Ashabu'l-Karye

Değişmez toplumsal Sünnetullah’ı şöyle beyan buyu­ruyor Rabbimiz Allah Teâlâ (Azze ve Celle):



“Biz, yaşama biçimleriyle refah içinde şımarıp azmış nice şehri yıkıma uğrattık. İşte meskenleri, çok az (bir zaman) dışında (onlarda) kendilerinden sonra oturabilmiş de­ğildir. (Onlara) varis olanlar Biziz.



Senin Rabbin, ana yerleşim merkezlerine, onlara ayet­lerimizi okuyan bir Rasul göndermedikçe şehirleri yıkıma uğratıcı değildir. Ve Biz, halkı zulmeden şehirlerden başka­sını da yıkıma uğratıcı değiliz.” (Kasas, 28/58-59)



Yegâne Rezzak olan Rabbimiz Allah’ın şükretsinler diye onlara vermiş olduğu nimetlere nankörlük yapıp şımaran ve bununla mütekkebir olup azanlar, yıkıma uğra­mışlardır… Rabbleri Allah’ın kendilerine verdiği bunca ni­metlere karşı nankör davranmış, Allah’a kul olmak konu­sunda vazifelerini ihmâl etmiş, hevalarını ilâhlaştırmış ve müstekbir zalim olma yolunda yarışmışlardı… Allah’a karşı tuğyan edip azgınlaşan kavimlerin sonu, korkunç bir felâkettir… Çünkü Allah Teâlâ, onlara, kendilerini uyaran, onları dosdoğru yola çağırıp rehberlik eden, onlara adaleti ve iyiliği emredip, zulmü ve kötülüğü yasaklayan bir Rasul göndermişti… Onlar, Rasullerini dinlememiş, Allah’ın emirleriyle amel etmemiş, aksine Rasullerine karşı düş­manca davranmış, Allah’ın emirlerinin yerine nefsanî hü­kümlerle amel etmişlerdi…



Rabbimiz Allah şöyle buyurur:



“Andolsun, Biz her ümmete: ‘Allah’a kulluk edin, tağuttan kaçının’ (diye tebliğ etmesi için) bir Rasul gönderdik.” (Nahl, 16/36)



Rabbimiz Allah, insan kullarını azgınlıklarından ve tuğyanlarından vazgeçsinler, nankörlüğü bıraksınlar, şirki ve küfrü terk edip iman ederek, nimete şükretsinler diye, onlardan öncekilerin hâllerini örnek olarak beyan buyurmaktadır:



“Allah, bir şehri örnek verdi: (Halkı) güvenlik ve huzur içindeydi. Rızkı da her yerden bol bol gelmekteydi. Fakat Allah’ın nimetlerine nankörlük etti. Böylece Allah, yaptık­larına karşılık olarak ona, açlık ve korku elbisesini (giydirip acıyı) tattırdı.



Andolsun, onlara, kendi içlerinden bir Rasul gelmişti, fakat onlar yalanladılar. Böylece onlar, zulümlerine devam etmektelerken azab onları yakalayıverdi.” (Nahl, 16/112-113)



“Yeryüzünde gezip dolaşmıyorlar mı? Böylece kendile­rinden öncekilerin nasıl bir sona uğradıklarını görsünler. Onlar, güç bakımından kendilerinden daha üstün idiler. Toprağı altüst etmişler (ekmişler, madenler, sular arayıp çıkarmışlar) ve onu, kendilerinin imar ettiğinden daha çok imar etmişlerdi. Rasulleri de, onlara açık delillerle gelmişti. Demek ki Allah, onlara zulmetmiyordu, ancak onlar kendi nefislerine zulmediyorlardı.



Sonra kötülük yapanların uğradıkları son, Allah’ın ayetlerini yalanlamaları ve alay konusu edinmeleri dolayısıyla çok kötü oldu.” (Rum, 30/9)



“Bu, ellerinizin önden sunduklarıdır. Allah, gerçekten kullara zulmedici değildir.” (Âl-i İmrân, 3/182)



“Kim salih bir amelde bulunursa, kendi lehinedir. Kim de kötülük ederse, o da kendi aleyhinedir. Senin Rabbin, kullara zulmedici değildir.” (Fussilet, 41/46)



Rabbimiz Allah, insan kullarının sonu yakıcı ateş olan bir azaba uğramamaları için kendilerini apaçık delillerle uyaran Rasullerini vazifeli kılmıştır… Rasuller,  insanların eğitim ve öğretiminde başarılı olsunlar diye çok gayret et­mişlerdir… Onlara, doğruları öğretmiş, kendilerini eğri olanlardan alıkoymuşlardır… Nankörlük yapmamayı, Allah’a karşı isyan etmemeyi, böylece salih kul olmayı öğ­retmişlerdir… Allah’ın nimetlerine şükrettikçe ve hüküm­leriyle amel ettikçe nimetin, sağlığın ve mutluluğun arta­cağını beyan etmişlerdir…



“Öyleyse Allah’ın sizi rızıklandırdığı şeylerden helâl (ve) temiz olanlarını yiyin, eğer O’na kulluk ediyorsanız, Allah’ın nimetine şükredin.” (Nahl, 16/114)



Rabbimiz Allah, ana yerleşim merkezlerine Rasullerini gönderir ve insan kullarına hükümlerini bildirir… Rabbimiz Allah, insan kullarını uyarmadıkça, onları bilgilendirme­dikçe ve nasıl inanıp davranacaklarını öğretmedikçe mes’ul tutmaz… Kendilerine hak apaçık beyan edilen ve İslâm’a davet edilmiş olanlar, hakkı inkâr eder, İslâm’ı reddeder ve Allah’a karşı baş kaldırıp azgınlık ettikleri takdirde çok acıklı bir azab ile cezalandırılırlar…



Kullarına karşı çok merhametli olan Rabbimiz Allah şöyle buyurur:



“Kendisi için bir uyarıcı olmaksızın, Biz, hiçbir ülkeyi yıkıma uğratmış değiliz.



(Onlara) hatırlatma (yapılmıştır). Biz, zulmedici deği­liz.” (Şuara, 26/208-209)



“Kim hidayete ererse, kendi nefsi için hidayete erer. Kim de saparsa, kendi aleyhine sapar. Hiçbir günahkâr, bir baş­kasının günah yükünü yüklenmez. Biz bir Rasul gönderin­ceye kadar (hiçbir topluma) azab edecek değiliz.” (İsra, 17/15)  



Kendisinden sonra hiçbir Rasul ve hiçbir Nebî’nin gel­meyeceği, Rasullerin ve Nebîlerin sonuncusu, yegâne önde­rimiz ve hayat örneğimiz Rasulullah Muhammed (s.a.s.), ahir zaman Nebîsi ve Rasulüdür… O, dünya ana yerleşim merkezi olan Mekke şehrinde, Rabbimiz Allah tarafından vazifeli kılınmıştır… Rasulullah Muhammed (s.a.s.), kıya­mete kadar bütün insanlık âleminin yegâne Peygamberi­dir… O (s.a.s.), hangi ülkeden, hangi kavimden, hangi ırk­tan, hangi renkten ve hangi dilden olursa olsun kadın-er­kek bütün insanların Peygamberidir…



Önderimiz Rasulullah (s.a.s.)’in, bütün insanlık için gönderildiğine dair kendisini gönderen Rabbimiz Allah şöyle buyurur:



“De ki: ‘Şahidlik bakımından hangi şey daha büyük­tür?’ De ki: ‘Allah, benimle sizin aranızda şahiddir. Sizi –ve kime ulaşırsa– kendisiyle uyarmam için bana şu Kur’ân vahyedildi. Gerçekten Allah’la beraber başka ilâhların da bulunduğuna siz mi şahidlik ediyorsunuz?’ De ki: ‘Ben, şehadet etmem.” De ki: ‘O, ancak bir tek olan ilâhtır ve gerçekten ben, sizin şirk koşmakta olduklarınızdan uza­ğım.” (En’âm, 6/19)



“De ki: ‘Ey insanlar, ben, Allah’ın sizin hepinize gön­derdiği Rasulüyüm.” (A’raf, 7/158)



Cabir (r.a.)’ın rivayetiyle şöyle buyurur Rasulullah (s.a.s.):



“Benden önce hiçbir kimseye (peygamberlere) verilme­yen beş şey bana verildi:



(Eskiden) her peygamber, hasseten kendi kavmine gön­deriliyordu. Ben ise, kızıl ve siyah bütün insanlara gönderildim…"[505]



Hangi kavim, hangi renk ve hangi dil ile hangi ülkeden olursa olsun kıyamete kadar bütün insan kullarına Rasul olarak gönderdiği kulu ve Rasulü Muhammed (s.a.s.)’e şöyle seslenir Rabbimiz Allah:



“İşte Biz sana, böyle Arabça bir Kur’ân vahyettik. Şe­hirlerin anası (olan Mekke halkı)nı ve çevresinde olanları uyarman için ve kendisinde şübhe olmayan toplanma gü­nünü (haber verip onları) uyarman için de. (O gün onların) bir bölümü cennette bir bölümü çılgınca yanan ateşin içeri­sindedir.” (Şura, 42/7)



Yegâne önderimiz Rasulullah (s.a.s.)’den önce kendi kavimlerine gönderilen bütün Nebî ve Rasuller (Allah’ın salat ve selâmı üzerlerine olsun), ana yerleşim merkezlerin­den “Hak Dini” tebliğ etmiş ve insanları yegâne din olan İslâm’a davet eylemişlerdi!..



Rasulullah (s.a.s.)’in ümmetinden önce yaşamış olan ümmetlerin ve Peygamberlerin kıssaları hak ve gerçek olarak, Rabbimiz Allah tarafından Kur’ân-ı Kerim’de beyan olunmuştur… Onların kıssalarında, yani yaşadıklarında ve başlarına gelenlerde, hikmet, ibret ve dersler vardır…



Rabbimiz Allah tarafından beyan edilen hak ve gerçek olan kıssalardan birisi de, Yâsîn Sûresi’ndeki, kendilerini Allah’a davet etmek üzere gelen üç ihya erinin ve şehir hal­kının kıssasıdır…



Şöyle beyan buyuruyor Rabbimiz Allah:



“Sen onlara, o şehir halkının örneğini ver. Hani oraya elçiler gelmişti.



Hani Biz, onlara iki (elçi) göndermiştik, fakat onlar, iki­sini yalanlamışlardı. Biz de, (iki elçiyi) bir üçüncüsüyle güçlendirdik. Böylece dediler ki: ‘Şübhesiz biz, size gönde­rilmiş elçileriz.’



Dediler ki: ‘Siz, bizim benzerimiz olan bir beşerden baş­kası değilsiniz. Rahmân (olan Allah) da, herhangi bir şey indirmiş değildir. Siz, yalnızca yalan söylemektesiniz.” (Yasin, 36/13-15)



Rabbimiz Allah, şehirlerden bir şehre veya kasabalar­dan bir kasabaya birbirini destekleyen iki elçisini göndermiştir... Rabbimizin Hak Dinini, yani İslâm’ı, Tevhid akî­desi ve salih ameliyle insanlara anlatmak, onların hidayet bulmasına vesile olmak, onları dosdoğru yola davet etmek üzere kasaba halkına tebliğe başlayan elçiler, kasabanın müşrik ve kâfir halkı tarafından yalanlanmışlardı…



Allah’ın, davet ve tebliğ ile vazifeli kıldığı iki elçi, Ulu’l-Azm Peygamberlerden kelimullah[505] Musa (a.s.) ve kardeşi Harun (a.s.) gibi birbirlerine yardımcı olup insanları, şirk ve küfürden kurtulup Tevhid’e gelmeleri için Allah’ın vahyettiği hükümleri apaçık beyan ediyorlardı… Hakkı anlatmada ve hakka çağırmada birbirlerini destekliyor, güç kazanıyorlardı… Gerek kelimullah Musa (a.s.) ve kardeşi Harun (a.s.), gerekse bu kasabaya gönderilen iki elçinin hâl ve tavrı, kıyamete kadar bütün mü'min müslümanlara çok güzel bir örnektir… Onlar da, dosdoğru yol üzere hayatla­rını devam ettirirken, Hak Din İslâm’ı yaşamada ve yaşat­mada birbirlerine yardımcı olmalıdırlar… Bu yardımlaşma, onların katıksız imanlarının bir gereğidir…



Kelimullah Musa (a.s.) şöyle diyordu:



“Rabbim, gerçekten ben, beni yalanlarlar diye korka­rım.



Ve (bundan dolayı) göğsüm daralır, dilim çözülmez. Bunun için Harun’a da elçilik ver.” (Şuara, 26/12-13. Kasas, 28/34)



Rabbimiz Allah, muvahhid mü'min kullarının vasıfla­rını şöyle beyan buyurur:



“Mü'min erkekler ve mü'min kadınlar, birbirlerinin ve­lileridirler. İyiliği emreder, kötülükten sakındırırlar, namazı dosdoğru kılarlar, zekatı verirler ve Allah’a ve Rasulü’ne itaat ederler. İşte Allah’ın kendilerine rahmet edeceği bun­lardır. Şübhesiz Allah, üstün ve güçlüdür, hüküm ve hik­met sahibidir.” (Tevbe, 9/71)



“Rablerine icabet edenler, namazı dosdoğru kılanlar, iş­leri kendi aralarında şura ile olanlar ve kendilerine rızık olarak verdiklerimizden infak edenler, ve haklarına tecavüz edildiği zaman, birlik olup karşı koyanlardır.” (Şura, 42/38-39)     



Ebu Musa el-Eş’arî (r.a.)’ın rivayetiyle şöyle buyurur Rasulullah (s.a.s.):



“Mü'minin, mü'mine bağlılığı, taşları birbirini kenetle­yen duvar gibidir.”



Sonra iki elinin parmaklarını birbirine geçirip sımsıkı kilitledi.[505]



Mü'min müslümanlar, Rasullerinin ve Nebîlerin peşisıra dosdoğru yolda yürümeye gayret eden izzet sahibi şahsiyetlerdir…



Şirk ve küfür içinde olan kasaba halkı, kendilerini Tevhid’e ve imana davet eden iki elçiyi yalanlayınca Allah, gönderdiği diğer bir vazifeli elçi ile o ikisini güçlendirmişti… Allah’a davet eden üç elçi, kasaba halkına kendilerini ve vazifelerini açıklamışlardı:



“Şübhesiz biz, size gönderilmiş elçileriz.”



Cahiliyyetin değişmez karakterine sahib olan kasabanın müşrik ve kâfir halkı, selefleri gibi davranmış, aynı inkârı ve aynı yalanlamayı gündeme getirmişlerdi…



“Dediler ki: ‘Siz, bizim benzerimiz olan bir beşerden başkası değilsiniz. Rahmân (olan Allah) da, herhangi bir şey indirmiş değildir. Siz, yalnızca yalan söylemektesiniz.”



Allah Teâlâ’nın, kendilerine Tevhid’i anlatsın ve dos­doğru yolu göstersin diye göndermiş olduğu Rasul ve Nebîlere karşı, her şirk toplumu halkının tepkisi aynı olmuş­tur… Onlar, Allah Teâlâ’dan kendilerine meleklerin elçi olarak gelmesini beklemektedirler… Kendileri gibi bir insanı, Allah’ın elçi olarak vazifelendirip kendisine vahyederek on­lara göndereceğini bir türlü kabul etmemekteler… Halbuki Âlemlerin Rabbi Allah, risaletini kime ve nasıl vereceğini yalnız bilendir:



“O (Allah): ‘Dini dosdoğru ayakta tutun ve onda ayrı­lığa düşmeyin’ diye dinden Nuh’a vasiyet ettiğini ve sana vahyettiğimizi, İbrahim’e, Musa’ya ve İsa’ya vasiyet etti­ğimizi sizin için de teşri’ etti (bir şeriat kıldı). Senin kendile­rini çağırdığın şey, müşriklere ağır geldi. Allah, dilediğini buna seçer ve içten kendisine yöneleni hidayete erdirir.” (Şura, 42/13)



“Onlara ne zaman bir ayet gelse, derler ki: ‘Allah’ın el­çilerine verilenin bir benzeri bize de verilene kadar biz, kesin olarak inanmayacağız.’ Allah, elçiliğini nereye vereceğini daha iyi bilir. Bu, suçlu-günahkârlara, kurdukları hileli düzenleri nedeniyle şiddetli bir azab ve Allah katında bir küçüklük isabet edecektir.” (En’âm, 6/124)



Egemen zalim tağutlar tarafından işgal edilmiş İslâm topraklarında, esaret altındaki müslümanlar arasında şuurlanıp zulme ve tağutlara karşı ortaya çıkan muvahhid mü'minlere karşı, şuursuzlaştırılmış ve köle ruhlu hâline getirilmiş halktan aynı tepkiler gösterilmektedir…



Peygamberin varisleri olan muttakî muvahhid mü'minlerin, cahiliyye düzenlerine karşı çıkışları, tağutları reddedişleri ve sapıttırılan din anlayışını düzeltmeye çalış­maları, birilerinin keyfini kaçırmakta, işlerini bozmakta, uyutma tuzaklarını alt-üst etmekte, sömürü planlarını iflas ettirmekte ve menfaatlarına zarar vermektedir… Bun­dan dolayı bu muvahhid mü'minlere karşı, hem egemen zalim tağutlar, hem de tağutların aldattığı, kendilerine itaat ettirdiği kişiler tavır koymaktadır… Aldatılmış ve sömü­rülmeye devam edilen şuursuz kitleler, bu muvahhid mü'minlere karşı, dinden hareket ederek tepkilerini ortaya koymaktadırlar…



“Bunlar da nereden çıktı?.. Falanca hocalar veya şeyhler bilmiyorlar da, bunlar mı biliyor?.. Bunlar, fitne çıkarıyor­lar?... Olur mu öyle şey?... Eğer bunların söyledikleri doğru olsaydı, her hâlde hocalarımız, üstadlarımız, efendilerimiz ve mürşidlerimiz bize söylerlerdi!..” Buna benzer itirazlarla hak ve hakikat olanları reddediyorlar… Halbuki hakkın ve hakikatın değişmez, eskimez, zamanı geçmez, her an tap­taze ve yepyeni kaynağı bellidir: Kur’ân-ı Kerim ve Rasulullah (s.a.s.)’in Sünneti. Bununla beraber “Ümmetin İcmâsı” ve “Muttaki Müctehid Fakîhlerin Kıyası.” İşte haki­katin delilleri!.. Yegâne hayat nizamı İslâm, bu delillerle bilinir…



Herhangi muttakî muvahhid bir mü'min, bu delillerden hareketle bir doğruyu, bir hakkı ortaya koymuş ise, onun toplumsal mevkiine bakmadan kabul etmek gerekir… Mü’min müslümanlar, hakkı insanlarla değil, insanları hak ile bilirler… Hakkı olaylarla değil, olayları hak ile değerlen­dirirler… Ölçü olarak, hak esastır!..



Herhangi bir haklı ve haksız sebebten dolayı, hocaları­mız, efendilerimiz, üstadlarımız, mürşidlerimiz, şeyhlerimiz ve ağabeylerimiz, herhangi bir şeyden çekinerek doğ­ruları, hakikatı ve hak olanı söyleyememiş olabilirler!.. Onların söyleyemediği hak olan bir şeyi, bir muvahhid mü'min söyleyip İslâmî delillerle isbat ettiği takdirde niçin kabul edilmesin?.. Acaba onun sosyal mevkisinin yeterli olmayışı, söylediği hakkı, batıl kılar mı?.. Söylediği veya yaptığı doğruyu, yanlış hâle getirir mi?.. Hak ve doğru, her kim tarafından söylenirse söylensin ve yapılırsa yapılsın, hak ve doğrudur!.. Asla değişmez!..



İnsan, değişebilir, yanılabilir ve şaşırabilir… Hatta toplumsal baskılardan ve tağutların zulmü korkusundan dolayı, ikrah altında doğrular gizlenebilir… Ya da doğrular, idraksizlik ve bilgisizlik sonucu kavranmayabilir… Veyahud çeşitli menfaatlardan dolayı bilindiği hâlde, bilinmiyor gibi davranılabilinir!..



Evet, bütün bunlar olabilir… Fakat değişmeyen yanıl­mayan, şaşırmayan bir hakikat var: Allah’ın Kitabı Kur’ân-ı Kerim ve O’nun Rasulü Muhammed (s.a.s.)’in Sünneti!



Rasulullah (s.a.s.) şöyle buyurdu:



“Size iki şey bırakıyorum. Bunlara sımsıkı bağlandığı­nız müddetçe asla doğru yoldan sapmayacaksınız. Bunlar: Allah’ın kitabı ve Nebîsinin Sünnetidir.”[505]  



Her kim katıksız iman eder ve salih amele devam etmek kaydıyla bu iki sapasağlam delile sarılacak olursa o, şaşmaz, değişmez ve dosdoğru yoldan sapmaz!..



Her kim ki, dinde olmadığı hâlde dinden kabul edip, kendisiyle amel edildiği takdirde ibadet ettiğini zannederek sevab beklediği bir şeyi yaparsa bid’at işlemiş olur… Bid’atler, Rasulullah (s.a.s.) tarafından reddolunmuş ve yasaklanmıştır…



Ümmü’l-mü’minin Aişe (r.anha)’dan.



Rasulullah (s.a.s.) şöyle buyurur:



“Her kim, bizim şu din işimizin içinde ondan olmayan bir bid’at icad ederse, o (icad) reddedilmiştir, batıldır.”[505] 



İrbad b. Sâriye (r.a.)’dan.



Rasulullah (s.a.s.) şöyle buyurdu:



“Dinde, sonradan çıkarılan işlerden sakının! Gerçekten her sonradan çıkarılan şey, bid’attır. Ve her bid’at sapıklık­tır.”[505] 



Huzeyfe (r.a.)’dan.



Rasulullah (s.a.s.) şöyle buyurdu:



“Allah Teâlâ, bid’at sahibinden oruç, namaz, sadaka, Hacc, umre, cihad, tevbe ve fidyeden hiçbir şey kabul etmez. Kılın hamurdan çıktığı gibi o da, İslâm’dan çıkar.”[505]  



Cabir b. Abdullah (r.a.)’dan.



Rasulullah (s.a.s.) şöyle buyurdu:



“Sözlerin en doğrusu Allah’ın Kitabı, yolların en güzeli Muhammed’in yolu, amellerin en şerlisi ise, sonradan uy­durulanlardır. Her sonradan uydurulan bid’attır, her bid’at sapıklıktır, her sapıklık da cehennemdedir.”[505] 



Gerek egemen tağutların egemenlik menfaatlerine ya­radığından, gerekse onların işgal ettiği İslâm topraklarında şirk kültürüyle eğitmeye çalıştıkları ve cahil bıraktırdıkları halk kitleleri tarafından bid’at ve hurafeler din hâline geti­rilmeye başlanmıştır… Gerek akîde konusunda, gerekse amel konusunda bid’at ve hurafeler, bir çok farz ve Sün­net’in yerine geçirilmiş, onlarla ibadet edilmeye hassasiyet gösterilmiştir… Dosdoğru yoldan bir sapma olan bu inanç ve amel ile, Hak din olan İslâm'dan sapılmış, doğrular yanlış, yanlışlar doğru görülüp kabul edilmiştir… Batıl, hak ile karıştırılmış, hakkı batıl, batılı da hak olarak kabul etmiş toplumlar ortaya çıkmıştır…



Ebu Ümâme (r.a.)’dan.



Rasulullah (s.a.s.) şöyle buyurdu:



“Hiçbir kavim hidayete erdikten sonra, batılı hak ve hakkı batıl göstermek sûretiyle mücadele ve çekişmelerde bulunmadıkça dalâlete gitmemiştir.”



Sonra Rasulullah (s.a.s.) şu ayeti okudu:



“Dediler ki: ‘Bizim ilâhımız mı daha hayırlı, yoksa O mu?’ Onu, yalnızca bir tartışma konusu olsun diye (örnek) verdiler. Hayır, onlar, tartışmacı ve düşman bir kavim­dir.”(Zuhruf, 43/58)[505] 



Bid’at ve hurafelerin, dinden kabul edilip ibadet kasdıyla işlendiği bir cahiliyye toplumunda, Rasulullah (s.a.s.)’in uygulaması olan Sünnet ortadan kaldırılır… Çünkü Hak Din olan İslâm, Rabbimiz Allah’ın tamamlanmış olan bir nimetidir...[505] Rasulullah (s.a.s.) de, dinden hiçbir noksanlık bırakmadan emrolunduğu gibi dosdoğru davranarak,[505] emredilenleri uygulamıştır… Kitab ve Sün­net, hiçbir noksanlık bırakmadan bütün hayatı kuşatmış, insanların bütün ihtiyaçlarına cevab vermiş ve problemle­rini çözmüştür… İnsanlar, hayatı kuşatıcı Kitab ve Sünnet'i bırakırsa, bıraktıkları kadar bir boşluk kalır… Bu hayatî boşluğu, Kitab ve Sünnet’in gereğiyle doldurmaz da, kendi zevklerine, zanlarına ve hevalarına göre dolduracak olur­larsa, Sünnet'i kaldırmış, onun yerine bir bid’at koymuş­lardır… Dolayısıyla Sünneti ortadan kaldırmışlardır…



Gudeyf b. Haris (r.a.)’ın rivayetiyle şöyle buyuruyor Rasulullah (s.a.s.):



“Bir topluluk, bir bid’at icad ederse, mutlaka onun kar­şılığı bir Sünnet ortadan kaldırılmış olur.”[505]



İşgal edilmiş İslâm topraklarında egemen cahilî anla­yıştan ileri gelen bu korkunç olayın farkına varan, uyanan, şuurlanan, katıksız iman edip, Hak Din olan İslâm’ı gerçe­ğiyle kavrayan muvahhid mü'minler, hakikatları olması gereken hâliyle dile getirip gündem oluşturduklarında, ge­rek işgalci tağutî güçler tarafından, gerekse cahil bıraktı­rılmış halk yığınlarınca dışlanmaktadırlar…



Rasulullah (s.a.s.)’in kendilerini müjdeledikleri, pey­gamberlerin varisleri olan “Garibler”, bu muvahhid ve muttaki mü'minlerdir…



Amr b. Avf (r.a.)’dan.



Rasulullah (s.a.s.) şöyle buyurdu:



“Din, garib (bir nizam) olarak başlamıştır ve ileride tekrar garib olacaktır. Benden sonra, insanların Sünnetimden (yolum ve şeriatımdan) bozmuş olduklarını düzelt­meye çalışan gariblere müjdeler olsun!”[505] 



Amr b. Avf el-Müzenî (r.a.)’dan.



Rasulullah (s.a.s.) şöyle buyurur:



“Kim benim Sünnetimi ihya ederek, insanların onunla amel etmelerine vesile olursa, o insanların kazanacağı sevablardan hiçbir şey eksiltmeden onların sevablarının bir katını almış olacaktır. Kim de bir bid’at icad ederek, onunla amel edilmesine vesile olursa, o bid’at ile amel edenlerin yüklenecekleri günahlardan hiçbir şey eksiltmeden onların günahlarının bir katını yüklenmiş olacaktır.”[505]



Görüldüğü gibi, şirk ve küfür toplumlarında Rasuller ve Nebîler, nasıl ters karşılanıyorlarsa, İslâm’dan uzaklaştırılmış, küfür ve şirkin karıştırıldığı bir iman ile bid’at ve hurafelerin hakim olduğu işgal edilmiş İslâm topraklarında Peygamberlerin varisleri olan muvahhid mü'minler de ters karşılanıyorlar… Gerek egemen zalim tağutî güçlerin, ge­rekse din adına cahil bıraktırılmış halkın tepkisiyle karşı karşıya kalıyorlar… Elbette zafer, sabır ile beraberdir!..



Küfür ve şirk toplumları; Âlemlerin Rabbi Allah’ın ken­dilerine göndermiş olduğu Rasulleri ve Nebîleri, onların beşer oluşlarını bahane ederek reddetmişlerdi…



Rabbimiz Allah, o müşrik ve kâfirlerin, Allah’ın Rasul ve Nebîlerini inkâr edip reddedişlerini şöyle beyan buyurur:



“Bundan önce küfre sapmış bulunanların haberi size gelmedi mi? İşte onlar, işlerinin vebâlini taddılar. Onlar için acı bir azab vardır.



Bu, kendilerine apaçık belgelerle Peygamberler geldiği hâlde onların: ‘Bizi, bir beşer mi hidayete ulaştıracak?’ de­meleri ve bu yüzden küfre saparak yüz çevirmeleri nede­niyledir. Allah da (onlara karşı) müstağnî olduğunu (hiçbir şeye ihtiyacı olmadığını) gösterdi. Allah, Ğanîy’dir, Ha-mid’dir.” (Teğabûn, 64/5-6)



“Dediler ki: ‘Bu Peygambere ne oluyor ki, yemek ye­mekte ve pazarlarda dolaşmaktadır? Ona, kendisiyle birlikte uyarıp korkutucu olarak bir melek de indirilmesi gerekmez miydi?” (Furkan, 25/7) 



“Andolsun,Biz, Nuh’u kendi kavmine (Peygamber olarak) gönderdik. Böylece kavmine dedi ki: ‘Ey kavmim, Allah’a kulluk edin. O’nun dışında sizin başka ilâhınız yoktur. Yine de korkup sakınmayacak mısınız?’



Bunun üzerine kavminden küfre sapmış önde gelenler dediler ki: ‘Bu, sizin benzeriniz olan bir beşerden başkası değildir. Size karşı üstünlük elde etmek istiyor. Eğer Allah, (öne sürdüklerini) dilemiş olsaydı, muhakkak melekler gönderirdi. Hem biz, geçmiş atalarımızdan da bunu işitmiş değiliz.



O, kendisinde delilik bulunan bir adamdan başkası de­ğildir. Onu, belli bir süre gözetleyin.” (Mü'minun, 23/23-25)[505]



“Peygamberleri dedi ki: ‘Allah hakkında mı şübhe (et­mektesiniz)? O, gökleri ve yeri yaratandır. O, sizi, günahlarınızı bağışlamak için davet etmekte ve sizi, adı konulmuş bir süreye kadar ertelemektedir.’ Dediler ki: ‘Siz, bizim ben­zerimiz olan birer beşerden başkası değilsiniz. Siz bizi, ba­balarımızın tapmakta olduklarından çevirip engellemek istemektesiniz. Öyleyse bize, apaçık olan isbatlayıcı bir delil getirin.” (İbrahim, 14/10)



“Kendilerine hidayet geldiği zaman, insanları inan­maktan alıkoyan şey, onların: ‘Allah, elçi olarak bir beşer mi gönderdi?’ demelerinden başkası değildir.



De ki: ‘Eğer yeryüzünde (insan değil de) tatmin bulmuş yürüyen melekler olsaydı, Biz de, onlara gökten elçi olarak elbette melek gönderirdik.” (İsra, 17/94-95)



İnsanlık tarihi boyunca tek karakterli millet olan küfür cephesinin, Allah’ın Rasullerini inkâr ederken öne sürmüş oldukları boş bahâneleri böyle idi…



Allah davet etmek üzere birbirini destekleyen ve kasaba halkına İslâm’ı tebliğ eden üç elçi, o cahillerin ve o inkâr edenlerin kendilerini yalanlamalarına karşılık:



“Dediler ki: ‘Rabbimiz, gerçekten sizin için gönderilmiş elçiler olduğumuzu bilmektedir.



Bizim üzerimizde de (sorumluluk ve görev olarak) apa­çık bir tebliğden başkası yoktur.’



Onlar dediler ki: ‘Herhâlde biz, sizlerden dolayı uğur­suzluğa uğradık. Eğer (bu söylediklerinize) bir son vermeyecek olursanız, andolsun, sizi taşa tutacağız ve mutlaka bizden yana size acıklı bir azab dokunacaktır.” (Yasin, 36/16-18) 



İmam Fahruddin er-Râzî (rh.a.) bu ayetlerin tefsirinde şunları beyan eder:



“Bu ifade, o elçilerin, sırf yalanlama ile bu işi bırakma­dıklarına, bıkıp usanmadıklarına, aksine hakikatı onlara defalarca, tekrar tekrar anlattıklarına ve yemin ederek te’kid ettiklerine bir işarettir. Çünkü onlar, böyle demişler ve sözlerini ‘Lâm-ı te’kid’ ile vurgulamışlardı. Çünkü ‘Al­lah’ın bilmesi, yemin yerine geçer (ve yeminin cevabı lâm ile gelir). Zira olmayan şeyler hususunda, ‘Allah biliyor ki’ diyen kimse, Allah’a cahillik isnad etmiş olur ki bu, tıpkı yemini bozmanın cezayı gerektirmesi gibi bir ikab sebebi­dir. Ayetteki, ‘Rabbimiz biliyor’ ifadesinde, kâfirlere bir red vardır. Çünkü o kâfirler, ‘Siz de insansınız’ demişlerdi. Bu, böyledir. Çünkü Allah, onların elçi olduğunu bilince bu, tıpkı:



“Allah, peygamberliği kime vereceğini bilir.” (En’am, 6/124) ayeti gibi olur. Yani, ‘O, her şeyi bilen ve her şeye kadir olan bir Zât’tır. Binaenaleyh ilmi ile, bu göreve bizi seçti’ demektir.



Daha sonra onlar, kendilerini teselli için:



- Üzerimize düşen iş, apaçık bir tebliğden başkası değil, demişlerdir.



Bu, ‘Biz üzerimize düşeni, elimizden geleni yapıp mes’uliyetten kurtulduk’ demektir. Onlar böylece, o kavmi düşünmeye teşvik etmişlerdi. Çünkü onlar, ‘bizim görevi­miz, sadece tebliğ’ deyince, bu, o elçilerin onlardan hiçbir ücret istemedikleri, bir makam ve mevki elde etmek sevda­sında olmadıkları, işlerinin sadece bir tebliğ ve hatırlatma olması açısından o kâfirlerin, elçilerin hâlleri üzerinde iyice düşünmelerini gerektirir. Bu, insanı tefekküre sevkeden şeylerdendir.”[505]



Şu bir gerçektir ki, Rasuller ve onların varisleri olan muvahhid mü'minlerin, Allah’a davet konusunda vazife­leri, apaçık bir tebliğdir… Onların herhangi bir zorlayıcı güçleri yoktur… Gerek şirk  toplumlarında, gerekse fısk ve fucurun istilâ ettiği bir toplumda ihya erlerinin vazifesi, hakkı, iyiliği, hayrı ve doğruluğu apaçık beyan edip insan­ları onlara davet etmektir… Kabul edenlerin, yani katıksız iman edip salih amel işleyenlerin arasında velayetin gerçek­leşmesini ve kardeşliğin pekişmesini sağlamak, onları yön­lendirmek ve hak üzere sebat etmelerine yardımcı olmak, ihya erlerinin diğer bir vazifesidir… Tevhid akîdesini kabul edip iman kardeşi olanlar, tek millet olan küfür milletini terk edip İslâm Milleti’ni oluşturmuşlardır… İslâm Mil­leti’ni oluşturan iman kardeşlerinin nasıl yaşayacaklarına dair hükmünü beyan buyuran Rabbimiz Allah, onlara şu emri vermiştir:



“Ey iman edenler, Allah’a itaat edin, Rasulü'ne itaat edin ve sizden olan emir sahiblerine de (itaat edin). Eğer bir şeyde anlaşmazlığa düşerseniz, artık onu, Allah’a ve Rasu-lüne döndürün. Şayet Allah’a ve ahiret gününe iman ediyorsanız. Bu, hayırlı ve sonuç bakımından daha güzel­dir.” (Nisa, 4/59) 



“Hüküm, yalnızca Allah’ındır. O, kendisinden başka­sına kulluk etmemenizi emretmiştir. Dosdoğru olan din işte budur, ancak insanların çoğu bilmezler.” (Yusuf, 12/40)



“Hakkında ihtilafa düştüğünüz herhangi bir şey, artık onun hükmü Allah’ındır.” (Şura, 42/10)  



İslâm Milleti, iman kardeşliği üzere oluştuğunda tâbi olacakları ilkeler bunlardır… Fakat Allah’a davet eden ihya erleri, bu ilkeleri kabul etmeyenlere sadece hakikatı en anla­şılır biçimiyle tebliğ etmekle görevlidirler… Kendilerine hakkı tebliğ ettikleri insanlardan hiçbir maddî menfaat beklentileri olmadan, herhangi bir ücret taleb etmeden, on­ların hidayet bulmasına vesile olmaya gayret ederler…



Şöyle buyuruyor Rabbimiz Allah:



“Şu hâlde Rasullere düşen, apaçık bir tebliğden başkası mı?” (Nahl, 16/35)



“(Nuh) dedi ki: ‘Ey kavmim, görüşünüz nedir söyle­yin? Eğer ben, Rabbimden apaçık bir belge üzerinde isem ve Rabbim bana kendi katından bir rahmet vermiş de (bu,) sizin gözlerinizden saklı tutulmuşsa? Siz, bunu istemiyorken biz sizi, buna zorlayacak mıyız?



Ey kavmim, ben, sizden buna karşılık bir mal istemiyorum. Benim ecrim yalnızca Allah’a aiddir.” (Hud, 11/28-29) 



“Buna karşılık ben, sizden bir ücret istemiyorum. Üc­retim yalnızca Âlemlerin Rabbine aiddir.” (Şuara, 26/109, 127, 145, 164, 180)



İnsanlara karşı çok merhametli davranan, onların ken­disine yaptığı eziyetlere rağmen yine kendilerini sabırla Allah’a davet edip, onlara doğruları anlatmaktan geri kal­mayan ihya erlerinden vazifeli elçilere karşı, şirk toplumu­nun en açık örneği olan kasaba halkı, kendileri gibi kâfir ve müşriklerin değişmez karakteri ile net tavırlarını ortaya koyuyorlar: Ölüm ile tehdid!..



Şirkin egemen, müşriklerin iktidarda bulunduğu o ül­kede vazifeli elçiler, insanları Tevhid’e ve hiçbir şeyle şirk koşmadan, katıksız bir şekilde Allah’a davet edince, egemen tağutların huzuru kaçtı... Çünkü eğer kasaba halkı, yegâne hüküm koyucu olarak Âlemlerin Rabbi Allah’a inanır ve O’nun hükmünden başka bütün hükümleri reddedecek olursa, egemen müstekbir tağutların iktidarı sarsılacaktır... Şirke dayalı, zulüm üzere bina edilmiş ve halkı sömürmekle devam eden tağutî iktidar sarsılacak olursa, yıkılacak de­mektir... Taşlar, bir kere yerinden oynadı mı bu, taşların yerinden sökülmesi ve yapının yıkılmasını peşi sıra gün­deme getirir... Bunun için, iktidarda bulunan zalim tağutlar, aldatılmış olan halkı, kendilerini aldatan ve sö­müren zalimlere karşı uyaran ve onları mutlak adalet sa­hibi, insanların yegâne Rabbi Allah’a davet edenlere karşı, her zalim tağutun yaptığı gibi davranmışlardı:



“Eğer (bu söylediklerinize) bir son vermeyecek olursa­nız, andolsun, sizi taşa tutacağız ve mutlaka bizden yana size acıklı bir azab dokunacaktır.”



Müşrik egemen zalimlerin, Allah’a davet eden elçileri:



“Andolsun, sizi taşa tutacağız” tehdidini, Katâde (rh.a.):



- Taşla taşlayacağız, diye beyan ederken,



Mücahid (rh.a.):



- Hakaretle taşlayacağız, anlamını vermiştir.[505]



Şirkin egemen olduğu ve müşrik tağut Firavn’ın yan­daşlarıyla iktidarda bulunduğu Mısır’da, Allah’a davet eden Kelimullah Musa (a.s.)'a karşı aynı tavrı sergilemişlerdi...



Şöyle diyordu kendisini bölgenin rabbi ve ilâhı gören müşrik tağut Fir’avn:



“Ey önde gelenler, sizin için benden başka ilâh oldu­ğunu bilmiyorum.” (Kasas, 28/38)



“(Fir’avn) sonunda (yardımcı güçlerini) topladı, ses­lendi:



Dedi ki: ‘Sizin, en yüce Rabbiniz benim.” (Naziat, 79/23-24)



Aldattığı, zulmedip sömürdüğü halkına karşı böyle davranan Mısır’ın zalim tağutu Fir’avn, insanları Allah’a davet edip onların hidayet bulması ve iman etmesine vesile olan Kelimullah Musa (a.s.)’a karşı şu tehditlerde bulun­muştu:



“(Fir’avn) dedi ki: ‘Andolsun, benim dışımda bir ilâh edinecek olursan, seni mutlaka hapse atacağım.” (Şuara, 26/29)



“Fir’avn) dedi ki: ‘Bırakın beni, Musa’yı öldüreyim de o (gitsin), Rabbine yalvarıp yakarsın. Çünkü ben, sizin dininizi değiştirmesinden, ya da yeryüzünde fesad çıkarma­sından korkuyorum.” (Mü'min, 40/26)



Dünden bugüne şirk karakterinden hiçbir şey değişme­yen küfür cephesinin egemen müstekbir tağutları hep aynı şeyi gündeme getirmişlerdir... Onlar, gerek Rasullere karşı, gerekse Rasullerin ve yeryüzünün varisleri olan muvahhid mü’minlere karşı aynı vahşî tavrı sergilemişlerdir... Önce tehditlerle korkutup yıldırmak, sonra yakalayıp zindana atıp işkenceler yapmak... Eğer hak dâvâsından, yani İs­lâm’dan vazgeçip küfre dönmezse öldürüp şehid etmek!..



Kendilerini, Fir’avn gibi egemen oldukları bölgelerde ilâh ve rab görüp kabul eden zalim tağutlar, Âlemlerin Rabbi Allah Teâlâ’nın yegâne Rabb ve ilâh olduğunu asla kabul etmediler... Egemenlikleri altındaki bölgelerde işgal ettikleri rablik ve ilâhlık makamını, onun yegâne sahibi Allah’a bırakmak istemediler... Kendi bölgelerinde, yalnız Allah’ın Rabb ve ilâh olduğunu, kendilerinin buna asla haklarının olmadığını söyleyen katıksız iman sahibi mü’min müslümanlara en vahşî katliâmları uyguladılar... Dünkü zalim tağutlar böyle idi!..



İşgal ettikleri İslâm topraklarında egemen olan günün zalim tağutları, dünkü tağutların şaşmaz takibçileridirler!.. Kadın, çocuk, bebek, ihtiyar ve genç demeden, binlerce mustaz’af mazlum müslümanlara aynı vahşî zulümler yapıyor, aynı katliâmları gerçekleştiriyorlar... İşgal edilmiş İslâm topraklarında egemen zalim tağutların yaptığı katli­âmlardan dolayı, İslâm toprakları mazlum müslümanların kanıyla sulanmaktadır... İslâm toprakları, süper tağutî güçler tarafından karış karış bombalanmakta, bu toprak­larda taş ve çakıllar yerini, füze ve bomba parçalarına bı­rakmaktadır!..



Kendilerini hakka, iyiliğe, hayra ve doğruluğa çağıran, yegâne Rabb Allah’ın hükümleriyle hayatlarını düzenlemeye davet eden elçilere karşı kasaba halkının, onları red­dedişleri ve onları uğursuz sayıp başlarına gelen musibetle­rin sebebi kabul edişleri de, yine şirk ve küfür cephesinin ortak tavrından dolayı idi...



Tarih boyunca şirk cephesinin, Rasullere ve onların izini takip eden varisleri muvahhid mü’minlere karşı aynı mantıksız ve akılsız tavrı sergilediği gözlenmiştir... Bu günde, İslâm topraklarını işgal eden egemen tağutî güçler aynı şeyi beyan ediyorlar... Geri kalmışlıklarının, ilerleme­yişlerinin, işlerinin bir türlü rayına girmeyişinin sebebi, aralarında Allah’a gereği gibi iman eden ve emroludukları şekilde ibadet eden muvahhid mü’minlerin varlığına bağlıyorlar... Aralarında, yalnız Allah’a iman eden, O’nu yegâne Rabb ve ilâh kabul edip yalnızca O’na itaat eden ve Rasulü Muhammed (s.a.s.)’in yolunu takib eden mü’min müslümanlar olmasa imiş, onlar dünyanın süper güçleriyle yarışacak bir hâle gelirlermiş...vs...vs.. vs!..



Rabbimiz Allah, küfür ve şirk cephesinin birbirinin ay­nısının tıpkısı olan, bütün zaman ve mekânda değişmeyen yapısını şöyle beyan buyurur:



“Onlara bir iyilik geldiği zaman: ‘Bu, bizim için’ dedi­ler. Onlara bir kötülük isabet ettiğinde (bunu da,) Musa ve beraberindekilerin bir uğursuzluğu olarak yorumlarlardı. Haberiniz olsun, Allah katında uğursuz olanlar, kendileri­dir, amma çoğu bilmezler.” (A’raf, 7/131)



“Dediler ki: ‘Senin ve seninle birlikte olanlar yüzünden uğursuzluğa uğradık.’ Dedi ki: ‘Sizin uğursuzluğunuz (ba­şınıza gelenler) Allah katında (yazılı)dır. Hayır, siz, denen­mekte olan bir kavimsiniz.” (Neml, 27/47)



“Her nerede olursanız, ölüm sizi bulur. Yüksekçe yer­lerde tahkim edilmiş şatolarda (kalelerde) olsanız bile. Onlara bir iyilik dokunursa: ‘Bu Allah’dandır’ derler. Onlara kötülük dokunsa: ‘Bu, sendendir’ derler. De ki: 'Hepsi Al­lah’dandır.’ Fakat ne oluyor ki bu topluluğa, hiçbir sözü anlamaya çalışmıyorlar.” (Nisa, 4/78)



Kendilerini, üzerinde yaratılmış oldukları fıtrat di­nine[505] davet ettikleri için şehrin müşrik egemen tağutları tarafından dışlanan elçiler:



“Dediler ki: ‘Uğursuzluğunuz, sizinle birliktedir. Size öğüt verildi diye mi (uğursuzluğa uğradınız)? Hayır, siz, ölçüyü kaçıran bir kavimsiniz.” (Yasin, 36/19)



İmam Fahruddin er-Râzî (rh.a.) şöyle der:



“Bu, ‘Sizin uğursuzluğunuza sebeb olan küfrünüz, si­zin kendinizdedir’ demektir. Daha sonra bu elçiler, onların, ‘Sizi recmederiz’ sözlerine:



- Size nasihat edilip hakikat; mucize ve delillerle açıkla­nınca, yine bize böyle yapar mısınız? Hayır, hayır, siz, sa­yesinde uğur ve bereket elde edeceğiniz kimseleri uğursuz sayarak, kendilerine ikram etmeniz gereken kimselerin ca­nına kastettiğiniz için, haddi aşan bir güruhsunuz, demiş­lerdi.



Yahud da bu ifade:



- Sizler, kâfir olduğunuz, mucize ve burhanlarla hak ortaya çıkmasına rağmen, haksızlıkta ısrara devam ettiğiniz için haddi aşmışsınız, demektir.



Çünkü kâfir, günahkârdır. Kendilerine deliller tama­men anlatılıp, her şey izah edilip buna rağmen küfürde ısrar edince, müsrif olmuş olurlar.  Çünkü müsrif, hakkın zıddı olan şeyde ileri gitmiş olduğu için haddi aşan kimse demektir. O kâfirler de, pek çok hususta böyle idiler. Bir şeyden uğur veya uğursuzluk kapmaları hususundaki israflar anlaşıldı.



Küfürdeki israflarına gelince, onlara düşen delile tabi olmalarıydı. Bu olmazsa, en azından onun zıddı hakkında kesin konuşmamaktı. Amma bunlar, iman hakkında apa­çık deliller ortaya çıktıktan sonra bile küfre çakılıp kalmış­lardı.”[505] 



İmam İbn Kesir (r.a.) de, şunları kaydeder:



“Biz, size öğüt verip Allah’ın birliğine çağırdığımız ve O’na samimiyetle kulluğu emrettiğimiz için mi bizi bu sözlerle karşılıyor, tehdidle mukabele ediyorsunuz?



Katâde (r.a.), bu ayete şöyle mânâ vermiştir:



- Bizim, size Allah adına öğüt verdiğimiz için mi siz, bizde uğursuzluk olduğunu söylüyorsunuz? Hayır, siz, çok aşırı giden bir kavimsiniz!”[505]



Bir şirk toplumu olan cahiliyyet ülkesinin müşrik ve kâfir halkı, kendilerini Allah’a davet eden elçilerle mücadeleyi inadla sürdürüyorlardı... Onlar, bile bile inkâr ediyor ve inkârlarında kararlı davranıyorlardı... Onlar, şirk ve küfür üzere yaşamaya kesin karar verip de, iman etmeyi kesinlikle kabul etmeyince ve Allah düşmanlığını ısrarlı tavırlarıyla sürdürünce, onların asla iman etmeyeceklerini bilen Rabbimiz Allah, kendilerini cezalandırmıştı...



Şöyle buyuruyor Rabbimiz Allah:



“Şüphesiz, inkâr edenleri, uyarsan da, uyarmasan da onlar için farketmez, inanmazlar.



Allah, onların kalblerini ve kulaklarını mühürlemiştir, gözlerinin üzerinde perdeler vardır. Ve büyük azab onlarındır.” (Bakara, 2/6-7)



“Gerçek şu ki, Rabbinin kelimesi üzerlerinde hak olan­lar, onlar inanmazlar.



Onlara her ayet getirilse bile. Acı azabı görünceye ka­dar.” (Yunus, 10/96-97)



“Hani, Musa, kavmine demişti ki: “Ey kavmim, ger­çekten benim, sizin için Allah’dan gönderilmiş bir Rasul olduğumu bildiğiniz hâlde, niçin bana eziyet ediyorsunuz?” İşte onlar, eğrilip sapınca Allah da, onların kalblerini eğril­tip saptırmış oldu. Allah, fasık bir kavmi hidayete erdirmez.” (Saff, 61/5)



“Onların kendi sözlerini bozmaları, Allah’ın ayetlerine karşı inkâra sapmaları, Peygamberleri haksız yere öldür­meleri ve: “Kalblerimiz örtülüdür” demeleri nedeniyle (on­ları lânetledik). Hayır, Allah, inkârları dolayısıyla ona (kalplerine) damga vurmuştur. Onların azı dışında, inan­mazlar.” (Nisa, 4/155)



“Biz, onların kalblerini ve gözlerini, ilkin inanmadıkları gibi tersine çeviririz ve onları tuğyanları içinde şaşkınca dolaşır bir durumda terkederiz.” (En’âm, 6/110)



Küfrü imana, şirki Tevhid’e, batılı hakka, tağutî düzeni İslâm’a ve yanlışı doğruya tercih edip, bu tercihlerinde bile bile inad ederek kesin tavırlı olan müşrik kâfirlerin kalbleri mühürlenmiştir... Bu, onlara Allah’ın verdiği ve kendileri­nin hak ettikleri bir cezadır...



Onların, hevalarını ilâhlaştırıp[505] kendi hükümlerini, Al­lah’ın hükümlerine tercih edince ve birbirlerinin rabliğine inanıp birbirlerine kul olup, bu kulluğu, Allah’a kul ol­maktan daha iyi görünce, Allah, onları cezalandırmıştır!..



“Kendilerini uyarsan da, uyarmasan da onlar için bir­dir, inanmazlar.” (Yasin, 36/10)



Rasuller ve Rasullerin varisleri olan muvahhid mü’minler, ancak hidayeti arzulayan ve şuurlu olarak iman etmeyi isteyenleri uyarabilirler... Onların uyarmala­rına, ancak Allah’dan gelen vahyi kabul edenler ve İslâm’a inananlar tabi olurlar...



Rabbimiz Allah şöyle buyurur:



“Sen ancak, zikre (Kur’ân’a) uyan ve gayb ile Rahmân olan (Allah)’a (karşı) İçi titreyerek korku duyan kimseyi uyarırsın. İşte böylesini, bir bağışlanma ve üstün bir ecirle müjdele.” (Yasin, 36/11)



Allah, hidayeti isteyen kullarına hidayet nasib eder... Hidayet isteyen, kendi lehine davranmış olur... Allah, imanı küfre, Tevhid’i şirke, hakkı batıla ve Hak Din İslâm’ı tağutî düzenlere tercih eden, bu tercihinde samimi ve kararlı olan  kullarına hidayeti verip, onların hidayetlerini arttırır...



Şöyle buyurur Rabbimiz Allah:



“De ki: Ey insanlar, şübhesiz size Rabbinizden hak gel­miştir. Kim hidayete ulaşırsa, o, ancak kendi nefsi için hidayete ulaşmıştır. Kim de saparsa, o da, kendi aleyhine sapmıştır. Ben, sizin üzeriniz de bir vekil değilim.



Sana vahy olunana uy ve Allah, hükmünü verinceye kadar sabret. O, hükmedenlerin en hayırlısıdır. (Yunus, 10/108-109. İsra, 17/15)



“Allah, hidayet bulanlara hidayeti arttırır. Sürekli olan salih davranışlar, Rabbinin katında sevab bakımından daha hayırlı, varılacak sonuç bakımından da daha hayırlıdır.” (Meryem, 19/76)



Kendilerini batılı bırakarak hakka gelmeye, küfrü red­dedip iman etmeye, şirki terk edip Tevhid’i kabul etmeye davet eden üç elçiyi yalanlayan ve kendilerini tehdit ederek eziyet eden kasaba halkının içinde şuurlu bir şekilde hida­yete koşan ve idrak ederek iman eden bir muvahhid mü’min ortaya çıkıyor... Hakka ve hayra davet eden elçile­rin davetini kabul ediyor ve onların yandaşı olarak kavmini uyarıp iman ederek elçilere uymaya davet ediyor...



Kasaba halkından imanı ve İslâm’ı bile bile reddedenlere karşı, kâlbini hidayete açmış, isteyerek iman etmiş bir muvahhid mü’minin ortaya çıkışı, her zaman ve her me­kânda şirk üzere direnenlerin olacağı gibi, iman üzere sab­redenlerin varlığı da bir gerçektir... İnsanların hidayetlerin­den kolay kolay ümit kesmemek gerek... Muvahhid mü’minlerin vazifesi, insanların hidayetlerine vesile olmaya çalışan birer ihya eri olmaktır!.. Tebliğ  ve davet çalışması durmamalıdır!..



Ebu Rafi (r.a.)’ın rivayetiyle şöyle buyuruyor Resulullah (s.a.s): “Senin vasıtanla Allah’ın  bir kişiye hida­yet vermesi, senin için üzerine güneşin doğup battığı her şeyden daha hayırlıdır.”[505]                                        



Şirkin egemen, müşriklerin iktidarda bulunduğu ca­hiliye toplumunun merkezi olan o kasabanın en uzak yerinden, yani kenar semtlerinin  birinden hidayet bulup iman etmiş bir muvahhid mü’min, koşarak gelip halkı imana davet eden elçilerle tartışan kavmine, elçilere uymayı tav­siye ediyordu...



Gerçeğin tâ kendisi olduğundan hiçbir şübhemiz olma­yan bu olayı şöyle beyan buyuruyor Rabbimiz Allah:



“Şehrin en uzak yerinden bir adam koşarak geldi:’ Ey kavmim, elçilere uyun, dedi.



‘Sizden ücret istemeyenlere uyun. Onlar, hidayet bul­muş kimselerdir.” (Yasin, 36/20-21) 



Şehrin kenar mahallesinden koşarak gelen bu muvahhid mü’min, kimsesiz, fakir ve garip olanların ara­sından gelen mütevazi bir şahsiyettir...  Onun, dünya menfaatı, mal, servet ve şöhret derdi yoktur... O, elindeki imkânları, dünyadaki payını unutmamak kaydıyla ahiret yurdunu aramak için sarf edenlerden birisiydi...[505] O, Kendi­sine verilen dünya nimetlerinden dolayı haddini aşan ve azgınlık yapan bir mütekebbir değildi... Zaten öteden beri, Allah Teâlâ’nın gönderdiği Rasul ve Nebîlere, cahiliyye şirk toplumların içinde zayıf, yani mustaz’af insanlar iman edip tabi olmuşlardır... Rasullerin etrafında ilk iman halkasını oluşturan muvahhid mü’minler, halkın zayıf tabakası mensubları idiler...



Rasulullah (s.a.s.) ile Hudeybiye barışını imzalayan Mekke şirk devletinin reisi Ebu Süfyan, daha sonra ticaret maksadıyla Şam’a giden Kureyş kafilesi içinde bulunduğu sırada, Bizans Kayseri Hırakliyus’un daveti üzerine kendi­siyle görüşmüş ve Hırakliyus’un sorularına cevab ver­mişti... Hırakliyus, kendisine Rasulullah (s.a.s.)’ı sormuştu...



Ebu Süfyan anlatıyor:



Hırakliyus, bana:



- O’na tabi olan halkın eşref takımından mı, yoksa za­yıfları mıdır? diye sordu.



Ben:



- Halkın zayıf olanlarıdır, dedim.



(................)



Bunun üzerine tercümana dedi ki:



- Ona söyle:



O’na (Rasulullah’a) tabi olanlar, halkın eşrafı mı, yoksa zayıfları mı? diye sordum. O’na tabi olanların, insanların zayıfları olduğunu söyledin.



Rasullerin tabileri de (zaten) onlardır.[505]



Cahiliyye şirk toplumlarının egemen müstekbir tağutlarının, kendilerine gönderilmiş olan Allah’ın Rasullerine itirazları da bu yönden idi... Rasullere, halkın mustaz’af tabakasının tabi oluşları ve Rasulün etrafında ilk iman halkasını meydana getirişleri, müstekbir egemenlerin asla kabul etmediği bir şeydir...



Rabbimiz Allah şöyle buyurur:



“Hani onlara kardeşleri Nuh: ‘Sakınmaz mısınız?’ de­mişti. ‘Gerçek şu ki ben, size gönderilmiş güvenilir bir Rasulüm.



Artık Allah’dan korkup sakının ve bana itaat edin.



Buna karşılık ben, sizden bir ücret istemiyorum. Ücre­tim, yalnızca Âlemlerin Rabbine aiddir.



 Artık Allah’dan korkup sakının ve bana itaat edin.’



Dediler ki: ‘Sana, sıradan aşağılık insanlar uymuşken, inanır mıyız?” (Şuara, 26/106-111)



“Onlara: ‘İnsanların iman ettiği gibi siz de iman edin, denildiğinde: ‘Düşük akıllıların iman ettiği gibi mi iman ede­lim.’ derler. Bilin ki, gerçekten asıl kendileri düşük akıllılar­dır, amma bilmezler.” (Bakara, 2/13)



“Sabah akşam -O’nun yüzünü (rızasını) dileyerek- Rablerine dua edenleri kovma. Onların hesabından senin üzerinde bir şey (yükümlülük) yoktur ki, onları kovman gereksin. Yoksa zalimlerden olursun.



Böylece: ‘Allah, içimizde bunlara mı lütufta bulundu?’ demeleri için onlardan bazısını bazısıyla denedik. Allah, şükredenleri daha iyi bilen değil mi?” (En’âm, 6/52-53)



Bu ayetlerin esbâb-ı nüzûlü için şu olay beyan ediliyor:



Sa’d  b. Ebi Vakkas (r.a.) anlatıyor:



- Bu ayet, biz şu altı kişi hakkında inmiştir: Ben, İbn Mes’ud, Suheyb, Ammar, Mikdad, ve Bilâl.



Bunun üzerine Kureyşliler Rasulullah (s.a.s.)'e:



- Biz, şu fakir kimselerle tek bir cemaat hâlinde birarada bulunmaktan elbette hoşlanmayız. O hâlde onları kovup yanından uzaklaştır ki, seninle oturalım, dediler.



Rasulullah (s.a.s.)’in kalbine, Allah’ın dile­diği kadar dahil oldu da, Allah Teâlâ, bu ayeti indirdi.[505]



Şehrin uzak yerinden koşarak gelen muvahhid mü’min şahsiyet, Rasullere ilk iman eden halkın mustaz’aflarından birisiydi... Bundan dolayı müstekbir müşrikler, ona itibar etmediler... Çünkü onlar, mânâyı değil maddeyi görüyor­lardı... Onların değer ölçüsü iman değil, içi şişkin cüzdan idi... Onlar hikmete değil, servete bakıyorlardı... Onlar, dünyalarını ahirete değişmişlerdi... Bunun için iman ve hikmetle dopdolu olarak şehrin kenar semtlerinin birisinden koşarak gelen o izzet sahibi muvahhid mü’min kişiye değer vermediler... Ölçüsü madde olanlar, mânâyı görecek gözü kaybeder, imanı değerlendirecek kalbi idraksız bırakırlar!..



Yegâne önderimiz Rasulullah (s.a.s.), Rabbimiz Allah’ın değer verdiği kullarının vasıflarını hadislerinde beyan bu­yurmakta ve bu değerin onlardaki katıksız-kuvvetli iman­dan bir de işledikleri salih amellerden ileri geldiğini anlat­maktadır...



Ebu Hüreyre (r.a.)’ın rivayetiyle şöyle buyuruyor Rasulullah (s.a.s.):



“Nice kapılardan kovulmuş peşmürde insan vardır ki, Allah’a yemin etse Allah, onu yemininde sadık çıkarır.”[505]



Muaz b. Cebel (r.a.) anlatıyor:



Rasulullah (s.a.s.), (bana):



“Sana, cennetin padişahların(ın sıfatların)dan haber vereyim mi?” buyurdu.



Ben:



- Belâ (haber ver), dedim.



(Bunun üzerine) O:



“Zayıf olup (toplum nazarında) zayıf görülen, eski iki parça elbiseye bürünen, kendisine hiç değer verilmeyip ilti­fat gösterilmeyen ve (bir şeyin olması veya olmaması için) Allah’a yemin (veya dua) ederse Allah, onun duasını (veya yemini)nin gereğini (keremiyle) yapacak (derecede Allah katında kıymetli mü’min) olan her adamdır.” buyurdu.[505]



İşte böyle bir şahsiyetti o muvahhid mü’min kişi... Onun koşup gelmesinde iman var, ihlâs var, doğruluk ve sadelik var!.. Bu izzet sahibi muvahhid şahsiyet, elçilerin yaptığı hakka davetin, hakîkatin tâ kendisi olduğunu delil­leriyle yakîn bir anlayışla kavramış ve iman ederek onların safına katılmıştı... Kalbi, imanın gerçeğini kabul edince vic­danı, hareket hâline gelmiş ve bütün varlığıyla iman safına katılıp Tevhid hareketinin bir eri olmuştu... Katıksız imanı, Allah’dan başka hiç kimseden korkmama tavrı onu, ima­nını açıklamaya ve insanları bu hakikata davete koştur­muştu...



Şehrin en uzak yerinden kalkıp gelir, şirk ve küfürde direnen kavmini imana davet eder, onları en büyük zulüm olan şirkten[505] ve insanların birbirine zulmetmesinden alı­koymaya çalışır, müşriklerin, üç elçiye karşı düşmanca tavırlarının doğru olmadığını onlara anlatır ve böyle dav­ranmaya devam ederlerse, başlarına gelecek korkunç belâ­dan dolayı kendilerini uyarır...



Kavmine, kendilerinden hiçbir ücret istemeyenlere uy­malarını tavsiye eder... Bu şahsiyetler doğru yoldadırlar... Allah’ın rızasından başka hiçbir şeyi istemiyorlar... İnsan­lardan herhangi bir karşılık beklemiyor ve ücret istemiyorlar... Onlar, hidayeti bulmuş yüce şahsiyetlerdir...



Bu muvahhid mü’min, şirk üzere olan kavmine, niçin iman ettiğinin hakikatını beyan etmektedir:



“Bana ne oluyor ki, beni yaratana kulluk etmeyecek­mişim? Siz, O’na döndürüleceksiniz.” (Yasin, 36/22)



Bu muvahhid şahsiyet, Rabbi Allah’ın onu, nasıl ve ni­çin yarattığının farkında, kendini bilmiş, dolayısıyla Rabbini tanımış birisidir...



Şöyle buyuruyor Rabbimiz Allah:



“Ey insanlar, sizi tek bir nefisten yaratan, ondan eşini yaratan ve her ikisinden birçok erkek ve kadın türetip yayan Rabbinizden korkup sakının. Ve (yine) kendisiyle bir­birinizle dilekleştiğiniz Allah’dan ve akrabalık (bağlarını koparmak)tan sakının. Şüphesiz Allah, sizin üzerinizde gözeticidir.” (Nisa, 4/1)



“Ben cinleri ve insanları yalnızca bana ibadet etsin diye yarattım.” (Zariyat, 51/56)



Ve devam ediyor imanı tebliğ etmeye muvahhid şahsi­yet:



“Ben, O’ndan başka ilâh edinir miyim ki, Rahmân (olan Allah) bana bir zarar dileyecek olsa, ne onların şefaatı bana bir şeyler sağlar, ne de onlar beni kurtarabilirler.” (Yasin, 36/23)



Allah’dan başka ilâh olmadığını, göklerde de ilâh, yerde de ilâh yalnızca Allah olduğunu kavmine beyan eden muvahhid mü’min, ibadette Allah’a asla şirk koşulmama­sını da hatırlatıyor...



Rabbimiz Allah, ayetlerinde, bu hakikatı şöyle beyan buyurur:



“Şu hâlde bil, gerçekten Allah’dan başka ilâh yok­tur.” (Muhammed, 47/19)



“Göklerde ilâh ve yerde ilâh O’dur. O, hüküm ve hik­met sahibidir, bilendir.” (Zuhruf, 43/84)



“Kim Rabbine kavuşmayı umuyorsa, artık salih bir amelde bulunsun ve Rabbine ibadette hiç kimseyi ortak tutmasın.” (Kehf, 18/110)



“Allah, sana zarar dokunduracak olursa, O’ndan başka bunu senden kaldıracak yoktur. Ve eğer sana bir hayır isterse, O’nun bol fazlını geri çevirecek de yoktur. Kulların­dan dilediğine bunu isabet ettirir. O, bağışlayandır, esirge­yendir.” (Yunus, 10/107)



“Eğer Allah size yardım ederse, artık sizi yenilgiye uğ­ratacak yoktur ve eğer sizi yapayalnız ve yardımsız bırakacak olursa, O'ndan sonra size yardım edecek kimdir? Öyleyse mü’minler, yalnızca Allah’a tevekkül etsinler.” (Âl-i İmrân, 3/160)



Bütün bu hakikatları kavramış olan muvahhid mü’min şahsiyet, herhangi bir ikrah-ı mülci olmadan, bil­diğinin ve inandığının aksine şeyleri söyleyip yaparsa, el­bette bu korkunç bir hata olup apaçık bir haktan sapma gündeme gelir... İman etmiş ve imanın kalbini ihata ettiği mü’min müslüman bir kişi, imanının aleyhine herhangi bir şeyi yapmaktansa, ateşe atılmayı, uçurumdan düşmeyi ve zindanlarda çürümeyi tercih eder...



O muvahhid mü’min şahsiyet, bu şuurla şunları beyan ediyor:



“O durumda ise, gerçekten ben, apaçık bir sapıklık içinde olmuş olurum.



Şübhesiz ben, sizin Rabbinize iman ettim, işte beni işi­tin.” (Yasin, 36/24-25)



Şirkin egemen, müşriklerin iktidarda bulunduğu cahiliyye toplumunun zalim müstekbir tağutlarına karşı imanını haykıran, doğruları, hiçbir noksanlık bırakmadan apaçık anlatan o muvahhid şahsiyete karşı bütün müşrik­ler elbirliği edip üzerine hücum ederler... O muvahhid mü’mini, çok korkunç ve vahşî bir saldırı ile şehid ederler...



Tarih boyu egemen zalim tağutların, hakikatları beyan eden muvahhid mü’minlere karşı yapmış olduğu şey, onları zindanlara atıp sesleri kesmek, ya da öldürüp şehit et­mek...



Abdullah İbn Mes’ud (r.a.), o, muvahhid mü’mini vahşî saldırılar ile şehid eden katil, zalim tağutların yaptıklarını şöyle anlatıyor:



- Bağırsakları dübüründen çıkıncaya kadar onu, ayak­larıyla çiğnediler. Daha sonra onu, kuyuya attılar. İşte “er-Ress” diye bilinen kuyu budur. Ashab-ı Ress de, onlar­dır.[505]



Rabbimiz Allah şöyle buyurur:



“Allah yolunda ölenleri sakın ölüler saymayın. Hayır, onlar, Rabbleri katında diridirler, rızıklanmaktadırlar.



Allah’ın kendi fazlından onlara verdikleriyle sevinç içindedirler. Onlara arkalarından henüz ulaşmayanlara müjdelemeyi isterler ki, onlara hiçbir korku yoktur, mah­zun da olacak değillerdir.



Onlar, Allah’dan bir nimeti, bir fazlı (bolluğu) ve ger­çekten Allah’ın mü’minlerin ecrini boşa çıkarmadığını müjdelemektedirler.” (Âl-i İmrân, 3/169-171)



O muvahhid mü’min, insanlık katili zalim müstekbirler tarafından şehid olunduktan sonra cennete girmiş ve yegâne Rabbi Allah’ın kendisine ikramını gör­müştür... Allah, ondan razı olsun...



“Ona: ‘Cennete gir” denildi. O da: ‘Keşke benim kav­mim de, bir bilseydi’ dedi. ‘Rabbimin beni bağışladığını ve beni ağırlananlardan kıldığını.” (Yasin, 36/26-27)



İbn Abbas (r.anhuma) der ki:



- Hayatında kavmine:



“Ey kavmim, gönderilmiş bulunan elçilere uyun!” diye öğüt vermişti.



Öldükten sonra da:



“Keşke kavmim bilir olsaydı, Rabbimin beni bağışladı­ğını ve beni ikram edilenlerden kıldığını.” diyerek nasihat etmiştir.[505] 



Rabbimiz Allah şöyle buyurdular:



“İman edip salih amellerde bulunanlar, onlar için ba­ğışlanma (mağfiret) ve üstün bir rızık vardır.” (Hacc, 22/50)



Rabbimiz Allah, o muvahhid kulunun şehid edilmesin­den sonra, kâfir müşriklerin, zalim tağutların bulunduğu ve küfürlerinde kesin kararlı oldukları o kasabayı, ya da şehri tamamıyla helâk etmiştir...



Şöyle buyuruyor Rabbimiz Allah:



“Kendisinden sonra ise, kavminin üzerine gökten bir ordu indirmedik, indirecek de değildik.



(Ancak onlara) yalnızca bir tek çığlık (sayha) (yetti). Anında sönüverdiler.” (Yasin, 36/28-29)[505]


İŞKENCE
i1 harfi