayri müslim ehli zimme dediğimiz kişiler arasında hüküm vermesi için hakim olması da caizdir sözüdür. Zeylai Hakem bahsinde böyle demiştir.



İZAH



Hidaye isimli eserde kaza ile ilgili bölümü hakimin bu konuda takınması gereken tavır ve onun edebi ile ilgili olması bakımından Edebülkadı diye bahsetmektedir. Bunun içinde kadı olacak yani hakim olacak kişiler için gerekli olan vasıfları saymıştık. Sakınması gereken hususları da bunlara eklemiştik. Zaten edep kelimesi lügatte toparlamak çağırmak manasına gelir. Ki insanları yemeğe veya herhangi bir toplantıya çağırmak, davet etmek manasınadır.



Hidaye'de bu bölüme kadı ile ilgili hususlarda takınması gereken tavırları, lehinde ve aleyhinde olan hususları bilmesi ve hayır diyebileceğimiz bütün vasıfları zatında cem etmesine yönelik olması bakımından Edebülkadı adı verilmiştir. Fethü'l-Kadir'de meselenin tamamı açıklanmıştır.



«Çoğu kez münakaşalar ve anlaşmazlıklar borçlarda ve alışverişlerde vuku bulduğundan ilh...» Hidaye şerhleri İnaye ve Fethü'l-Kadir'de böyle zikredilmiştir. Bu da açıkça şunu ifade etmektedir; kazadan maksat burada hükümdür, hüküm vermektir. Buna göre de davanın sonunda bunun zikredilmesi gerekir idi. Yine bu bölümün önce geçenlerden sonra zikredilmesinin gerekçesinin de açıklanması önemi sayılan mesele idi, böyle ifade edilmiştir. Buna cevap olarak onların maksatları kimlerin hüküm vermeye yetkili olduğunu açıklamaktır ki bu da hüküm verecek kişi nezdinde davanın sahih olması şartına bağlıdır. Binaenaleyh hükme esas teşkil edecek davaların çoğu kez borçlarda ve mutlak havalelerde ve benzeri meselelerde olduğu için onlardan sonra zikretmenin daha uygun olacağı açıkça ortaya çıkmış olmaktadır. Nehir.



«Lügatte hüküm etmek hüküm vermek manasınadır ilh...» «Rabbın kendisinden başkasına ibadet etmememizi ilzam etti.» mealindeki ayeti kerimede kaza kelimesi hükmetti, ilzam etti manasına gelmektedir. Diğer bir manası da bir işi bitirmek, sona erdirmektir. Mesela ihtiyacımı giderdim, o mesele ile ilgili durumu sona erdirdim manasınadır. Ayrıca vurdu ve öldürdü, onun hayatını sona erdirdi manasına da gelmekte ve hayatının son bulması manasına kullanılan Gadanabbehu ifadesi de hayatın sona ermesi, son bulması manasınadır. Ayrıca eda etmek, yerine getirmek, sona erdirmek manasına da gelir. Yaratmak, kılmak, takdir etmek manaları da bu kelimenin çok kullanılan manaları arasındadır. Kaza ve kader ifadesi de bu kabildendir.



«Fıkıh ıstılahında husumetlerin fasledilmesi anlaşamayan kişilerin arasının bulunması demektir ilh...» Bu tarif Bahır'da Muhit isimli esere nisbet edilmektedir. Ancak bu ifadeye «özel bir metodla» (özel bir yol ile) ifadesi de eklenmesi gerekir. Aksi halde iki hasım arasında sulh olma da bunun içine girebilir. Onu tarif dışı tutabilmek için «özel bir yolla» diye kayıtlaması şarttır.



«Diğer başka tariflerde kullanılmıştır ilh...» Bunlardan biri de Allame Kasım'ın şu sözüdür: «Dünyevi masalihi temin bakımından kendisinde çoğu kez niza vuku bulan birbirine yakın ictihadı meselelerde bağlayıcı bir hükmün tesisidir.» Bu ifade ile icma hilafına verilen hüküm tarif dışı kalmış, hadise olmayan (vuku bulmayan) meseleler hakkında verilen kararlar do hüküm olma niteliğinde olmadığından tarif dışı kalmıştır. Yine ibadetle ilgili meseleler hakkında verilen hükümler de bu manada kaza ve hüküm verme manasında olmadığından tarifin dışında kalmış olmaktadır.



Allame İbnül Karsın ifadesi de buna yakın bir ifadedir. Şöyle ki. «Gerçekte şer'an var olduğu kabul edilen bir olay hakkında zahiri itibarıyla belirli cümle ve ifadelerle bir hüküm vermek ve tarafları ilzam etmektir.» şeklinde de tarif edilmiştir. Buradaki «ilzamdan» maksat mümkün mertebe tam bir takdiri ve kararı belirtmektir.



Zahir ifadesini kullanmıştır, çünkü bizatihi emirde ilzam yalnız Allah'a mahsustur. Belirli bir kelime ve cümle ifadesiyle de -ki bunlar ilzam ettim hükmettim hüküm verdim nafiz kıldım gibi ifadelerdir- varlığı şer'an kabul edilen ifadeler, yani sözü ile de kendi görüşü veya zulme dayanarak verilecek kararın tarif dışı kalmasını sağlamak içindir.



Yine şeklen ifadesi ile de görünüşte zahiren mesele böyledir. Bu da mahkemenin vermiş olduğu karar şer'i bir vakıayı açıklayıcı mahiyettedir. Vakıaya ters de olsa ona yeni bir durum ve hüküm isbat edici mahiyette değildir. Bazıları Ebu Hanife'nin «Yalancı şahitlerin şehadetine dayanarak fesih ve akidlerde hakimin verdiği hem zahiren hem batınan geçerlidir.» sözünden yeni bir hüküm isbat ettiğine istidlal etmişlerse de bu uygungörülmemekledir. Çünkü şer'i olaylar aslında sabittir, mevcuttur. Mahkemenin kararı, şariin bu konuda vermiş olduğu hükmü zahirde açıklayıcı, takrir edici mahiyette olmakta, yeni bir husus isbat etme durumu söz konusu olmamaktadır. Çünkü şer'an bazan olmayan mevcut, bazan da mevcut yok kabul edilebilir. Mesela batıda ikamet eden bir erkeğin şarkta ikamet eden bir kadınla evlenmesi ve evlilikten altı ay sonra bir çocuk doğurması halinde, bu çocuğun nesebinin o kocaya ait olduğunu kabul etmek, hükmen burada onların birleşmelerini kabul etmeye dayanmaktadır. Çünkü mümkün olan husus, burada gerçekten vaki olmuş mesabesinde kabul edilmektedir. Bu da çocuğun nesebinin zayi olmasını önlemek içindir. Çünkü ortada çocuğun nesebini isbat edecek ve o nesebin varlığını kabul edecek bir akit mevcuttur.



«Kazanın rüknü altıdır ilh...» Bu tartışılabilir. Çünkü burada kazadan maksat yukarda belirtildiği gibi hüküm vermektir. Hüküm vermek ise yukarda sayılan altı husustan biridir. Buna göre hüküm, kendisi için bir hüküm olmuş oimaktadır. Durum böyle olunca burada uygun olan Bahır'daki şu ifade olsa gerektir ki o da ona delalet eden söz ve fiilden ibarettir. İlerde açıklaması gelecektir.



«İbni Gars'ın nazmen beyan ettiği gibi ilh...» Bu zat Ebu Yûsûr Bedreddin Muhammed İbni Gars olarak bilinen meşhur kişidir. Bu zatın yukardaki iki beyit üzerine şerh mahiyetinde bir risalesi mevcuttur. Adı Elfevakinul-bedriye Filbahsi antrafil Gadaya El-Hükmiye'dir. Yine bu zata ait Akaidi Nesefiye üzerine Taftazâninin yazmış olduğu şerhe bir haşiya ve şerhi vardır.



«Hüküm olayındaki taraflara ilh...» Buradaki olaydan maksat karşılıklı dava konusu olan anlaşmazlık noktasıdır. Mesela bir alışverişle ilgili dava buna örnek olabilir. Bunun hükmü de buna delalet eden bir lafzın bulunmasıdır.



Hükmün sahih olması ve hükme davanın elverişli olması ve müddai dediğimiz kişinin hakkının sabit olup olmaması bu şartların bulunmasından sonra verilecek karara bağlıdır. Dolayısıyla karan ihata eden taraflar mesabesinde olduğu için verilen hükümde bu altı hususun bulunması gerekir, Bir insanın tam insan olabilmesi elinin ayağının tam olmasına bağlı olduğu gibi.



«Hüküm kelimesi ilh...» Yukarda tarifine temas etmiştik. Orada bunun sözlü ve fiili olabileceğine işaret etmiş idik. Sözlü olan hüküm ilzam ettim, karar verdim, hüküm verdim gibi ifadelerdir. Yine beyyinenin ikame edilmesinden sonra yanında olan katibine parayı ondan iste onu mesul tut gibi ifadeler de bu kabildendir.



Bize göre sabit olmuştur, sözü de yeterlidir. Bana zahir olduğuna göre veya benim kesin olarak bildiğim şeklindeki ifadelere dayanarak vermiş olduğu hüküm aslında sahih olan kavle göre hüküm sayılmakta. Hidaye isimli eserde bunun böyle olduğuna şehâdet ederim ifadesi de yeterli sayılmaktadır. Tetimme isimli eserde bununla hükmün sabit olup olamayacağının ihtilaflı olacağı nakledilmiş, fetva verilen kavle göre Haniye ve diğer muteber eserlerde beyan edildiği gibi, hüküm sayılacağı belirtilmiştir. Meselenin tamamı Bahır isimli eserde mevcuttur.



Yukarda adı gecen müellifin Fevâkihûl Bedriye isimli eserinde zikrettiğine göre mezhepte mutemet olan görüş de budur. Günümüz alimleri ve güvenilir kişilerin ifade ettiklerine göre bu ifadelerle hüküm verilmiş olmamaktadır. Bunun içinde şöyle ifade edilmiştir: Hakim nezdinde hüküm ve hükmün gerekçeleri meydana geldikten sonra şöyle ifade edilmesidir. Eğer bu sabit olma hükmün mukaddimesi mesabesinde olan hususlarda ise mesela tescil eden kişinin ifadesine göre malın satışa kadar satıcının mülkünde olduğu anlaşılmıştır ifadesi eğer bu malın mülkiyetinin müşteriye intikali ile ilgili ise bu kadarını söylemek hüküm sayılmamakta, yani müşterinin mülküne intikal ettiğine dair karar kesinlikle belirtilmedikçe bu ifade hüküm sayılmamaktadır.



Hükmün Tenfizi



Tenfizde asıl olan hükmün olmasıdır. Çünkü tenfiz hüküm hakkında kullanılan ifadeden ibarettir. Mesela senin hakkında hükmü infaz ettim, yürürlüğe koydum demektir. Bunun için de fukaha başka bir mahkemenin vermiş olduğu karar kendisine getirildiği taktirde o şartlara binaen hükmü infaz etmesi yürüriuğe koyması da tenfiz demektir ki, şer'i manadaki tenfizde bu olsa gerektir. Çünkü zamanımızdaki tenfiz çoğu kez ikinci hakimin birincisinin vermiş olduğu hükmü bilmesi ve verildiği şekilde aynen kabul edip onu açığa çıkarmasıdır ki buna irtisal adı verilir.



Hakimin emri o konuda hüküm müdür, değil midir sorusunun cevabı ise, fukahaya göre, aleyhinde dava açılan kişinin hapsedilmesi hakkında verdiyi emir, o konu hakkında bir karar ve hüküm mesabesindedir. Aynen (ödemesi gerekeni) emrinde olduğu gibi. Ancak fakirler için yapılmış olan vakıftan bir miktarının vakfedenin yakınlarından birine verilmesi şeklindeki emir o konuda verilmiş bir hüküm ve karar sayılmamakta, ancak akraba olmayan başka bir fakire verilmesi, sarfedilmesi şeklindeki emri ise hüküm olarak kabul edilmektedir. Evi teslim et sözünde ise fukaha ihtilaf etmişlerdir. Bu mesele ile ilgili hükümler Nehir ve Bahır isimli eserlerde açıklanmıştır.



Şarih feri meselelerle ilgili olarak bu faslın sonunda Bezzaziye'ye tabi olarak hüküm olduğunu mutlak bir şekilde ifade etmiş, ancak vakıf meselesini istisna etmiştir. Meselenin tamamı ilerde gelecektir.



Sözlü ifadelerle ilgili hüküm yukarda geçti. Fiili olan hüküm ise aşağıdaki feri meselelerde gelecektir. Mesela hakimin herhangi bir fiili hüküm sayılır. Bundan iki mesele müstesnadır. İbnül Gars dediğimiz fakihin tahkikine göre, hüküm sayılmamaktadır. Bu konuda Bahır ve Nehir isimli eserlerde uzun uzadıya söz edilmiştir. Yine ilerde açıklaması gelecektir.



«Hükümde rükün sayılan hükümlerden biride hakkında hüküm verilen husustur ilh...» Bu da dört kısımdır: 1) Yalnız Şari'in hakkı olan mesela zina veşarap içmeden dolayı vurulması gereken hadlerde, 2) Sırf kul hakkı olanlarda ki onlarda, bilinen hususlardır. 3) İki hakkın birleşmesi ve Cenab-ı Hakk'ın hakkının daha galip olmasıdır ki sirkat ve kazif buna örnektir. 4) Kul hakkının galip olmasıdır ki kısas ve tazir bunlardandır. İbnül Gars'a göre bunun şartı da malum olmasıdır. Bahır. Bedai. Buna göre bir hükmün gereği ile hüküm vermek ancak o hükmün tek olan mucibinin varlığına bağlıdır. Mesela satışın gereği, talakın gereği veya azad etmenin gereği ile hüküm verecek olursa ki satışın gereği, mülkiyetin sabit olması, azad etmenin gereği, hürriyetin sabit olması, talakın gereği ise karı koca arasındaki nikah bağının zail olmasıdır. Ama mucip birden fazla olacak olursa bakılır. Biri diğerini gerektiriyorsa sahihtir. Mesela kefil ve asil borçluya borçlu olmalarına dair hüküm vermek gibi. Çünkü kefalet gereği, hem kefili borçlu saymak hem de mevcut olmayan asil borçluyu borçlu kabul etmektir. Eğer durum böyle olmayacak olursa, hüküm verilmiş sayılmamaktadır. Mesela bir akarın satışı ile ilgili meselede anlaşmazlık vuku bulsa, Şafii kadı bunun gereği ile hüküm verse, bununla komşunun şuf'a hakkından men edilmesi sabit olmaz. Onun için Hanefi kadısının komşu ile ilgili şuf'a hakkına karar verme yetkisi vardır. İbnül Gars bu konuda uzun uzun bahsetmiştir. Şarih'te bundan ilerde bahsedecektir. Ancak bütün bunlar daha çok hükümde dava açmanın şart olmasına racidir. Nitekim Bahır da buna işaret edilmiştir. Aşağıda davayı yürütürken başvurulması ve izlenmesi gereken yolla ilgili bölümde açıklanacaktır.



«Hükmün diğer bir şartı da lehinde hüküm verilendir ilh...» Bu Şar'i olabilir. Mesela Şar'in hakkı olan hukuk-u mahza dediğimiz haklarda veya kul hakkıyla şer'in hakkının birleşmesi halinde şer'in hakkının galip olduğu meselelerde olduğu gibi. Bu meselelerde davaya gerek yoktur. Ama yalnız kul hakkı olur, veya kul hakkıyla şer'in hakkı birleşir, kul hakkı daha galip olur, davacıda kul olursa o zaman davaya gerek vardır.



Müddai dediğimiz davacıyı fukaha istemediği takdirde, husumete ve dava açmaya zorlanmayan ona, mecbur edilmeyen kişidir diye tarif etmişlerdir. Yani dilediği zaman dava açan, dilediğinde davayı terk eden kişi demektir. Başka tarifleri olduğu da söylenmiştir. Ancak bu konuda icmaen kabul edilen bir şart vardır. O da davayı açan kişinin hüküm meclisinde hazır bulunması veya onun yerine birinin kaim olması gerekir ki bu da vekil, veli, veya vasi olabilir. Lehinde hüküm verilen kişi, mahcur olduğu taktirde hazır olmayan kişi mesabesindedir. Fevakihi Bedriye isimli eserden özetle bu hususları nakletmeye çalıştık.



«Diğer bir şart da aleyhine hüküm verilendir ilh...» Bu da daima kul olmaktadır. Ancak kul belli bir kişi veya birden fazla kişiler olabileceği gibi. Mesela bir öldürme olayına birkaç kişinin iştirak etmesi halinde hepsi aleyhine kısasla verilen hükümde olduğu gibi, belirli olmayabilir de. Mesela asli hürriyetle ilgili verilen hükümde olduğu gibi. Burada verilen hüküm belirli bir kişiyi değil, bütün insanları ilgilendiren ve onlar için geçerli sayılan hükümdür.



Asli olmayıp ta arızi olan hürriyet meselesi -ki azad etme yoluyla gerçekleşen hürriyet- bunun hilafınadır. Çünkü o genel değil cüzidir, yani yalnız azad edenle ilgilidir.



Vakıf konusunda fukaha ihtilaf etmişlerdir. Müftabih ve sahih olan görüşe göre, bütün insanlar aleyhine verilmiş bir karar olmamakta, daha sonra bu konuda bazı kişilerin mülkiyet davası dinlenebilmekte veya onda başka bir vakıf davası isbat edildiği takdirde geçerli sayılmaktadır.



Aleyhinde hüküm verilen mahkumualeyh dediğimiz mükellef. Şer'i hukuk bakımından kendisinden hak kamilen alınan istenen kişi demektir. Bu isterse aleyhinde dava açılan olsun veya olmasın. Nitekim yukarda bana işaret edilmiş idi. Yine aynı eserden özetle bu ifadeleri nakletmeye çalıştık. Burada şunu da ilave etmek gerekir. Musannıf bu bölümün sonunda bu konuda bir ihtilafın olduğuna yer verecektir. Özellikle mevcut olmayan gaip kişinin aleyhine mahkemenin verdiği hükmün geçerli olup olmayacağı konusunda ihtilaf olduğuna ilerde temas edecektir.



«Diğer bir şartı da hakimdir ilh...» Bu da yo direk devletin ilk sorumlusu olan İmam diye vasıflandırdığımız devlet başkanıdır veya kadıdır (hakimdir) veya aralarında hüküm vermek üzere seçtikleri hakemdir. İmam dediğimiz devletin birinci sorumlu ve yetkilisi hakkında ulemamız şöyle demektedir: Adil olan sultanın hükmü nafizdir. Kadın olduğu taktirde bu hakimin hudud ve kısasın dışında hükmünün geçerli olup olmadığı konusunda ihtilaf edilmiştir. Zira ancak şahadeti kabul edilen kişinin hakim olma, hüküm verme yetkisi vardır. Hudud ve kısas bölümünde kadınların şahadetine yer verilmediği için o, konuda hakem veya hakim olmaları da muteber değildir. Bunun dışındakilerde ise ihtilaf vardır. Fukahanın mutlak ifadeleri cahil ve fasik olanın hükme yetkili ve ehil olduğu anlaşılmakta ise de ancak tartışılabilen bir husustur.



Hakem olarak tayin edilen, kişinin ise vereceği hükmün geçerli olabilmesi için hakimde bulunan vasıfların kendisinde bulunması şartına bağlıdır. Hakem hudut ve kısasın dışındaki konularda hüküm vermeye yetkilidir. Devlet başkanı tarafından tayin edilen hakim veya kadının velayet yetkileri zaman, mekan ve bazı olaylarla mukayyettir. Fevakih. Meseleler geniş bir şekilde ilerde anlatılacak ve orada hakimle ilgili diğer sıfat ve şartlara da ayrıca yer verilecektir.



«Davada takip edilen yol ilh...» Hükme varabilmek için hakimin uygulayacağı yol ve metod. Hükme konu olan ve hüküm verilmesi gereken meselelerin değişmesiyle değişebilir. Özellikle mahza hukuku ibad sayılan meselelerde ana nokta, davanın açılması, birde bu davayı isbat eden bir hüccet (delil)in bulunmasıdır. Bu da ya şahit getirmek (beyyine) veya aleyhinde dava acılanın ikrar etmesi veya yemin etmesi veya kendisine yemin teklif edildiği zaman yeminden vazgeçmesi veyahut kasame dediğimiz kalili meçhul öldürülmüş bir kişinin ölü olarak bulunduğu bölgede katilin bulunmaması halinde o bölgede takip edilecek metod ve varılacak sonuçtur ki ilerde bunun geniş açıklaması gelecektir. Veya hakimin hükümvermek istediği konuda yeteri kadar bilgiye sahip olması veyahut yeterli, açık derecede karinelerin bulunması ve bu karineler sebebiyle bir bakıma kesinlik kazanmış bir durum arzeden hallerin ortaya çıkmasıdır.



Bu konuda şöyle bir misal vermişlerdir: Bir kimse kanlı bir bıçakla bir evden çıksa, koşarak korku içinde oradan uzaklaşsa, eve girdikleri zaman henüz kanı sıcak, boğazlanmış bir insana rastlasalar ve orada başka hiç kimse ile de karşılaşmayacak olsalar oradan çıkan ve kaçan kişinin tek olarak orada bulunduğuna kanaat getirilecek olursa, bütün bu karineler katilin o kimse olduğunu, katil zanlısı olarak muhakeme edileceğini göstermektedir. Çünkü bu konuda hiç kimse o çıkan kişiden başkasının katil olduğunu düşünemez. Bu konuda birinin onu boğazlayıp duvara tırmanarak kaçmış veya kendi kendini boğazlamış şeklindeki ihtimaller uzak ihtimaller olması bakımından bunlara iltifat edilmemekte, böyle bir ihtimal de delilden kaynaklanmadığı için muteber sayılmamaktadır. İbnül Gars.



Eserinde davanın açıklanmasıyla ilgili bölümde uzun uzun bu konuda münakaşalara yer vermiştir. Orada tarifini, şartlarını saydıktan sonra sözlerini şöyle noktalamaktadır: «Hükme varabilmek için uyguladığı metodlarda bir hakime göre yolların aynı olması, tamamına riayet edilmesi şart değildir. Hatta hakimin naibi olan kişi nezdinde açılan bir dava beyyine ile isbat edilecek olursa daha sonra hadise hakime intikal etse veya bunun aksi olsa sahih olmakta, o ana kadar vuku bulan hususlar üzerine bina etme yetkisi bulunmakta ve sonuçta karara varabilmektedir.»



Yine aynı müellif metinde bunları bahsettikten sonra yedinci fasılda şu ifadelere de yer vermektedir: «Şafii ve Hanefi imamları şu meselede ittifak halindedirler ki o da, verilen hükmün sahih ve muteber sayılabilmesi için, bilhassa hukuk-u ibad'la ilgili meselelerde, davanın şekline uygun bir şekilde açılmış sahih bir dava olması ve şer'i bir husumetin bulunmasıdır. Eğer hakim olan kişi işin içyüzünün dış görünüşü gibi olmadığını bilecek olursa veya konuda karşılıklı birbirini suçlama gibi bir dava yoksa, iddia edenler arasında hattızatında o konuda bir kavgada yoksa, hakimin böyle bir davayı dinlemesi doğru olmaz ve buna binaen verilecek hükümler de muteber sayılmaz. Hüküm vermek için çarelere baş vurmak, hileli yollara gitmek sahih değildir. Ama hakim meselenin iç yüzünü bilmeyecek olursa mazurdur. Bu konuda vermiş olduğu hükümler geçerlidir. Bu da çoğu kez vuku bulan umumubelva haline gelmiş bir meseledir.»



TENBİH: Hükmün verilmesinden sonra böyle bir hükmün (verildiğini) isbat meselesi kalmaktadır. Bahır'da bunun için iki yol olduğuna yer verilmektedir. Birisi, o zamanlar devlet tarafından yetkili bir hakim olduğunun itiraf edilmesi hali. Eğer azledilmiş biri olacak olursa, diğer tebaadan biri mesabesinde olduğundan ancak elinde olan bazı emanet mallar konusunda sözü kabul edilir, onun dışında sözüne itibar edilmez. İkinci husus ise, sahih bir dava sonucu, inkar etmemiş ise, onun hüküm verdiğine dair şehadetin bulunması. Ama onun hüküm verdiğine ve hükmünde şu şekildedir diye iki şahit şahadet ederler, hakimde ben böyle bir hüküm vermedim derse, onların bu konudaki şehadetleri kabul edilmez.



İmam-ı Muhammed'in görüşü, bunun hilafınadır. Camiu'l-Fusuleyn'de zamanımız hakimlerinin eskiden olduğu gibi takvanın olmaması nedeniyle İmam Muhammed'in kavli tercih edilmiştir. Bu meseleye ayrıca, metindeki «azledilmiş hakimin» sözüyle amel edilmez ifadesini açıklarken geniş yer verilecektir. Bununla ilgili Bahır da birçok meseleler zikretmiştir. Onlara muttali olmak, bilmek gerekir.



«Şahitliğe ehil olan kişi hakim olmaya, hüküm vermeye de ehildir ilh...» Yani hakim olan, hüküm yeren kişinin o konuda şahit olmaya şahadetinin dinlenmesine yer verilen o konuda yetkili olan bir kişi olması şarttır. Netice olarak şahitliğin şartları olarak; Müslüman olmak, akıllı olmak, baliğ olmak, hür olmak, gözlerinin kör olmaması, başka birini zina suçuyla itham edipte kendisine had vurulmuş biri olmaması gibi şartlar onun hakim olabilmesinin sıhhati ile ilgili şartlardır. Ayrıca hakim olduktan sonra hükmünün geçerli olması da bu şartların kendisinde bulunmasına bağlıdır. Bu sebeple gayrimüslim kişinin hakim olarak tayini sahih olmamaktadır. Müslüman olacak olursa, Bahır'da bu konuda şöyle demektedir: «Vakıati Hüsami isimli eserde, fetva, hakimin mürted olması ile hemen azledilmiş olmaz. Çünkü başlangıçta iki rivayetten birine göre gayrimüslimin kadı olarak tayinine cevaz vardır. Buna göre gayrimüslim hakim olarak tayin edilir, daha sonra müslüman olacak olursa yeniden ona hakim olması konusunda yetki verilmesine ihtiyaç var mıdır meselesinde iki rivayetin olduğu zikredilmiştir.»



Bununla şu husus açıklığa kavuşmuş olmaktadır: Gayrimüslim bir insanın hakim olarak tayini sahihtir. Her ne kadar verdiği hüküm geçerli olmasa da. Ancak bu hükmü bir müslüman aleyhine olması halinde geçerli değildir. Yani gayri müslim iken bir hakimin müslüman aleyhine verdiği hüküm geçerli sayılmaz. Bahır. Bu da yukarda fetva konusu olan mürted olmakla hakimlikten otomatik azledilmiş olmaz, sözüne dayanarak gayri müslimin hakim tayin edilebileceği rivayetini tercihten ibarettir. Bu da musannıfın hakemle ilgili bölümde sahih olmayacağına dair tercih ettiği rivayetin hilafınadır.



Fetih isimli eserde, «Köle iken bir kişinin hakim olarak tayin edilip daha sonra azad edilmesi halinde tayin yenilenmeden vereceği hüküm geçerlidir. Yeniden tayine gerek yoktur. Çocuğun tayin edilip daha sonra baliğ olması halinde verdiği hüküm bunun hilafınadır. Baliğ olduktan sonra yetkinin yenilenmesi şarttır.» denilmektedir.



Ayrıca yine bu konuda gayri müslim biri hakim olarak tayin edilse daha sonra müslüman olsa, İmam Muhammed'e göre, birinci tayine dayanarak hakim olmaya devam eder. Bu durumda gayri müslim kölenin durumuna benzemektedir. Aralarındaki fark ise yani bu ikisinin meselesi ile çocuk arasındaki fark, bunların her birinin yani gayri müslimle kölenin velayetleri var, ancak bununla birlikte hakim olmaya mani halleri de vardır. Köleninazad olması, gayri müslimin müslüman olması ile bu mani ortadan kalkmış olmakta, mani zail olunca memnu avdet eder hükmüne binaen, onların yetkileri devam etmektedir. Henüz sabi iken tayin edilen çocuğun durumuna gelince, onun hiç bir surette velayet hakkı olmadığından yani tayini esnasında velayeti bulunmadığından, ve buna ehil olmadığından daha sonra ehliyet kazanmasıyla eski tayinin devamı söz konusu olmamaktadır.



Camiü'l-Fusuleyn'de bu konuda, «Eğer yetkili olan kişi çocuğa veya gayri müslime ehil olduğun taktirde insanlara namaz kıldır veya aralarında hükmet diyecek olursa caizdir sözü, yukarda çocuk hakkında zikredilenlere ters değildir. Çünkü burada çocuğun velayeti şarta talik edilmiştir. Talik edilen o husus, yani velayeti, şarttan önce, yani ehil olmadan önce mevcut değildir. Yukardaki meselede ise böyle bir talik söz konusu değildir. Henüz çocukken kendisine yetki verilmiştir. Yetkili kılınması, buluğ cağına ermesine talik edilmemiştir. Buna göre iki mesele arasındaki farkta açıkça ortaya çıkmış olmaktadır.



Buna göre yukarda kadılığa ehil olan kişi ifadesinden eğer hüküm verme kastediliyor ise, gayri müslim ve köle olanın ehil olmadıkları ama kadı olarak tayinleri söz konusu ise, tayin edilebilecekleri ama hükme yetkili olmadıkları meselesi arasındaki fark ortaya çıkmış olur. Ancak ehliyetten kamil bir ehliyet, yani hükmü nafiz olan, verdiği hükmü geçerli olan kişi kastedilecek olursa, o zaman yukardaki şartlar aynen geçerlidir. Sağır olan kişinin hakim olarak tayin edilip edilemeyeceği meselesi ise ilerde şarih tarafından açıklanacaktır.



«Bu hususta şu itiraz varittir ilh...» Yani Sadi'nin haşiyesinde meselenin müslümanlarla kayıtlanması durumuna itiraz varit olabilir. Buna göre müslümanlarla kaydının zikredilmemesi, daha uygun olurdu. Çünkü bundan maksat şehadetin aleyhinde hüküm verilen kişi hakkında eda edilmesi, yerine getirilmesi kastediliyor ise o zaman gayri müslim de buna dahildir. Ancak eda ile, yani şahadet ehli ifadesiyle eda kastediliyor ise, bu şehadeti üstlenme (tahammül) meselesinden ihtiraz için zikredilmiş olur. Çünkü gayri müslim ve köle olan kişinin herhangi bir konuda şehadeti tahammül etmeleri, üstlenmeleri caizdir. Ama eda etmeleri sahih değildir. Zira bu edaya dayanarak mahkeme karar veremez. Buna göre eğer ehil olmasından maksat hakim olmaya yani tayine ehil olması kastediliyor ise, o zaman şehadet kelimesinden maksat onu üstlenmesidir. Köle ve gayri müslimde şahadeti tahammül edebileceğine göre onların hakim olarak tayinleri de sahihtir.



Ancak sabi dediğimiz çocuk hiçbir surette velayeti olmadığı için bunun dışında kalır. Eğer ehliyetten maksat hüküm verme ise, o zaman şahadet kelimesinden de maksat yalnız eda etme hususudur. Bunun içerisine ehli zimme hakkında hüküm vermek üzere gayri müslim bir hakimin tayini bunun zımninde muteala edilir. Çünkü onun onlar aleyhine vereceği hüküm geçerli ve onun hakim olarak özellikle tayin edilmesi konuya zarar vermemektedir. Nasıl ki müslümanların hakiminin belirli bir cemaata tahsis edilmesi, onun kadılığına zarar vermiyor ise, gayri müslim bir hakimin yine gayri müslimler arasında hüküm vermek üzere tayini de zarar vermez. Çünkü hüküm vermeden maksat hükmünün sahih olmasıdır. Genelde kastedilen de budur, öyle olunca yukardaki müslümanlarla ilgili hüküm ve kaydın tariften çıkarılması gerekir. Ancak hakimden maksadı, kamil bir hakimin tarifi kastediliyor ise, o zaman meseleye itiraz olmamaktadır.



«Ehli zimme arasında hüküm vermek üzere ilh...» Yani gayri müslim bir hakimin yine gayri müslim tebaa arasında hüküm vermesi caizdir. Nitekim yukarda bunu izaha çalıştık ve yine yukarda beyan edildiği gibi bir kimsenin hakim olarak tayin edilmesi mutlak şekilde caizdir. Velevki gayri müslim olsun. Ancak müslümanlar aleyhine hüküm verebilmesi için gayri müslim hakimin hüküm esnasında müslüman olması şarttır. Aksi halde müslümanlar aleyhine hüküm verememektedir.



TENBİH: Fukahanın yukarda ifade etmiş olduğu hususlardan anlaşıldığına göre, Şam şehri yakınlarında dürzülerin sakin olduğu bölgede onların arasında hüküm vermek üzere tayin edilen kadı (hakim) Dürzi olduğu taktirde veya Hıristiyan olduğu taktirde, onlar orasında hüküm vermeye yetkilidir. Ancak onlardan hiçbirisinin müslümanlar aleyhine hüküm vermeleri sahih kabul edilmemektedir. Çünkü Dürzi denilen o bölge sakinlerinin belirli bir semavi dine intisapları yoktur. Her ne kadar kendilerini müslüman kesimden kabul edip kendilerini müslüman olarak tanıtsalar da.



Bu konuda Hayriye'de, «Onların müslümanlar aleyhinde eda edecekleri şahitlikleri muteber değildir. Fetva da bu istikamettedir.» denmektedir. Zahir'den anlaşıldığına göre Dürzi dediği kişilerin Hıristiyanlar aleyhine veya hıristiyan hakimin dürziler aleyhine hüküm vermesi geçerli ve sahihtir. Bütün bunlar tabiki devletin tayin ettiği, yetki verdiği kişilerle ilgilidir. Ama o bölgenin emiri sayılan kendileri tarafından tayin edilen hakimin yetkisinin ne derece geçerli olup olmayacağı bilinememektedir. Yalnız bu güne kadar örf, Soyda bölgesinin emirinin o bölgelerde olan kişilere hakim tayın etme yetkisi vardır. Şam ve benzeri etraf bölgelerdeki hakimleri tayine o bölge emirinin yetkisi yoktur. Çünkü Şam gibi vilayet ve o eyaletlere tayin edilen kadılar, taraf-ı sultaniden gönderilmektedir.



Fetih'te gördüğüm bu ifadede şöyle denmektedir: «Hakim tayin etme yetkisi birinci derecede halife ve onun vekili sayılan ve onun tarafından ikame edilen sultanındır. Eğer kendisine bu konuda yetki verilmiş ise ayrıca bu sultan tarafından bölgeye emir olarak tayin edilen kişilerin, bölgenin haracını ve vergilerini alma yetkisi kendilerine verilmiş mutlak tasarruf hakkına sahip ise onun tayin etmesi ve azletmesi de sahihtir.» Yine fukahanın burada da açıktan men edilmiş olmamaları örfen böyle bir yetkilerinin olmadığının bilinmemesi halinde böyledir. Zira Şam, Halep gibi bölgemize tayin edilenlere mutlak tasarruf hakkı verilmesi ve vergileri toplama hakkına sahip olmalarına rağmen hakim tayin etmeye onları görevden almaya yetkili kılınmadıkları açıktır. Dolayısıyla bunların ne hakim tayinine ne de hakimleri görevden almaya yetkileri yoktur.



METİN



Şahadete ehil olmada aranan şartlar ne ise, hakim olmada aranan şortlar da aynıdır. Çünkü her ikisi de velayet babındandır. Ancak şehadet kadı ve hakimlikten daha kuvvetlidir. Zira şahadet hakimi ilzam eder. Hakimin hükmü ise ancak hasmı ilzam eder. Bunun içinde kaza ile ilgin hükümler şahadetle ilgili hükümlerden kaynaklanır, ondan alınır, denmiştir. İbnî Kemal.



Fasık olan kişi şahadete ehli olduğundan hakim olmaya da ehildir. Ancak hakim tayin edilmemelidir. Eden kişi aynen şahadetini kabul eden gibi günahkârdır. Fetva da bu istikamettedir. Kaidiye isimli eserde bu şu ifade ile kayıtlanmıştır: «Doğru söylediği kanaati hakim olması halinde fasikin şahadeti kabul edilir.» Dürer. Ebu Yusuf; toplum içerisinde kişiliği ve yeri bulunan fasığın durumunu istisna etmiş, şahadetinin kabulunün gerektiğini söylemiştir. Bezzaziye. Bu hususta Nehir'de; (Buna binaen günahkar olmaz. Böyle bir kişiyi, hakim olarak tayin eden de günahkar olmaz. Çünkü şehadeti kabul edilen her insanın, hakim olarak tayin edilebileceği söz konusudur. «Ancak ikisi arasında fark vardır» denecek olursa, o zaman durum değişir» denmektedir.



Ben derim ki: Bu rivayetin zayıf olduğu ilerde gelecektir. Yeri ve kaynağına bakılmasında yarar vardır. Ebussuud efendinin Maruzat isimli eserinde konuyla ilgili olarak şu ifadelere yer verilir: «Zamanımız hakim ve kadıları arasında eşitlik olunca bilhassa zahiren adalet konusunda kimlerin tayin edileceği konusunda sadır olan fermanda öncelikle diyanet ve adalet konusunda daha yeterli olan kişilerin tayin ve takdim edilmeleri vardır. Dünyevî konularda birbirine düşman olan kişilerin, birbirleri aleyhinde şehadetleri kabul edilmez. Hatta böyle bir şehadete binaen hüküm verilecek olursa, bu hüküm geçerli değildir. Mesele, Yakup Paşa tarafından özelikle zikredilmiştir. Düşmanın düşman aleyhine şahadeti kabul edilmediğine göre onun aleyhinde hüküm, vermesi de sahih olmamaktadır.» Nitekim yukarda Kaidede beyan edildiği gibi hükme yetkili olan kişinin, şehadete de yetkili ve ehil olması şartı var idi. Mısır müftüsü Şeyhülislâm Emirüddin İbni Abdül de bu hususta fetva vermiştir.Musannıf, Menih isimli eserinde, «Düşmanın düşman aleyhinde vereceği raporların hükmü de böyledir, geçerli değildir» demektedir. Daha sonra Vehbaniye şerhinden yapılan bir nakle göre Hanefi, mezhebinde düşman aleyhine bir hakimin karar vermesinin geçerli olmayacağı meselesi, bir nakle dayanmamaktadır. Kadı (hakim) adil olduğu müddetçe hükmü geçerlidir.» denmektedir. İbn-i Vehban ise konuyu daha başka bir şekilde de izah etmektedir.. «Eğer hakim kendi ilmine (bilgisine) dayanarak hüküm veriyor ise caiz değildir. Ama adil kişilerin şehadetine dayanarak insanlar huzurunda dinlenen şehadeti ve onların huzurunda o şahadete dayanarak hüküm verecek olursa caizdir.»



Ben derim ki: Muhiddin isimli kadı, manzum eserinde bu tefsiri benimsemiş ve nazmen şöyle demiştir: «Eğer kadı, düşmanı aleyhine hüküm verirse, - adil olduğu takdirde­ - o hükmü sahih ve kesinlik kazanır. Bazı, alimler bu konuda şu tafsili de yapmışlardır: Eğer hakim kendi ilmine (bilgisine) dayanarak hüküm verirse kabul edilmez ama bu bir topluluk huzurunda adil şahitlerin şahadetine dayanarak hüküm verirse, hükmü makbuldür, kabul edilir.»



Ben derim ki: Adil olmayan bir yetkili tarafından hakim tayin edilir mi, edilmez mi? Bu meselenin açıklanması esnasında Bahır, Ayni, Zeylai, musannıf ve diğer fakihlerin bir takım nakilleri vardır. Bu nakiller de Nasihi isimli müellifin Hassafa ait Edebü'l Kadı isimli kitabını ihtisar ettiği eserinden nakledilmekte ve şöyle denmektedir: Şehadet caiz olmayanın hükmü de caiz değildir. Hükmü caiz olmayanın da yazısına itibar edilmez. Buradaki yazıdan maksat, hakimin düşmanı hakkında rapor etmesi veya dosya hazırlaması veya düşmanın düşman aleyhinde rapor vermesi demektir. Bu da musannıfın benimsediği görüşün sarih bir ifadesidir. İtimad edilen görüşte budur. Hatta Şafii mezhebinin muhakkiklerinden İmam Remlî'de bu mesele ile fetva vermektedir. Ben de, bizatihi onun yazısından şu ifadeleri naklettim: «Bir kimse düşmanı aleyhinde hüküm verse, daha sonra onun düşmanı olduğu açıkça ortaya çıksa, vermiş olduğu hüküm geçersizdir, batıldır.»



Şurumbulali'nin Vehbaniye şerhînde, «Aralarında düşmanlığın sabit olması, ırz ve namusu ile ilgili bir iftirada bulunması, yaralama ve öldürme olayı, borcunu vermemesi, mumatele etmesi olayları ile sabit olur herhangi bir konuda dava açmaları sebebiyle meydana gelen düşmanlık ise muteber değildir, Her ne kadar bu konu şahadete mani ise de bilhassa muhasemenin vuku bulduğu konuda şahadet muteber olmaz. Mesele vekîl tayin edilen kişinin vekil tayin edildiği konu ile ilgili şahadetini vasinin vasiyetle ilgili şahadeti ortağın ortaklıkla ilgili şahadetlerinin kabul edilmediği gibi. » denilmiştir.



İZAH



«Şahadete ehliyetin şartı, hakim olma ehliyetinin şartıdır ilh...» Bu cümle yukardakinin aynen tekrarıdır. Yani şahadete ehil olan hakim olmaya da ehildir, hakim olmaya ehil olan da şahadete de ehildir demektir. Bundan da anlaşıldığına göre musannıf birinci cümleyi Kenz ve diğer bazı eserlere tabi olarak zikretmiş, ikincisini de Dürer metni Gurar'a göre zikretmiş olmakta, her ne kadar bu konuda fasıkın şahadete ehil olup olmadığını belirtmek için buna ihtiyaç duymuştur şeklindeki mazeretleri de bir fayda sağlamaktadır. Ne olursa olsun ifade yukardakinin aynen tekrarıdır.



«Fasık şahadete ehildir ilh...» İlerde fasık kimdir, fısk nedir, adalet nedir, şahadetle ilgili bölümlerde bunlar açıklanacaktır. Bu meseleyi burada açıklaması, bu cümleyi burada zikretmesi bazı kimselerin zannını bertaraf etmek içindir. Ki onlara göre, fasık olan hakim olmaya ehil değildir. Dolayısıyla verdikleri hüküm sahih olmaz. Fıskından dolayı onların verdikleri hükme güven duyulmaz. Bu üç imamın görüşüdür. Tahtavi de bunubenimsemiştir. Ayni bu konuda fetvanın da bilhassa zamanımızda bu kavle göre verilmesi gerekir, demektedir.



Ben derim ki: Eğer bu, nazarı itibara alınacak olursa, bilhassa zamanımızda hakim tayini konusunun artık kapanmış olması gerekir. Bunun içinde musannıfın kabul ettiği ve fasık olan kişinin hakim tayin edilebileceği görüşü daha sahihtir. Nitekim Hülasa'da da bu görüş benimsenmiştir. İmadiye. Nehir'de beyan edildiğine göre bu konuda söylenen ifadelerin en uygunu da ve en sahihi de bu olsa gerektir. Fetih'te ise, «Kudretli ve otoriter sultan tarafından tayin edilen herhangi bir hakimin hükmü geçerlidir. Velevki bu tayin edilen hakim cahil ve fasık da olsa. Bize göre zahirul mezhepte budur. Yani Hanefi mezhebinde delil bakımından kabul edilmesi gereken Zahirur rivayeninde desteklediği bu olsa gerektir» Buna binaen de onun hükmü sahih olmaktadır. Zira cahil olan kişi için başkasından hükmü öğrenerek fetvasını alarak hüküm verme imkanı mevcuttur.» denmektedir.



«Ancak fasık olan kişinin kadı olarak tayin edilmemesi gerekir ilh...» Bahır'da ve diğer eserlerde bu vacip olarak değil, bir öncelik olarak kabul edilmektedir. Yani evla olan bu tip insanların şehadetinin mahkemece kabul edilmemesidir. Kabul edildiği taktirde hüküm verilse caizdir.



Fetih'te, «Delilin gereği helal olmaması ve buna dayanarak hüküm verilmemesidir. Verildiği taktirde caiz ve geçerlidir. Ancak bunun gereği günahkar olur. Cenabı Hakkın, «Sizlere bir fasık herhangi bir haber getirdiğinde onu araştırın.» buyurması ve bu ifadenin zahiri, araştırma yapmadan onun sözünün ifadesinin ve bu tip insanların şahadetinin kabul edilmeyeceği bunun helal olmadığına delalet etmekte ve aynca şahitler hakkında gizli ve aleni soruşturma yapılmasının gerekli olduğu, hasmına ta'n edip etmediği bilhassa hudud ve kısasın dışında da olsa bütün haklarda sahibeyne göre ki mûftabi olan da budur. Soruşturma yapmadan hüküm vermesi araştırma görevini terk ettiğinden fasıkın sözüne itimad ederek hüküm vermiş olduğundan günahkar olur.» denmektedir.



İbn-i Kemal ise bu konuda, «Bir kimse fasık olan bir kişiyi hakim tayin etse günahkardır. Hakim olan kişi fasıkın şahadetini kabul etse günahkardır.» demektedir.



«Fetvada bununla verilmiştir ilh...» Bu ifade metinde geçen fasıkın şahadete ehil olması dolayısıyla hakim olmaya ehil olması ile ilgilidir. Fetvada bu istikamettedir denmek istenmiştir. Yukarda açıkça belirtildiği gibi sahih olan ve Hanefi mezhebinde muteber görüşün de bu olduğu belirtilmiş idi. Ama böyle kimselerin vazifeye getirilmemesinin vacip olduğu istikametindeki sözleri tartışılabilir.



«Kaidiye isimli eserde bunu şu kayda bağlamıştır ilh...» Yani fasık olan kişinin şahadetinin kabul edilmesi, galibizan olarak doğru söylediği kanaatine varılması halindedir. Bu ifadede daha sonra gelecek hususlardan anlaşılmaktadır. Dürer'de «Hakim fasığın şahadetini kabul etse ve buna dayanarak hüküm verse günahkardır. Ancak hükmü geçerlidir,» denmektedir. Fetavayı Kaidiye'de bunun doğru söylediğine dair zannı galip hasıl olursa böyledir şeklinde de kayıt vardır.



Ben derim ki: Bunun zahirinden anlaşıldığına göre günahkar da olmaması gerekir. Çünkü gereken araştırma yapılmıştır. Zira ayeti kerimede emrolunan araştırma burada gerçekleştirilmiş, onun galiben doğru söylediği kanaatine varılmıştır.



Tahtavi der ki: «Eğer ki kadının zannı galibine göre doğru söylemediği, yalan söylediği anlaşılacak olursa veya doğru söyleyip söylemediği eşit olacak olursa hakimin onun şehadetini kabul etmemesi ve bu şehadete binaen hüküm vermemesi gerekir.»



«Ebu Yusuf istisna etmiştir ilh...» Yani hakimin şahadetini kabul ettiği taktirde hüküm vermesi ile günahkar olması meselesinden Ebu Yusuf fasikin durumunu istisna etmiştir. Bundan maksat da hakimin galib zannına göre doğru söylediği anlaşılırsa ifadesi olsa gerektir. Bu da yukarda Kaidiye isimli eserden nakledilen ifadenin zımninde mevcuttur, ayrıca ifadesine gerek yoktur.



«Bu meselenin zayıf olduğu ilerde gelecektir ilh...» Yani şahadet bahsinde bu kavlin zayıf olduğu söylenecek ve şöyle denecektir: «Kınye'de, Mücteba'da doğru söyleyen kişilik sahibi kişinin fasık da olsa şahadeti kabul edilir şeklindeki ifadeleri, Ebu Yusuf'un kavlidir. Kemal İbn-i Hümam bu görüşü zayıf addetmiş gerekçe olarakta nass karşısında zannı galibe dayanarak verilmiş bir hükümdür, kabul edilmez demekte musannıfta bunu benimsemektedir.



Ben derim ki: Yukarda Bahır'dan nakletmeye çalıştığımız ifadede nassın zahirine göre fasıkın şahadetinin kabul edilmesi özellikle araştırmadan önce helal olmaz. Eğer kadının yaptığı araştırma sonucu sadık (doğru) olduğu anlaşılır ve buna binaen şahadetini kabul ederse, nassa uygun bir davranış içine girmiş olur. Ancak nas kelimesinden kasdı Cenabı Hakkın



«Sizlerden adil olan iki kişiyi şahit gösterin» sözü kasdediliyor ise, o zaman hüküm başka olur. Zira bu ayeti kerimenin delalet ettiği mana o zaman adil olmayan kişilerin şahadetinin kabul edilemeyeceğidir ki bu da mefhumu muhaliftir. Mefhumu muhalif Hanefi mezhebinde muteber değildir. Özellikle mefhumu lakab olacak olursa. Halbuki yukardaki ayeti kerimede fasik hakkında araştırma yapıp soruşturmayı tamamladıktan sonra durum aydınlanırsa kabul edilebileceği şeklindedir.



«Ebussuud'un maruzatında ilh...» Maruzattan maksat, zamanın sultanına taktim ettiği ve sultanın da o meseleler muktezatınca amelini emrettiği meselelerdir.



«Adaletin varlığında ilh...» Yani hakim ve kadı olmaya layık olan kişilerin o dönemde hemen hemen hepsinde adalet müsavi şekilde mevcut idi. Bugün ise adaletsizlikte eşitlik sağlanmış durumdadır. Dolayısıyla bu göreve talip olanların düşünmeleri, dikkat etmeleri gerekir. Tahtavi.



«Eğer düşmanlık sebebi dünyevi bir meseleye taalluk ediyorsa ilh... » Musannıf Şurumbulali şerhinden naklen bu dünyevi dediğimiz düşmanlığın veya anlaşmazlığın açıklamasını yapacaktır. Dünyevi sebeplere dayanarak anlaşmazlık, düşmanlık ifadesiyle dini sebeplerden dolayı anlaşmazlığın ve düşmanlığın şahitliğe mani olmadığı anlaşılmaktadır. Binaenaleyh İslamda helal olmayan bir şeyi irtikap etmesinden dolayı biri ona düşmanlık beslese müttehem sayılmaz, ifa edeceği şahadette de yalancı şahitliği ihtimali var denemez.



Dünyevi sebeplerden dolayı meydana gelen düşmanlıklar ise kişinin yalan yere şahitlik yapmasına vesile ve vasıta olabilir. Bunun içinde müslümanın gayri müslim aleyhinde şahitlik yapması caiz görülmüştür. Her ne kadar aralarındaki anlaşmazlık birbirlerinden kopma ve nefret baisi ve sebebi dini inançlar ve dini hususlar olduğu için müslümanın gayri müslim aleyhinde de olsa iftira edemeyeceği, aleyhinde yalan söyleyemeyeceği sabit olduğundan şahadetinin geçerli olduğu söylenmiştir. Yahudinin hıristiyan aleyhine şahitliği de böyledir.



«Aralarında dünyevi düşmanlık (adavet) olan kişinin diğer biri aleyhinde şahitlik yapması halinde mahkeme bu şahadete dayanarak hüküm verse, hükmü nafiz sayılmaz ilh...» Bu konuda dünyevi sebeplere dayanarak aradaki adalet sebebiyle yapılan şahitlik fasık olan kişinin şahitliğine benzer diyen görüşü bertaraf etmek için burada bu ifadeye yer vermiştir. Yukarda beyan edildiği gibi fasık olan kişinin şahadetinin mahkemece kabul edileceği, fetvanın da bu istikamette olduğu metinde beyan edilmişti. Her ne kadar onun şahadetine dayanarak (tabiki başkaları varsa) hakimin hüküm vermesi halinde dini açıdan bir mahzur irtikap etmiş oluyor ise de. Düşmanın düşman aleyhindeki şahadeti fasıkın şahadeti gibi değil. Kölenin ve çocuğun şahitliğinin kabul edilmesi meselesi gibidir.



«Yakup Paşa bunu bu şekilde beyan etmiştir ilh...» Bu zatın Sadru Şeria isimli eser üzerine, yani Vikaye şerhi üzerine yazmış olduğu haşiyesinde bu ifadelere yer verilmiştir. Hayriye isimli eserde ise, «Mesele kitaplarda değişik şekillerde dolaşmaktadır.» denmektedir. Aralarında düşmanlık sebebi ile şahitliği reddedilmesi gereken kişinin şahadetine binaen hüküm verilmesinin doğru olmayacağı gibi hakim olan kişinin dünyevi sebebten düşmanı aleyhine de hüküm vermesi sahih ve caiz değildir.



«Hakimin düşmanı olan müddaaleyh hakkında verdiği hüküm sahih değildir ilh...» Yani düşmanın, dünyevi sebeplerle düşmanı aleyhine yapmış olduğu şahadet nasıl kabul edilmiyor, mahkeme bu şahadete dayanarak hüküm verse de hükmü geçersiz oluyor ise, hakimin düşmanı aleyhine vereceği kararlar da aynı şekilde sahih olmamakta ve geçerli sayılmamaktadır. Bununla da Yakubiye'den nakledilen ifade ve itirazlar bertaraf edilmiş olmaktadır.



TENBİH: Düşmanı aleyhinde hakimin karar yetkisi olmadığına göre kurtuluş bir başkasını yerine vekil tayin etmesi ki bu da vekil bırakmaya yetkili ve mezun olmasına bağlıdır. Nitekim, ilerde geleceği gibi kendisi için veya çocukları için bir hadise vuku bulsa, mahkemeye intikal etse, kendi davasına ve çocuklarıyla ilgili davaya bakamayacağından bir başkasını vekil tayin edebileceği ilerde izah edilecektir.



«Yine musannıfın beyanına göre ilh...» Musannıf Menih isimli eserin de nassan şöyle demektedir: «Bazı fetva kitaplarına nisbet edilen güvenilir bir kaynakta, -zannedersem bu fetva kitabı Haşi'nin Fetava-yı Kübra'sı olsa gerektir- gördüm ki, orada; «Düşmanın düşman aleyhinde dosya hazırlaması, rapor tutması kabul edilemez. Nasıl ki düşmanın düşman aleyhinde şahitliği kabul edilmiyor ise bu da aynıdır.» denilmektedir.» Bu ifadenin zahirinden anlaşıldığına göre, sicil şeklinde varit olan bu ifade, Tahtavi'nin beyanına göre, kadının diğer bir kadıya herhangi bir hadise hakkında düşmanı olan kişi ile ilgili yazısı veya onun hakkında tutmuş olduğu dosyadır. Bu da Nasihi'den naklen verilecek ifadeye tamamen uygundur.



Daha sonra musannıf, «Vehbaniye şerhinde böyle bir nakil görülmedi.» diye bir ifadede bulunmuş, yani hakimin düşmanı aleyhine karar veremeyeceği meselesinin Vehbaniye şerhinde nakli görülmediği beyan edilmiştir. Devamla, «Ancak bu konuda uygun olan hakim adil ise, mutlak bir şekilde düşmanı aleyhine de olsa verdiği kararın geçerli sayılmasıdır. Gerek kendi kesin bilgilerine dayanarak bu hükmü versin, gerekse iki adil şahidin şahadetine istinaden karar vermiş olsun. Bu bahis Vehbaniye isimli eserin şarihi tarafından zikredilmiş. İbni Vehbana ve onun açıklayış biçimine ters düşmektedir.» dendikten sonra bu ifadenin akabinde, «şöyle derim» diyerek: «Hakim adil olduktan sonra mutlak bir şekilde verdiği karar düşmanı aleyhine de olsa geçerlidir.» diye sözlerini bitirmiştir.



«Eğer kendi bilgisine dayanarak vermiş ise caiz değildir ilh...» Bu ifade hakimin dava ile ilgili kendi bilgilerine dayanarak hüküm vermenin caiz olduğunu benimseyen görüşe göredir. Mutemet ve muteber olan görüş bunun tersidir. Yani hakim hadise hakkındaki özel bilgilerine dayanarak karara yetkili değildir. Binaenaleyh İbni Şihne ile İbni Vehba'nın sözleri arasında bir tezat olduğu söylenemez. Zira her ikisinin sözlerinin neticesi «Hakim ve şahitler adil ise düşman aleyhinde hakimin verdiği hüküm geçerlidir.» sözüdür.



«Ancak Bahır, Ayni ve Zaylai'de nakledilen, musannıfın da desteklediği bir görüşse ilh...» Meselenin aslı musannıf tarafından beyan edilmekte ve şöyle denmektedir: «İbnü Vehban ile eserinin şarihi Abdülber ibnü Şıhne fukahanın muteber eserlerinde ittifakla kabul ettikleri hükmü sanki unutmuş veya ihmal etmiş gibi davranmaktadırlar. Ki muteber eserlere göre hükme ehil olma, şahitliğe ehil olmadan kaynaklanır, şahitliğe ehil olan hüküm vermeye de ehildir. Şahitliğe ehil olmayan ise, hüküm vermeye de ehil değildir. Düşman düşmanı aleyhinde şahitlik yapamaz. Nitekim müteahhirinulemanın çoğunluğu bunu beyan buyurmuşlardır. Dolayısıyla düşmanı aleyhinde de hüküm vermeye yetkili sayılmamaktadır. Tahtavi.



Ben derim ki: Bu ifadeleri musannıfın şerh'ine ait elimdeki nüshalarda bulamadım. Ancak burada söylenebilecek husus, şarihin maksadı İbnü Vehban ile İbnü Şıhne'nin söylediklerini tenkit etmek. metindeki ifadeyi desteklemek için bunu zikretmiştir. Zira metin sahibi müellif, hakimin düşman kişi aleyhinde karar verememesini onun aleyhindeki hükmünün sahih olmamasını, aleyhinde şahitliğinin kabul edilmemesine bina etmiştir. Onun bir feri olarak nitelemiştir. Bu da bütün muteber metin kitaplarından anlaşılan külli bir mefhumdur ki fukahanın metinlerdeki ifadeleri hüküm vermeye yetki şahadete yetkiden kaynaklanır. Bunun aksi ise şahadete ehil olmayan hüküm vermeye de o konuda ehil değildir demektir. Bunun için de musannıf metinde düşmanın düşman aleyhine şahadeti kabul edilemez, dolayısıyla aleyhinde vereceği hüküm de sahih olmaz, demiştir.



Bu sonuç mefhuma dayanarak isbat edilmiş bir sonuçtur. Bu ifade de şarihin naklettiği «Bu külli mefhum Nasihi dediğimiz fakihin ifadesinde açıkça yer almaktadır.» sözünü de unutmamak gerekir. Ancak şarihin bunu açıkça beyan etmesi ile de İbni Vehban ve İbni Şıhne'nin sözleri de bertaraf edilmiş ve musannıfın metinde benimsediği görüş teyid edilmiş olur. Bunun için de şarih, Musannıfın benimsediği görüş ya açık ya açığa yakın bir ifade ile zikredilmiş.» diyerek açıklamasını yapmış idi. Burada iki görüş arasında bir telif ve uzlaştırmaya gitme konusu kendililiğinden ortaya çıkmaktadır. Kınye isimli eserde zikredildiği gibi, dünyevi sebeplere dayanan düşmanlık fıskını gerektirmedikçe şahadetinin kabulüne mani değildir. Sahih olan da budur. İtimatta bu görüşedir. Yine Muhit ve Vakiat isimli eserlerde, «Düşmanın düşman aleyhine şahadeti kabul edilmez ifadesi, müteahhirin ulemanın benimsediği görüştür.» denilmektedir.



Mezhepten naklen beyan edilen rivayet buna ters düşmekte, Şafii mezhebinin görüşü de bu istikamette olmaktadır. Ebu Hanife ise bu konuda, «Eğer adil ise kabul edilir.» demektedir. Mebsut isimli eserde, «Düşmanlık dünyevi bir sebebten kaynaklanıyor ise bu fasık olmasını gerektirir, şahadeti kabul edilmez.» denilmiştir.



Netice olarak meselede iki muteber görüş bulunmakta birincisi, düşmanın aleyhine yapılan şahitliğin kabul edilmemesi, bu da; müteahhirin ulemanın benimsediği görüştür. Kenz ve Mülteka sahipleri bu görüşü benimsemektedirler. Bunun gereği düşmanlıktır. Düşmanlık sebebiyle fasık olması değildir. Eğer böyle olmasaydı birine düşmanlık beslemesiyle fasık olacağına göre bir başkası aleyhine yapmış olduğu şahadetinin de kabul edilmemesi gerekirdi. Bu görüşe göre, aralarında dünyevi sebeplerden kaynaklanan düşmanlık kadının (hakimin) düşmanı olan kişi aleyhinde karara yetkili olmadığı, verdiği kararın geçerli olmayacağı istikametindedir.



İkinci muteber görüş ise (düşmanlık sebebiyle fasık olmadıkça), düşmanın düşman aleyhinde şahadeti kabul edilir görüşüdür. Bu da İbnü Vehban, İbnü Şıhne tarafından benimsenen görüştür. Eğer kabul ediliyor ise bunun zaruri neticesi de düşmanı aleyhinde hakimin kararının da sahih ve geçerli olacağıdır. Tabiki bu da hakimin adil olması ile kayıtlıdır.



Bu gerekçeler muvacehesinde yukarda adı geçen iki değerli alim sahih olduğunu benimsemişler, bu ifadelerle şu husus da ortaya çıkmış bulunmaktadır: Düşmanın düşman aleyhinde şahadeti eğer adil ise kabul edilir. Dolayısıyla hakim olduğu taktirde hükmü de sahihtir. Adil olmayan kişinin şahadeti kabul edilmeyeceği gibi, hükmü de geçerli değildir.



Bu konuda Nasihi'nin yukarda beyan ettiği ifadeler bu iki bilim adamının sözlerine muarız ve ters gelmemektedir. Çünkü illetler değişik sayılmakta, meselelerin yorumu değişik açılardan ele alınmaktadır.



«Bu konuda itahkike değer ver, telfiki bırak» yazısına itimad edilmez ilh...» Yani yukarda izahına çalıştığımız sicil dediğimiz dosyanın düşman aleyhinde hazırlanıp başka bir mahkemeye havale edilmesi halinde bu dosyanın muhtevasına güvenilemez. Tahtavi.



«Musannıfın benimsediği görüşte de ilh...» Metinde mutlak bir şekilde kabul edilemeyeceği ifade edilmiştir.



«Şafiilerin muhakkıklanndan olan imam Remli de bu görüş ile fetva vermiştir ilh...» Bu ifade Vehbaniye şerhinde Rafi'den, onun da Maverdi'den naklettiği görüşün aksine bir görüştür. Ki orada düşman aleyhine hüküm vermeye yetkili olduğu, ancak düşman aleyhine şahitliğinin kabul edilemeyeceği ifade edilmiştir. Çünkü hüküm verme için sebeplerin, gerekçelerin açık olduğu bilinmekte, şahadetle ilgili sebepler ise bizce gizli kalmış olduğundan şahadeti kabul edilmemekte, ama verdiği hüküm düşmanı aleyhinde de olsa geçerli sayılmaktadır. Bu da yerinde bir görüştür. Bunun için de İbnü Vehban hakimin hüküm vermesinin sahih olması ifadesini adil şahitlerin şahadetine dayanarak toplum huzurunda karar vermesiyle kayıtlamaktadır. Bu da hükme dayanak ve gerekçe olan sebeplerin müşahade edilmesiyle, töhmetin bertaraf edilmesi söz konusu olduğundan kabul edilmesi gerekir.



Bana göre hüküm sahih olmalıdır. Bilhassa hüküm bu şekilde verilecek olursa. Hatta, «Düşmanın düşman aleyhine şahitliği kabul edilmez,» diyen kavil, şahadette geçerli olsa da hüküm itibariyle bütün tühmete vesile olacak hususların ortadan kalkması ile sahih olması gerektiği kanaati bende hasıl olmuş olmaktadır.



«Şurumbulali'nin Vehbaniye şerhinde ilh...» Bu kitap aslında nazmen İbnu Vehban tarafından yazılmış, İbnü Abdülber yukarda zikredilen ifadeyi ondan aynen şu şekilde nakletmiştir: «İbnü Vehban der ki: Bazı fıkıh alimlerinin vehme düştükleri görülmekte. Şöyleki, bir kimse herhangi bir hak konusunda mahkemede hasım olsa veya aleyhine bir hak iddia etse düşmanı olur, buna binaen şahitlerde aralarında düşmanlık vardır şeklindeşahitlik yapabilirler, demekteler. Halbuki mesele böyle olmamakta, düşmanlık ancak şu gibi hususlarla sabit olmaktadır.» diyerek yukarda açıklamaya çalıştığımız «Şeref ve haysiyetim ihlal eden iftira, yaralama, öldürme ve borcunu mumatele etmesi vermemesi, imkanı olmasına rağmen geciktirmesi şeklinde tecelli eder.» demektedir.



Ben derim ki: Yukarda bildiğimize, öğrendiğimize göre İbni Vehban'ın benimsediği görüş, dünyevi sebeplere dayanarak arada meydana gelen düşmanlığın kişinin fasık olmasına sebep olmadıkça şahadetinin kabulüne mani değildir. Buna göre dünyevi gerekçelerle meydana gelen düşmanlık, bazan kişinin fasık olmasını gerektirir, bazan da gerektirmeyebilir. Bunun için de ancak düşmanlık şununla sabit olur diyerek fasık olmasını gerektiren bazı misaller vermekte. Bunlar düşman aleyhine ve hatta başkaları aleyhine fasık oldukları için şahitliklerinin kabulüne mani olacağı hususunda bir tereddüde mahal bırakmamaktadır. Yine ilerde, şahadet bahsinde bu gibi düşmanlıkların hangilerinin insanın fasık olmasını gerektirdiği, hangilerinin gerektirmediği, dolayısıyla şahitlik yapamayacağı konusu, şahitler bölümünde ele alınacaktır.



Vasi olan kişinin şahadeti de kabul edilmez. Yani vesayetle ilgili kendisini ilgilendiren meselelerde ve o kişilerle ilgili olarak şahitliği kabul edilmez. Ortağın da şirket malı ile ilgili diğer ortağı hakkında şahitliği kabul edilmez. Tahtavi.



METİN



Fasık olan kişi müftü olmaya salih değildir. Çünkü fetva din işleriyle ilgilidir. Fasık olan kişinin sözü dini konularda kabul edilmez. muteber sayılmaz. İbn-i Melek. Ayni bu konuda şu ifadeleri de eklemiştir: «Müteahhirin fukahadan çokları bu görüşü benimsemişlerdir.»



Mecma sahibi metninde buna kesin gözü ile bakmıştır. Onun şerhinde bu konuda sarih ve veciz ifadeler bulunmakta ve üç imamın görüşünün böyle olduğu söylenmektedir. Tahrirde olan ifadenin zahirinden de anlaşılacağına göre böyle kişilerden dini konuların sorulması ittifakla helal olmaz denmekte, musannıf da bu görüşü geniş bir şekilde nakledip benimsediğini ilave etmektedir.



Diğer bir kavle göre fasık da olsa müftü olmaya salihtir. Bu görüş Kenz isimli eserde kesin şekilde ifade edilmiştir. Çünkü fasık da olsa karar verirken hataya düşmesi kişiler tarafından ayıplanacağından ayıbına sebeb olacak durumlara düşmek istemeyeceği kesin gözüyle müteala edilmektedir.



Ancak bazıları müftünün aklı başında, tam müslüman olması, bazıları da uyanık, meseleleri kavrayan biri olması şartını da koşmuşlar, hürriyeti şart koşmamışlardır. Köle de olsa dini konuda verdiği fetvaya güvenilir denmiştir. Erkek olması da şart değildir. Kişinin konuşur olması da şart değildir. Dilsiz olan kişinin fetvası sahihtir. Ancak hakim olduğu taktirde karar vermesi, hüküm vermesi sahih değildir. Müftü dilsiz olduğu taktirde, işaretiyle iktifa edilir. Ama hakimin işaretiyle iktifa edilemez. Çünkü belirli sigalara dayanarak hüküm vermesi ve ilzam etmesi gerekir ki bu da «hükmettim ve ilzam ettim» demesi ile olur. Bu da sahih olarak acılan bir dava sonucu verilmesi şartına bağlıdır. Sağır olan kişinin, yani tamamıyla sağır değil de ağır işiten kişinin durumu ise sahih olan kavle göre, onun hakim olması, karar vermesi sahihtir. Ancak anadan doğma sağır olan, hiç duymayan kişinin durumu bunun hilafınadır. Yani sahih değildir. Mahkemede kadı olan kişinin velevki mahkeme meclisinde de olsa davayla ilgili olmayan kişiler hakkında fetva vermesi sahihtir. Ve bu görüş sahih olan bir görüştür.



İlerde geleceği gibi, kadı da müftü gibi mutlak olarak Ebu Hanife'nin kavilleriyle amel etmeli, ondan sonra Ebu Yusuf'un, ondan sonra İmam Muhammed'in, daha sonra İmam Zü