Şefaat Kavramının Yozlaştırılması:

Tevhid akîdesinin anlaşılmasında en önemli kavramlardan birisi de şefaat kavramıdır. Tevhid ve şirk kavramları yeterince anlaşılmadan şefaat de anlaşılamaz. İşte bu sebeple şefaat kavramı, kimi istismarcılar tarafından ustalıkla çarpıtılmakta ve müslümanların temiz duyguları bazı çevreler yararına sömürülmektedir.



Kur’an’ın genel hatlarıyla anlattığı “tevhid”den habersiz olanların, sadece şefaat kavramını değil; diğer akîdevî kavramları da anlayabilmesi ve toplumsal yaşam içerisindeki istenilen yere oturtabilmesi mümkün değildir. Müslümanların, Allah’ın koymuş olduğu sınırları ve insanların o sınırlar içerisindeki yerini bilmesi gerekir. İnsanın yapısı, özellikleri ve gücü çok iyi bilindiği takdirde toplum içerisinde bazı insanların tuğyan edip haddi aşmaları, müstekbirleşerek Allah’ın sıfatlarına müdahale etmeleri de anlaşılabilecektir.



Kur’an, her dönemde ve her coğrafyada söz konusu olan şirkin temel özelliklerini açıklamış, şirk tehlikesine karşı bilgili, uyanık ve tedbirli olmamızı istemiştir. Hüküm/kanun koyucu, rızık verici ve bağışlayıcı olarak iman ettiğimiz Allah (c.c.), yaratma ve rızık vermede tek ilâh olduğu gibi, hâkimiyet ve benzeri meselelerde ve her konuda da tek ilâhtır. Şefaat meselesinde de durum böyledir. Kur’an’ın ilk indiği dönemdeki câhiliyye toplumunda şefaat hususundaki sapık düşünceler ne yazık ki günümüzde de mevcuttur. Kur’an’da şefaat kavramı anlaşılmadan, câhiliyye toplumunun bu husustaki sapmaları da anlaşılamaz.



Şefaat kelimesinin anlamı, o günkü câhiliyye toplumunda çok iyi biliniyor ve kullanılıyordu. Müşrikler kendi putlarını Allah’a yaklaştırıcı olarak kabullendikleri[1082] gibi, âhiret gününde şefaat edeceklerine ve kendilerini azaptan kurtaracaklarına da inanıyorlardı.



“Onlar Allah’ı bırakıp kendilerine hiçbir zarar ve fayda veremeyecek şeylere tapıyorlar ve ‘bunlar, Allah katında bizim şefaatçilerimizdir’ diyorlar. De ki: ‘Siz Allah’a göklerde ve yerde bilemeyeceği bir şeyi mi haber veriyorsunuz? Hâşâ! O, onların şirk/ortak koştukları her şeyden uzak ve yücedir.” (Yûnus: 10/18).



Allah katında (Allah’a rağmen, O’nun izin vermediği) şefaatçiler olduğunu söylemek, Allah’ı gereği gibi tanıyamamaktan kaynaklanır. Bu davranış, Allah’a iftira etmektir ki, bu da büyük bir sapıklıktır.



Böyle bir iddia, dünkü câhiliyye toplumunda olduğu gibi, bu günkü toplumda Kur’an’dan habersiz, gelenek ve hurâfeleri kendisine din edinmiş kesimlerde de vardır. Kur’an dışı bir geleneği din olarak kabul edip bunu yaşamaya çalışan bazı insanlar, kurtuluşlarının Allah’a gerçek iman ve salih amellerde değil; salih veya veli zannedilen zatlara bağlanmakta olduğunu, o insanların Allah’ın yanında özel bir konumlarının bulunduğunu, bu sebeple onların isteklerini Allah’ın geri çevirmeyeceğini iddia ediyorlar. Kur'an, putlara ve putlaştırılan insanlara güvenmenin şirk olduğunu değerlendirerek “Allah, onların şirk/ortak koştukları her şeyden uzak ve yücedir.” buyuruyor. İnsanlara güvenmekten ziyade, sâlih amel işlemeye dâvet ediyor.



“İleride gelecek bir günden korkun ki, o günde hiçbir kimse başkası için herhangi bir ödemede bulunamaz. Hiç kimseden şefaat kabul olunmaz ve fidye (bedel) de alınmaz. Onlara asla yardım yapılmaz.” (Bakara: 2/48)



“Ve öyle bir günden sakının ki, o günde kimse kimseden yana bir şey ödeyemez, kimseden fidye kabul edilmez, hiç kimseye şefaat fayda vermez, onlara hiçbir yardım da edilmez.” (Bakara: 2/123).



O gün, öyle dehşetli bir gün ki, herkes kendisini kurtarabilmek için çırpınıyor, özürler sayılıp dökülüyor, güvenilen kişilerin veya şeylerin de kendileri gibi âciz olduğu anlaşılıyor. Sapanlar ve saptıranlar birbirlerini suçluyor, bu yapılan ve söylenilenlerin fayda vermediği anlaşılıyor. Herkes kazandıklarıyla rehin tutularak  hesaba çekiliyor, zerre miktarı hayır ve şer karşılık görüyor, kimseye orada iltimas geçilmiyor, haksızlık edilmiyor. İşte bu sebeple Allah Teâlâ bizi o günün dehşetiyle uyarıp korkutuyor. Dünyada iken o gün için bir şeyler yapmamızı, şefaatçiler edinmeye çalışmanın faydasız olduğunu, ancak kendi amellerimizle korunabileceğimizi bildiriyor.



“Sizin O’ndan (Allah’tan) başka ne bir şefaatçiniz, ne de bir velîniz vardır. Hâlâ düşünüp öğüt almıyor musunuz?” (Secde: 32/4).



Allah o gün hâkimiyetin tümüyle, tek hâkim olan Allah’a ait olduğunu bildirerek, bu hâkimiyette hiçbir ortak ve aracının olmadığını, o gün insanların birbirlerinden farklılığının bulunmadığını, özel statüye sahip hiçbir kimsenin olmadığını belirtiyor.



“O’nun izni olmadan kimse konuşamaz.” (Hûd: 11/105)



“Onlar Allah’tan önce söz söyleyemezler.” (Enbiyâ: 21/27)



“O gün öyle dehşetli bir gündür ki, kimse konuşmaya cesaret edemez; Ancak o gün ruh ve melekler, sıra sıra dizilirler. Rahman’ın izin verdiğinden başkası konuşamaz. (Rahman’ın izin verdiği) konuşan da doğruyu söyler.” (Nebe’: 78/38)



“Konuşmak” kelimesi ile şefaat kast edilmektedir. Şefaat için ise iki şart vardır. Birincisi, Allah kime izin verirse o konuşacaktır; ikincisi ise, konuşan kimse doğru ve gerçek olanı söyleyecektir. Diğer bir husus ise şöyle belirtilmiştir:



“Allah’ın huzurunda, izin verdiği kimselerden başkasının şefaati fayda vermez. Öyle ki, onların kalplerinden korkuları giderilince denilir ki, ‘Rabbiniz ne buyurdu?’ Onlar da: ‘Hakkı buyurdu, O çok yücedir, çok büyüktür’ derler.” (Sebe’: 34/23)



Fayda verecek şefaat Allah’ın izin verdiğidir. Kur’an’dan, tevhidden habersiz insanlar, kendilerine şefaatçi edindiklerinin de Allah’ın azabından korktuklarını anlayamıyor veya anlamak istemiyorlar. Yukarıda metni verilen uzun hadis-i şerifte peygamberlerin bile “nefsî, nefsî” diyecekleri, kendi kurtuluşlarını düşünüp korkacakları bir günde kolay sığınak arıyorlar. Halbuki şefaat ancak Allah’tan gelecek izinle olacaktır. Ondan önce de insanların kendi sınavlarını vermeleri ve korkularının giderilmesi gerekir. Eğer sınavını başarıyla vermiş, korkuları giderilmemişse, o da kendisi için yardım bekleyecektir. Zira kazandıklarıyla helâke sürüklenenler için şefaatçi yoktur. Onlar için çılgın alevli bir azap vardır.[1083] Çünkü onlar iman etmemişlerdi, iman edenleri ise hayatlarını isyan içerisinde geçirmişlerdir. Onlar kazandıklarıyla helâke uğramışlardır.



Peygamberimiz, kızına şöyle söyler:



"Ya Fatıma! Nefsini ateşten kurtar. Çünkü ben, senin için Allah'tan bir şeyi savamam."[1084]



Görüldüğü gibi, Allah'a yakın olmak için, Peygamberimiz'in kızı dahi olmak yetmiyor. Mutlaka Allah'ın razı olacağı ameller içinde olmak gerekiyor.



Âyetlerde geçen Allah’ın şefaat için izin verdiği kimselerin kimler olduğu, bunların bu izne ulaşmalarının sebebi, verilecek iznin hangi boyutta olduğu gibi hususlar Kur’an ışığında açıklığa kavuşturulması gereken hususlardır. Bu meseleler aydınlanmadığı sürece, nice insan “Medet ya Abdülkadir Geylânî!, Yetiş ya Hızır, yardım et! Ey şeyhim bana şefaat et!”  demeye devam edecektir.



Birinci mesele, Allah tarafından kime şefaat etme izni verileceğidir. Öncelikle şunu unutmamalıyız ki; “şefaatin tamamı Allah’ındır.” (Zümer: 39/44). Yani hiç kimsenin böyle bir yetkisi yoktur ve böyle bir cesarette de bulunamaz. Kime şefaat için izin verip vermeyeceği ise tamamen Allah’a aittir. Şefaat izni verileceklerden birisi meleklerdir.



“Göklerde nice melek var ki, onların şefaatleri, dilediği ve hoşnut olduğu kimse için Allah’ın izin vermesi dışında bir işe yaramaz.” (Necm: 53/26).



Diğer bir âyette ise, “Onlar şefaat etmeğe mâlik değillerdir. Ancak bilerek Hakka şehâdet edenler müstesnâdır.” (Zuhruf: 43/86) denilmektedir. Âyette belirtildiği gibi, şefaat edebilme yetkisi verilecek insanın, bilinçli bir şekilde hakka şehadet etmesi, kelime-i tevhidin anlamını bilerek iman etmesi ve ihtiva ettiği anlamı bilinçli bir şekilde yaşantısına aktarması gerekir. Şâhit olanın tâğuta, tâğutî sisteme karşı tevhidin mücadelesini yükseltmesi, kâfir düzenleri reddederek Allah’ın dinini yeryüzünde hâkim kılma çabasını Kur’anî bir üslûpla sergilemesi gerekiyor.



“O gün, Rahman olan Allah’ın kendisine izin verdiği ve  sözünden  hoşlandığı  kimseden  başkasının şefaati fayda vermez.” (Tâhâ: 20/109).



Fayda verecek şefaat, kendisine izin verilen, sözünden hoşnut olduğu, dilindeki şehâdetle tavırları bütünleşen, âlemlerin rabbine iman ederek tâğutu reddeden, kopması mümkün olmayan sapasağlam bir kulpa/tevhide yapışarak Allah’ın dininin mücadelesini verenin şefaatidir.



İkinci mesele; kimlere ve niçin şefaat edileceğidir. Kimlerdir bu aziz insanlar? Allah’ın merhamet ve ihsanına ulaşacak olan bu insanlar, hangi amelleri ile bu rahmete ulaşabilmişlerdir?



“Rablerinin huzurunda toplanacaklarından korkanları Kur’an’la inzâr et/uyar. Onlar için Allah’tan başka ne bir velî (dost), ne de şefaatçi vardır. Umulur ki, Allah’tan korkup sakınırlar.” (En’am: 6/51).



Allah ilk şefaat edilecek topluluğu ve onların şefaatçilerini açıklıyor. Onlar ki; âhirete iman etmiş, o gün Rablerinin huzurunda toplanacaklarının bilincinde ve o günün hesabının dehşetinden korkan insanlardır. Bunlar Kur’an’la uyarılıyorlar. Kur’an onların dünya hayatındaki yaşantılarını düzenliyor. Bunlar Kur’an’la şekilleniyor ve bulundukları ortamı da Kur’an’la şekillendirmeye çalışıyorlar. İşte bunlar, hesabı nasıl verebilecekleri hususunda korkarak, korktukları şeye uğratılmamak için korunmaya çalışanlar ve korunarak muttakî (takva sahibi) olanlardır. İşte onların velîsi ve şefaatçisi Allah’tır. Çünkü şefaat izni veren Allah’tır ve şefaat edilecek insanlar da Allah’ın râzı olduklarıdır.



“(Onlar) Allah’tan önce söz söyleyemezler; ancak O’nun emri üzerine iş yaparlar. Allah onların yaptıklarını ve yapmakta olduklarını bilir. Onlar Allah’ın hoşnut olduğundan başkasına şefaat edemezler. Onun korkusundan titrerler.” (Enbiyâ: 21/27-28).



O gün Allah’tan önce konuşabilecek hiçbir kimse yoktur, onlar Allah korkusundan tir tir titrerler. Acaba bugün kurtulabilecek miyiz derler. Değil birilerine şefaat edebileceklerini düşünmek, bu düşünce akıllarının ucundan bile geçmez. Öncelilkle kendi hesaplarını vermeye çalışırlar, ne zaman ki onların korkuları giderilir; ancak o zaman biraz olsun rahatlarlar; işte o zaman huzura kavuşturulurlar. Ama onlar o durumdayken bile Allah’ın önüne geçemez,  ondan önce söz söyleyemezler. Ne zaman ki Allah bu durumlarından sonra onlara izin ve emir verir, ancak o zaman iş yaparlar, alîm olan Allah onların yaptıkları ve yapacakları işi çok iyi bilir. Onlara orada, kimseye iltimas geçmek için izin verilmez, sadece Allah onlara ikramda bulunur. Onlar cennete girecek insanlar için aracılık etmeye memur edilmişlerdir, cennete girecek insanları tesbit etmek için onlara yetki verilmemiştir. Bu durum ise, Allah’ın bir lütfu ve ikramıdır; onu dilediğine verir.



Ancak bu insanları biz dünyada iken isimleriyle, falan insandır şeklinde tanıyamayız. Zira bu yetki Allah’a aittir, tesbit edecek olan da Allah’tır. Filan velî, falan sâlih insan şefaat edecektir iddiasında bulunmak, Allah adına konuşmaktır ve Allah’a yalan isnadında bulunmaktır. Allah kıyamet günü bu görevi vereceği insanı kendisi belirleyecek ve o insan da bu görevi yerine getirirken Allah’tan bağımsız hareket etmeyecektir; davranışlarını Allah’ın hoşnut olmasına göre ayarlayacaktır. Şefaat edilecek insanlar da, Allah’ın kendilerinden râzı olduğu kimselerdir. Onlar, bir Allah’a iman etmiş, dünyada iken kendi nefsî istek ve arzularına göre değil; Allah’ın Kur’an’da bildirdiği şekilde yaşamışlardır. Zayıf düşürülmüş olmalarına rağmen imanın verdiği güçle Allah’ın dinini yeryüzüne hâkim kılabilmek için mücadele etmişlerdir. Bu mücadele esnasında karşılarına çıkan zorlukları aşmasını bilmiş, yapılan dünyevî teklifleri kabullenmeyip sadece Rablerinin rızâsını dilemişlerdir. Böylece Allah da onlardan râzı olmuştur. İşte şefaat olunacak insanlar, işte kurtuluşa erecek insanlar bunlardır. Şefaat etme yetkisi verilecek olanlar, bu vasıflara sahip olanlara şefaat edecektir.



Üçüncü mesele; şefaate ulaşamayacak insanların kimler olduğudur. Bu insanları Kur’an bize şöyle tanıtıyor:



“Dünya hayatını ve onun güzelliklerini isteyenlere, orada işlediklerinin karşılığını tam olarak veririz ve onlar orada hiçbir eksikliğe de uğratılmazlar. İşte onlar, âhirette kendileri için ateşten başka hiçbir şeyleri olmayan kimselerdir. (Dünyada) yaptıkları da boşa gitmiştir. Hâlen yapmakta oldukları şeyler zaten bâtıldır.” (Hûd: 11/15-16)



Dünyayı ve güzelliklerini arzulayıp onun için çalışıp çırpınanlar, dünyada yaptıklarının karşılığını eksiksiz olarak alacaklardır. Kazandıklarıyla Allah’a şükretmeleri, O’nun yolunda infakda/harcamalarda bulunmaları gerekirken; ölümü, âhireti unutarak dünyanın geçici zevklerine aldananları ölüm yakaladığı zaman onlar için ateşten başka bir şey yoktur. Onlar kazandıklarıyla nefislerine zulmetmiş, kendilerini helâke sürüklemişlerdir.



“Ey Muhammed! Onları yüreklerin ağıza geleceği, tasadan yutkunacakları, yaklaşan kıyamet günü ile inzâr et/uyar. Zâlimlerin ne bir dostu, ne de sözü dinlenecek bir şefaatçisi olur.” (Mü’min: 40/18)



“Ey iman edenler, alışverişin, dostluğun ve şefaatin olmayacağı gün gelmeden evvel, sizi rızıklandırdıklarımızdan infak edin. Kâfirler, onlar kendilerine yazık edenlerdir.” (Bakara: 2/254)



“Onlar Kitabın haber verdiği sonuçtan başka bir şey mi bekliyorlar? Sonuç gelip çattığı gün, önceleri onu unutmuş olanlar, 'Rabbimizin peygamberleri şüphesiz bize gerçeği bildirmişti, şimdi bize şefaat edecek var mı ki, şefaat etsin; yahut geriye döndürülsek de yaptıklarımızın başka türlüsünü yapsak' derler. Doğrusu uydurdukları şeyler onları bırakıp kaçmışlardır.” (A’râf: 7/53)



“Koştukları ortakları, artık şefaatçileri değildir. Ortaklarını inkâr ederler.” (Rûm: 30/13)



“Orada putlarıyla çekişerek, 'vallahi biz apaçık sapıklık içerisinde idik, çünkü biz sizi âlemlerin rabbine eşit tutmuştuk, bizi saptıranlar ancak suçlulardır. Şimdi bizim için ne bir şefaatçi var, ne de yakın bir dost. Keşke geriye dönüşümüz olsaydı da, iman edenlerden olsaydık'  derler.” (Şuarâ: 26/97-102).



Allah’a, birtakım putları ve put edinilen şeyleri ortak koşan müşrikler için şefaat edilmeyecektir, onlar orada birbirlerini suçlayacaklar, şefaatçi edinenler ise dünyaya döndürülmeyi arzulayacaklar, yaptıkları yanlışları bir daha yapmamak için ve yapmaları gerekirken yapmadıkları şeyleri yapabilmek için. Ancak onlar için bir daha dönüş olmayacaktır. Âyetlerden anlaşıldığı gibi kâfirler, zâlimler, müşrikler ve müşrik müstaz’aflar için şefaatçi yoktur.[1085]



Konuyla İlgili Geniş Bilgi Alınabilecek Kaynaklar



Âyet-el Kürsi Yorumu, Haluk Nurbaki, Damla Y. İst. 1994



Âyete’l-Kürsi’nin Fazileti, Yusuf Tavaslı, Tavaslı Y. İst. 1990



Besmele ve Âyetü’l-Kürsinin Esrarı, Arif Pamuk, Pamuk Y. İst. 1988



Fi Zılâli'l-Kur'an, Seyyid Kutub, Hikmet Y. c. 2, s. 33-44



Tefhimu'l Kur'an, Mevdûdi, İnsan Y. c. 1, s. 198-200



Hak Dini Kur'an Dili, Elmalılı Hamdi Yazır, Azim Y. c. 2, s. 155-163; Eser Y. c. 2, s. 849-860



Kur'an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Mahmut Toptaş, Cantaş Y. c. 1, s. 504-506



Hadislerle Kur'an-ı Kerim Tefsiri, İbn Kesir, Çağrı Y. c. 3, s. 997-1022



Hulâsatü'l-Beyan Fî Tefsîri'l-Kur'an, Mehmed Vehbi, Üçdal Neşriyat, c. 2, s. 471-475



Mefatihu'l-Gayb (Tefsir-i Kebir), Fahreddin Razi, Akçağ Y. c. 5, s. 402-424 



El-Mîzan Fî Tefsîri'l-Kur'an, Muhammed Hüseyin Tabatabai, Kevser Y. c. 1, s. 551-573



El-Câmiu li-Ahkâmi'l-Kur'an, İmam Kurtubi,  Buruc Y. c. 3, s. 477-491



Yüce Kur'an'ın Çağdaş Tefsiri, Süleyman Ateş, KUBA Y. c. 1,  s. 446-452



Et-Tefsîru'l-Hadis, İzzet Derveze, Ekin Y. c. 5, s. 285-287



El-Esâs Fi't-Tefsîr, Said Havva, Şâmil Y. c. 2, s. 132-140



Kur'an Mesajı, Muhammed Esed, İşaret Y. c. 1, s. 77-78



Safvetü't Tefâsir, Muhammed Ali es-Sâbûnî, Ensar Neşriyat, c. 1, s. 299-303



Min Vahyi'l Kur'an, Muhammed Hüseyin Fadlullah, Akademi Y. c. 5, s. 20-26



Kur'ân-ı Kerim'in Türkçe Meâl-i Âlîsi ve Tefsiri, Ömer Nasuhi Bilmen, Bilmen Y. c. 1, s. 265-267



Furkan Tefsiri, M. Mahmut Hicazî, İlim Y. c. 1, s. 204-205



Bakara Sûresi Tefsiri, Ramazanoğlu Mahmud Sami, Erkam Y. 322-330



Kur'ân-ı Hakîm ve Meâl-i Kerîm, Balıkesirli Hasan Çantay, Şahsi Y. c. 1, s. 71-72



Ruhu'l Furkan, M. Ustaosmanoğlu, Siraç Kitabevi Y. c. 3



Kur'an'ın Konulu Tefsiri, Muhammed Gazâli, Şûrâ Y. s. 30



T.D.V. İslâm Ansiklopedisi (Mustafa Çetin), T.D.V.  Y. c.4, s. 244-245



Şâmil İslâm Ansiklopedisi, (Âyetü'l-Kürsi, A. Ağırakça) c. 1, s. 180-181; (Arş, Cengiz Yağcı) c. 1, s. 154-155; (Hayat, M. Sait Şimşek), c.2, s. 380; (İlim, Dursun Ali Türkmen, c. 3, s. 136-137; (Kürsi, Ahmet Özalp, c. 3, s. 424-425; (Hâfız, Cemil Çiftçi) c. 2, s. 291(el-Alîm, M. Sait Şimşek) c. 1, s. 112; (el-Aliyy) c. 1, s. 112; (el-Azîm) c. 1, s. 187



Kur'an Ansiklopedisi, Süleyman Ateş, KUBA Y. (Kürsî) c. 12, s. 440-441



Kütüb-i Sitte Muhtasarı Tercüme ve Şerhi, İbrahim Canan, Akçağ Y. c. 3, s. 328-333, c. 9, s. 313



Sahih-i Müslim, Ahmet Dâvudoğlu Şerhi, Sönmez Y. c. 4, s. 382-383



Esmâ-i Hüsna Allah'ın Güzel İsimleri, Alâddin Başar, Zafer Y. İst. 2002, 2. Bs.



Esmâu’l Hüsnâ Şerhi, Ali Osman Tatlısu, Yağmur Y. İst. 1984/Seha Neşriyat



Esmâü’l-Hüsnâ Şerhi, Mustafa Necati Bursalı, Erhan Y. İst. 1997



Esmâü’l-Hüsnâ, Afifüddin Süleyman et-Tilmisanî, İnsan Y. İst. 1996



Esmâ-i Hüsnâ Şerhi, Said el-Kahtanî, Uysal Kitabevi Y. Konya, 1997, 2. bs



O’nun Güzel İsimleri, M. Nusret Tura, İnsan Y. İst. 1997, 2. Bs.



Esmâ-i Hüsnâ Allah'ın İsimleri, Metin Yurdagür, Marifet Y. İst. 1996



İsm-i Âzam (Esmâü’l-Hüsnâ), Ali Büyükçapar, İnsan Saati Y. Kahramanmaraş, 1999



Esmâü'l-Husnâ Şerhi, Mahmut Toptaş, Cantaş Y. İst. 2000



99 Esmâ-i Hüsnâ'dan Esintiler, Sadettin Kaplan, Marifet Y. İst. 1998



Esmâi Hüsnâ: Hikmeti, Fazileti ve Esrarı, Arif Pamuk, Pamuk Y.



Esmâ-ül Hüsna Türkçe-İngilizce, Abdülmecit Yıldız, Ferşat Y.



Esmâül Hüsna Şerhi, İmam Gazali, Meerve Yay. Paz.



Âyetlerle Esmaül-Hüsna, Said Köşk, Anahtar Yayıncılık



Allah’ın İsimleri, Harun Yahya, Vural Y.



Gök Tanrının Sıfatlarına Esmâül-Hüsna Açısından Bakış, Sait Başer, Kubbealtı Neşriyat



Esmâ-i Hüsnâ, Yusuf Tavaslı, Tavaslı Y. 






ÂYETÜ'L-KÜRSÎ
A harfi