“Bilim”le  “İlim” Aynı Şey mi?

Öncelikle günümüz kabulü ve kullanışı ile “ilim”le ilgili bilmemiz gereken şudur: “Bilim”, “ilim” karşılığı değildir. İslâm’ın belirlediği “ilim” ile, modern cahiliyyenin belirlediği “bilim”  başka başka şeylerdir. Bu iki kavram, hem konuları, hem içerikleri, hem de yöntemleri ve alanları bakımından doğru ile yanlış kadar birbirinden farklıdırlar. Gerçi bilim, bazı bakımlardan ilim kavramının içinde sayılabilir; fakat ilim, bilimin dar kalıpları içine sığdırılamaz. Çünkü bilim, kesinlikle ilmin ulaştığı yerlere ulaşamamakta, onun alanını kapsamamaktadır.



Bilimin metodu ve alanı bellidir; alanı madde, metodu da akıl ve deneydir, gözlem ve incelemedir. Halbuki, genel anlamda ilmin yolu öncelikle “vahiy” dir. Akılla birlikte nakildir. Alanı madde kadar, hatta daha öncelikli  “mân┠ve gayb âlemidir. Aslında ilim de bilim de “gerçeği öğrenme” aracıdır. Fakat İslâm’a inanmış, Allah’a teslim olmuş ve vahiy sistemini esas almış bir ilim adamının “gerçek” (hakikat) dediği şeyle, bilim adamının “gerçek” (bilimsel gerçek) dediği şeylerin önemli bir kısmının sınırları birbirinden farklıdır. Her şeyden önce, bilimin metodunda, hiçbir öneri, hakikat ve inanç sistemi, deneyler ve bilimsel olaylar tarafından desteklenmedikçe doğru ve gerçek kabul edilmez. İlim için bu kural, özellikle vahiy ve gayb âlemi, iman gibi temel konularda olaylar ya da deneyler tarafından desteklenmesi şart olmadığı gibi, bu aynı zamanda imkânsızdır da.



Bundan başka bilimde bir de nesnellik özelliği vardır. Yani bilim adamı kişisel eğilim ve önyargılarının etkisi altında kalmadan bulduğu sonucu olduğu gibi yansıtmalıdır. Bulgular inançlara ters düşse bile yansızlıktan ve doğruluktan uzaklaşmamalıdır. Aynı kural, ilim için de geçerli ve hatta gerekli bir kuraldır, ama inançlara ters düşmesi halinde müslüman ilim adamının tutumu farklı olacaktır; eğer burada bilimin bulgularının ters düştüğü inanç İslâm ise, işte o zaman ilim adamı inancından yana olacaktır. Çünkü onun gözünde vahyin, İslâm inançlarının doğruluğu mutlaktır, daha kesindir. Bilimin ortaya koyduğu bulgular, değişmez ve mutlak değildir. Tenkit edilmek, zaman içinde iptal edilip değiştirilebilmek gibi bir ârıza ve noksanlığı da beraberinde taşımaktadır. (Bundan üç-beş asır önce, özellikle Ortaçağda bilimin doğruları ile şimdiki doğruları arasında uzlaştırılması mümkün olmayan nice örnekler herkesçe bilinir.)  Halbuki müslümanın anlayışında, ilmin temel kaynağı vahiy olduğu için ilim, değişmezlik ve mutlaklık gibi bir sağlamlığa ve sürekliliğe sahiptir.



Bilimin konularının büyük bir kısmı, günlük yaşamın doğurduğu sorunlar ve ihtiyaçlardır. Yani dünyada daha kolay yaşamak, maddî refahı sağlamak, yine maddî sorunları gidermek bilimin belli başlı gayesidir. Halbuki ilmin gayesi, insana hem bu dünyanın hem de ölümden sonraki sonsuz hayatın saadetini sağlayacak hayat tarzını belirlemektir. (17)      



Ayrıca bu iki kavramın, konuşma ya da yazı dilinde kullanılışları ânında akla getirdiği ilk fikir ve çağrıştırdığı anlamlar da farklıdır. İslâm’a inanmış bir toplumda “âlim”  kelimesi kullanıldığı zaman akla ilk gelen, müslüman bilginlerdir, özellikle din âlimleridir. Ama, mesela Newton, Einstein, Descartes gibi şahsiyetler ise ancak “bilim” söz konusu edildiği zaman akla gelmekte ve onlara âlim denmeyip “bilgin” veya “bilim adamı” denmektedir. Demek ki bilim, fizikçilerin, kimyacıların, sosyologların, antropolog ve benzerlerinin (yani beşerin) -yine Allah'ın verdiği yetenek ve imkân sınırları içinde- bulup ortaya koyduğu şeylerdir.



İlim ise, bu saydıklarımızın meşgul oldukları alanları ve elde ettikleri sonuçları genelde reddetmeksizin, hatta onları kendi kuralları içinde özümseyip yorumlamakla birlikte, aynı zamanda bütün bunlara bir anlam kazandırıp faydalı ve meşrû bir yorum getiren vahiy öğretisinin ortaya koyduğu sistemin incelenmesi ve kavranmasıdır. Mesela bilim, savaş araçları ve silahlar, kimyasal bombalar üretir, bunların en etkili biçimde işlemesi için araştırmalar yapıp yöntemler geliştirir. Bu silahların hedefleri belirlenirken ölçü, yalnızca menfaat ve üstün gelme duygusudur; ahlâkî bir ölçüsü ve duyarlığı yoktur. Halbuki dine bağlı ilmin kuralı, bunları insanlığın maddî manevî kurtuluşu yolunda kullanmak şeklindedir. (18)



İlim kavramının hakiki anlamı, bilgi birikiminden ziyade "anlayış ve idrâk" olmalıdır. Çünkü esas ilim, zihinde ve hâfızada çok mâlumat taşımaktan öte, bilgi üretme ve meselelere çözüm bulma yollarını bilmektir. İlim, zihinsel çabadır; ancak gönülle irtibatı olan zihnin çilesi, bilgi kırıntılarını düzenli ve faydalı bilgi, yani ilim seviyesine çıkarabilir.                   



İlim, iman etmeyi ve müslümanca yaşamayı gerektirdiği halde, bugünkü bilim, câhiliyyenin iskeletine kan pompalıyor. Bilim adına insanların âhiretleri mahv edildiği gibi, dünyaları da perişan ediliyor. Eşkıya, terörist, satanist, ateist, ataist... bilim kurumlarından yetişiyor; bilimsel maskeler takılarak dine, mutlak hakikate hücum ediliyor. Bilim, artık salt ideoloji olma boyutundan çıkıp bir put haline gelmiş durumdadır. Bilim, hayatta tek mürşit ve kılavuz kabul edilir, tek ölçüt olarak alınırken, “din” nazar-ı itibara alınmamış, hatta topyekün reddedilmiş oluyor. Zira bunların âmentüsüne göre tek doğru, bilimin bize getirdikleridir. Dinin getirdiği, Allah’ın gönderdiği, peygamberlerin yolu onları hiç mi hiç ilgilendirmez; çünkü bunlar laboratuarlarda deneylerle doğrulukları kanıtlanan bilimsel gerçekler değildir. Böyle bilimsel bir yaklaşımda âhiret hayatının, cennetin, meleklerin, Allah'a kulluğun yeri yoktur.



Bu amentüye göre ilk insanı Allah yaratmamış, insan tabiat tarafından tesadüf ve evrim sonucu başkalaşım ve değişimle maymundan türemiştir. Ya da tüm müslüman çocuklara öğretildiği şekilde ilk insan, Allah’tan direkt ilim alan, vahye muhatap olan yeryüzünün halifesi ve efendisi bir peygamber değil; etleri çiğ çiğ yiyen, yarı insan yarı hayvan  vahşi  bir  mağara  adamıdır.  Okullarda  bu  câhilî   bilgiler   temel   alındığı   için, dünyanın yaratılması değil, kendi kendine güneşten kopuşu anlatılır; Din Kültürü ve Ahlâk dersinde kuşa benzetilmiş bir dine kültür olarak lütfen yer verilmesi dışında, hiçbir ders kitabında ve hiçbir ders müfredâtında vahye, Allah'a, dine ve mutlak doğrulara, yani “ilm”e yer verilip verilmediği, veriliyorsa ne kadar ve nasıl verildiği sorgulanmalı değil midir?



Hayır, sorgulanamaz! Kim sorgulayacak? Vahiyden habersiz veya gerçek ilmin sorumluluğunun bilincinde olmayan, yine câhiliyye kurumlarından câhilî bilgilerle yetişen, hayata bu bilim putunun kriterleriyle bakan kimseler mi sorgulayacak bilim putunu, câhilî eğitimi, câhiliyyeyi?



Ama unutmamalı; Allah, Musa’yı Firavun’un kurumlarında yetiştirmiştir; yalnız, yine unutulmamalı ki Musa, vahiyle yetişmiş, vahiyle beslenip yönlenmiş, Firavun’un öğrettiği bilimin sağlamasını vahiyle test etmiştir. O günün bilimi sihirbaz yetiştirmede ne kadar mâhirse, günümüzün câhilî kurumları da o kadar göz boyayıcıdır. Akı kara gösterici, İslâm’ı irtica, depremin temel sebebinin Allah’ın ikazı ve takdiri değil de fay hattı olduğunu yutturacak laf cambazlığı ve sihirbaz taktikleri olduğu değerlendirilebilir. Ebu Cehillerin, Firavunların bilime yaklaşmaları ile günümüzdeki bilime yaklaşım arasında; gâvur dediğimiz Johnların, Mary’lerin, Adam Smithlerin ve müslümanım diyen bilimsel takılanların ilme bakış açısı konusunda benzemeyen yönlerini gösterin gösterebilirseniz!..