5) Sert Davranıştaki Hikmet

İnsanların ihya konusu, bir öğretim ve eğitim konusu­dur... İnsanları iyilikle ve güzellikle eğitim onlara doğruları ve hayatın gerçeğini öğreten bir muvahhid şahsiyet, muhatablarını iyi tanıdığından dolayı onlara, ne zaman ve nasıl davranacağını da iyi bilir... Zaman olur, muhatabına göre yumuşak davranır ve muhatabını o şekilde eğitip, kendisine hakikatı anlatır... Zaman olur, muhatabına sert davranır ve muhatabının karakterine göre tavır alır, o şe­kilde eğitip, kendisine doğru olanı öylece beyan eder... Eği­timci kişi, eğittiği ve eğitmekle görevli bulunduğu kişilerin karakterini, yani huyunu-suyunu iyi bilmesi gerekir ki, on­ların anlayacağı lisan ve tavırla hareket etsin!..



Rabbimiz Allah, en son Rasulü ve en son Nebîsi Mu­hammed (s.a.s.)’e[443] hitaben şöyle buyurur:



“Ey Peygamber, kâfirlerle ve münafıklarla cihad et ve onlara karşı sert ve caydırıcı davran. Onların barınma yer­leri cehennem­dir, ne kötü bir yataktır o.” (Tevbe, 9/73; Tahrim, 66/9)



Rasulullah (s.a.s.)’e yapılan bu hitab ve verilen görev, O’nun varisleri olan bütün ümmetin mü’min müslüman ferdlerini kuşatıcıdır... Rasulullah (s.a.s.), mü’minlerle bir­likte, mü’minler de Rasulullah (s.a.s.)’in Sünneti’ni işleye­rek bu cihadı devam ettirdiler ve bu sert tavrı gerçekleştir­diler... Onlardan sonra muvahhid mü’minler, onların izini takib etmelidirler... Çünkü muvahhid mü’minlerin muha­tabı olan kâfir ve münafıklar, ancak böyle bir tavırdan an­lar ve ders­lerini alırlar... Onların karakterlerine göre tavır almak ve anlayacağı dilden konuşmak, bir eğitimciye düşen vazife­dir...



İbn Abbas (r.anhuma) der ki:



- Hz. Peygamber, kâfirlere karşı kılıçla, münafıklara karşı dil ile ileri derecede azar ve sert sözler söylemek suretiyle cihad etmekle emrolunmuştur.



İbn Mes’ud (r.a.) şunları söylemiştir:



- Münafıklara karşı elinle cihad et, gücün yetmezse di­linle. Buna da gücün yetmezse, onlara karşı sen de surat as, yüzünü ekşit.



el-Hasen (rh.a) der ki:



- Onlara, hadlerini uygulamak suretiyle ve dil ile mü­na­fıklarla cihad et.



Katâde (rh.a.) de, bu görüşü tercih etmiştir. Çünkü mü­nafıklar, hadleri gerektirici suçları en çok işleyen kimseler­dir.[444]



Rabbimiz Allah şöyle buyurur:



“Ayetlerimiz konusunda alaylı tartışmalara dalanlar – On­lar, bir başka söze geçinceye kadar onlardan yüz çevir. Şeytan sana unutturacak olursa, bu durumda ha­tırlamadan sonra, artık zulmeden toplulukla beraber oturma.” (En’âm, 6/68)



“O, size Kitab’da: ‘Allah’ın ayetlerinin inkâr edildiğini ve onlarla alay edildiğini işittiğiniz de, onlar, bir başka söze dalıp geçinceye kadar, onlarla oturmayın, yoksa siz de on­lar gibi olur­sunuz, diye indirdi. Doğrusu Allah, münafık­ların ve kâfirlerin tümünü cehennemde toplayacak olan­dır.” (Nisa, 4/140)



Yegâne Rabbimiz Allah Teâlâ’nın bu emri, her ihya eri muvahhid mü’min tarafından noksansız uygulanmalıdır... Bu sert tavır, başlı başına bir tebliğ ve mü’minlerden, kâfir ile münafıklara, çok anlamlı bir derstir...



Yegâne hayat nizamı İslâm, “Sezar’ın hakkı Sezar’a, Allah’ın hakkı Allah’a” demez!.. İslâm, yalnızca Allah’ın hak olduğunu ve bütün hakların Allah’dan geldiğini beyan eder... İnsanın hakkını, onu yaratan ve yegâne Rabbi Allah belirler... Allah’dan başka hak beyan eden yoktur... Bütün izzet kendisine aid olan Allah,[445] insan kullarının hakkını en adil ve en iyi şekilde beyan buyurmuştur...



“İşte böyle, hiç şübhesiz Allah, hakkın kendisidir.” (Hacc, 22/6)



“De ki: ‘Hak, Rabbimizdendir. Artık dileyen iman etsin, dile­yen inkâr etsin.” (Kehf, 18/29)



“De ki: ‘Ey insanlar, şübhesiz size Rabbinizden hak gelmiş­tir.” (Yunus, 10/108)



“Hak, Rabbinden (gelen)dir.” (Âl-i İmrân, 3/60)



Rabbimiz Allah’ın bu ayetlerinden apaçık anlaşıldığı gibi, “Sezar’ın da hakkını belirleyen Allah Teâlâ’dır, Sezar’ın yönettiği insanların da hakkını belirleyen Allah Teâlâ’dır.” Sezar’ın, Allah’ın kendisi için beyan ettiği haktan başka bir hakkı yoktur... Çünkü Sezar, kendisinden başka ilâh olma­yan Allah’ın[446] bir insan kuludur ve yaratılış ga­yesi[447] şirk koşmadan Allah’a ibadet etmektir... Sezar’ın, Allah’ın bir insan kulu olarak vazifesi, her kul insan gibi Rabbi Al­lah’a, ibadet etmekte hiç kimseyi ortak etmemesi­dir...[448] Sezar, ancak Âlemlerin Rabbi Allah’ın, kendisine tayin ettiği hak kadar hak sahibidir... Yoksa onun, kendisine Rabbimiz Allah’ın verdiği hakdan başka bir hakkı yoktur!.. Sezar’a, Âlemlerin Rabbi Allah’ın verdiği hak ve değer ka­dar, hak ve değer verilmelidir!..



Yegâne hayat nizamı İslâm’da, “Sağ yanağına vurana, sol yanağını çevir” anlayışı da yoktur... Böyle bir anlayış ve uygulama, insanın fıtratına ve insan olarak temel hak­larına aykırıdır... Başlı başına bir zulüm olan bu anlayış, aynı za­manda zulme ve zalime rıza göstermektir... İslâm, zulmün her türlüsünü yasaklamış, kim olursa olsun zalimi reddet­miştir... Şöyle buyurur Rabbimiz Allah:



“Zulmedenlere eğilim göstermeyin, yoksa size ateş do­kunur. Sizin Allah’dan başka veliniz yoktur, sonra yar­dım göremezsi­niz.” (Hud, 11/113)



“Bunlar, Allah’ın sınırlarıdır. Kim Allah’ın sınırlarını çiğ­nerse, gerçekten o, kendi nefsine zulmetmiş demektir.” (Talâk, 65/1)



Ebu Zerr (rh.a.)’dan:



“(Allah) buyurdu ki:



- Ben, zulmü kendime haram kılmışımdır. Onu, sizin aranızda da haram kıldım. Bundan dolayı birbirinize zulmetmeyin!”[449]



Hakikat bu olduktan sonra, her kim ki, Allah’ın sınır­la­rını çiğner ve Allah’ın insan kullarının temel hak ve hürriyetlerine tecavüz ederse, ona karşı sert davranılır, hakk et­tiği ceza verilir... Onun işlediği suça karşılık, kendi­sine ve­rilen cezada, hem onun için, hem diğer insanlar için ibret, ders ve hayat vardır...



Şöyle buyurur Rabbimiz Allah:



“Ey temiz akıl sahibleri, kısasta sizin için hayat vardır. Umulur ki, sakınırsınız.” (Bakara, 2/179)



“Ey iman edenler, öldürülenler hakkında size kısas ya­zıldı (farz kılındı). Özgüre karşı özgür, köleye karşı köle ve dişiye karşı dişi. Fakat kimin (hangi katilin) lehine, onun (maktulün) kardeşi (varisi veya velisi) tarafından bağışla­nırsa, artık (yapılması gere­ken) örfe uymak (ve) onu (maktulün varis veya velisine) güzellikle (diyet) ödemektir. Bu, Rabbinden bir hafifletme ve bir rahmettir. Artık kim bundan sonra tecavüzde bulunursa, onun için elem verici bir azab vardır.” (Bakara, 2/178)



Ferdin temel hak ve hürriyetlerine tecavüz eden, top­lumsal huzuru bozan ve insanlık barışını tehdid eden her hâl ve harekete karşı sert tavır takınılmakla beraber, affet­me ve ıslah yolunu seçmeyi de emreder İslâm... Çünkü İslâm’ın gayesi, ihya etmektir... Öldürmek değil diriltmek­tir!.. Diril­meyi reddeden ve Allah’ın sınırlarını çiğnemekten, insanın temel haklarına tecavüz etmekten vazgeçmeyenler için ko­nulup uygulanan ceza, insanlık âleminin, barışı, sağlığı ve selâmeti içindir...



Şöyle buyurur Rabbimiz Allah:



“Kim zulme uğradıktan sonra nusret bulur (hakkını alır)sa, artık onlar için aleyhlerinde bir yol yoktur.



Yol, ancak insanlara zulmeden ve yeryüzünde haksız yere te­cavüz ve haksızlıkta bulunanların aleyhinedir. İşte bunlara acıklı bir azab vardır.” (Şura, 42/41-42)



“Kötülüğün karşılığı, onun misli (benzeri) olan kötü­lüktür. Amma kim affeder ve ıslah ederse (diriliği kurup sağlarsa), artık onun ecri Allah’a aiddir. Gerçekten O, za­limleri sevmez.” (Şura, 42/40)



Rabbimiz muvahhid mü’minlerin vasıflarını şöyle be­yan buyurur:



“Muhammed, Allah’ın Rasulü’dür. Ve O’nunla birlikte olanlar da, kâfirlere karşı zorlu, kendi aralarında ise mer­hametli­dirler.” (Fetih, 48/29)



“Ey iman edenler, içinizden kim dininden geri döner (irtidad eder)se, Allah (onların yerine) kendisinin onları sevdiği, onların da kendi­sini sevdiği, mü’minlere karşı alçak gö­nüllü, kâfirlere karşı ise, güçlü ve onurlu, Allah yolunda cihad eden ve kınayıcının kınama­sından korkmayan bir topluluk getirir. Bu, Allah’ın bir fazlıdır, onu, dilediğine verir. Allah, (rahmetiyle) geniş olandır, bilen­dir.” (Mâide, 5/54)



Yegâne önderimiz ve hayat örneğimiz Rasulullah (s.a.s.)’in uygulamalarında bu sert tavrın birçok örnekleri vardır...



Tebuk Seferine katılmayan ve bu konuda herhangi bir ciddî özürleri olmayan üç sahabî için ortaya konulan sert tavır, bu konunun güzel örneklerinden biridir... Başta Rasulullah (s.a.s.) olmak üzere bütün mü’min müslüman­la-rın kendileriyle görüşmeyerek, selâm vermeye­rek ve se­lâmlarını almayarak gündeme getirdikleri protesto, o üç muvahhid mü’minin bu hâtâlarından dolayı nasuh tevbesiyle tevbe etmelerine vesile olmuştur... Allah (Azze ve Celle), onları affetmiştir... Allah, onlardan razı olsun...[450]



Bu üç muvahhid şahsiyetten Ka’b b. Malik (r.a.), bu olayı anlattığı uzun bir beyanında şunları söyler:



- Rasulullah (s.a.s.), kendisinden seferden geri kalanlar arasında işte şu üçümüzle konuşmaktan müslümanları nehyetti. İnsanlar da, bizden çekindiler ve bize yüzlerini ekşittiler. Hatta bana, yeryüzü yabancılaştı. Bu, hakikaten benim tanımakta olduğum toprak değildi. Bu hâl üzere elli gece kaldık. İki arkadaşım, insanlardan çekildiler ve evle­rinde oturup ağlamakla vakit geçirdiler. Fakat ben, onların daha genci ve daha salâbetlisi (dayanıklısı) idim. Bu sebeble ben, evimden çıkar ve müslümanlarla beraber namazda hazır bulunurdum. Sokaklarda, çarşıda dolaşırdım. Halbuki hiçbir kimse bana söz söylemezdi. Namazdan sonra Rasulullah’ın meclisine varır ve kendisine selâm verirdim. Ve içimden:



- Acaba Rasulullah, selâmıma karşılık vererek dudakla­rını hareket ettirdi mi, yahut ettirmedi mi? derdim.



Sonra namazı Rasulullah’ın yakınında kılardım da giz­lice O’nu gözetlerdim. Namazıma yöneldiğim sıra O, bana doğru dönerdi. Fakat ben, O’nun tarafına bakınca da yü­zünü benden çevirirdi.



Nihayet insanların yüz çevirmelerinden de cefâsından ızdırâb çektiğim bu hâl uzayınca, bir gün gittim. Tâ Ebu Katâde’nin bahçe duvarından aştım. Ebu Katâde amcamın oğlu ve insanlar arasında beni en çok seven bir kimse idi. Vardım O’na, selâm verdim. Vallahi, selâmımı almadı.



Ben:



- Ya Ebu Katâde, Allah adına and vererek sana soruyo­rum. Benim Allah’ı ve Rasulü’nü sever bir kimse olduğumu bilir misin? dedim.



Sustu, cevab vermedi. Ben, tekrar and verip Allah aş­kına sordum. Yine sustu. Ben, üçüncü bir kerre daha Al­lah’a and verdim. Bu defa:



- Allah ve Rasulü en iyi bilendir! dedi.



Bunun üzerine gözlerimden yaş boşandı. Döndüm, du­vardan aştım.[451]



Enes b. Malik (r.a.) anlatıyor:



Rasulullah (s.a.s.), (dışarı) çıkmıştı. Yüksek bir kubbe gördü:



“Bu nedir?” diye sordu.



Ashab, O’na:



- Bu, Ensar’dan falan zâtındır, dediler.



Rasulullah (s.a.s.), sükût etti. Bunu, içinde taşıdı. Bu kubbenin sahibi, Rasulullah (s.a.s.)’e gelip selâm verdiğinde Rasulullah (s.a.s.), onun selâmını almaktan kaçındı. O zât, tekrar tekrar selâm verdi. Rasulullah (s.a.s.)’in gazablandığını, selâmını almaktan çekindiğini anlayınca, Rasulullah (s.a.s.)’in Ashabına bunu anlattı ve:



- Vallahi ben, Rasulullah’ın bu durumu nedendir anla­yamadım, dedi.



Ashab:



- Rasulullah, dışarı çıkmıştı, senin kubbeni gördü, de­diler.



Adam, hemen kubbesine döndü, toprakla düz bir hâle gelecek şekilde onu yıktı.



Bir gün Rasulullah (s.a.s.), yine gezmeye çıkmıştı, kub­beyi göremedi.



Ashabına:



“O yüksek kubbe ne oldu?” diye sordu.



Ashab:



- Sahabî, sizin kendisinin selâmını almadığınızdan şika­yet etti, biz de sebebini ona haber verdik. Sahibi, onu yıktı, dediler.



Bunun üzerine Rasulullah (s.a.s.):



“Kendisine mutlaka lazım olan hariç, her binâ, sahibine vebaldır.” buyurdu.[452]



En hayırlı nesil olan Ashab-ı Kiram (Allah, onlardan razı olsun), önderimiz Rasulullah hatasından vazgeçmeyenlere karşı en sert tavır sergilemişlerdir…



Salim b. Abdullah (rh.a.) anlatıyor:



Abdullah b. Ömer (r.anhuma) şöyle demiştir:



Rasulullah (s.a.s.):



“Kadınlarınız, mescidlere gitmek için sizden izin iste­dikleri vakit onları, mescidlerden menetmeyin!” buyurur­ken işittim.



Bunun üzerine (oğlu) Bilâl b. Abdullah:



- Vallahi biz, onları pekâlâ menederiz, dedi.



Bu sözden sonra Abdullah, ona dönerek kendisine öyle çirkin bir sövdü ki, ona, öyle sövdüğünü hiç işitmemiştim.



Abdullah:



- Ben sana, Rasulullah (s.a.s.)’den hadis haber  veriyo­rum, sen hâlâ:



Vallahi biz, onları menederiz, diyorsun, dedi.[453]



Rivayete göre ona, üç defa lânet etmiş ve ölünceye ka­dar konuşmamış.[454]



Said b. Cübeyr (rh.a.) anlatıyor:



Abdullah b. Müğaffel’in bir yakını taş atmış, o da, ken­disini menetmişti ve:



- Şübhesiz, Rasulullah (s.a.s.) taş atmaktan menetmişti ve:



“Bu taşlar, ne av avlar, ne düşman bozar. Lâkin bun­lar, dişi kırar ve gözü çıkarır.” buyurmuşlar, demiş.



Fakat yakını, taş atmayı tekrarlamış, o da:



- Ben sana, Rasulullah (s.a.s.)’in bundan nehiy buyur­duğunu anlatıyorum, sonra sen (yine) taş atıyorsun!



Seninle ebediyen konuşmam! demiş.[455]



Bu sert tavırlı örneklerdeki hikmeti idrak eden ihya er­leri olan muvahhid mü’minler, insanları ihya hareketleri ve İslâm’ın davetleri sırasında gerekirse, aynı tavırları sergilemeleri faydalı olabilir… Buna, hareketin içinde olan muvahhid mü’min, firaset ve basiretiyle karar verebilir!.. [456]   


Ve'l-Asr
i1 harfi