1) Muhatab Şahsiyeti Tanımak

 



Mü’min müslümanların hayat önderi ve örneği Rasulullah (s.a.s.), kendilerine İslâm’ı anlatacığı kişileri iyi tanıyor, onların ne ihtiyaçlarının olduğunu biliyor ve ihti­yaçları olduğu kadarıyla onlarla sohbet ediyordu... O (s.a.s.), muhatabı olan kişileri bıktırmamak için onların mü­sait oldukları zamanları kolluyor ve o zaman kendilerine muhatab oluyordu... Rasulullah (s.a.s.)’in bu tavrını, Ashab-ı Kiram da devam ettirmiştir... Rasulullah (s.a.s.)’in varisleri olan muvahhid mü’minlerin de, Rasulullah’ın bu Sünneti’ni uygulamaları ve bu konuda dikkatli davranma­ları gerekir...



Abdullah İbn Mes’ud (r.a.) şöyle demiştir:



- Rasulullah (s.a.s.), va’z ve nasihat hususunda bize bıkkınlık gelmesin diye hâlimize bakıp günler içinde vakit­ler kollardı.[388]



Önderimiz Rasulullah (s.a.s.)’in bu Sünneti’ni bize be­yan eden Abdullah İbn Mes’ud (r.a.) da, bu konuda Rasulullah (s.a.s.) gibi davranırdı...



Ebu Vail şöyle diyor:



Abdullah İbn Mes’ud (r.a.), her perşembe günü insan­lara va’z ve nasihat edip ders yapardı.



Bir kimse, kendisine:



-Ya Eba Abdurrahman, vallahi, senin bizlere her gün ders yapmanı çok arzu ettim, dedi.



İbn Mes’ud:



- Beni, sizlere her gün ders vermekten men eden şey, sizleri usandırmak istemememdir. Ben sizlere, va’z vermekte sizin hâlinize uygun vakitler gözetiyorum. Nitekim Rasulullah (s.a.s.) de, bizlere usanç gelmesinden endişe et­tiği için bizim durumumuza uygun zamanlar gözetirdi, dedi.[389]



Mü’minlerin annesi Aişe (r.anha)’ya:



“İnsanlara, mevkiine göre muamele edin!”[390] diye nasi­hat eden Rasulullah (s.a.s.), bölge insanını çok iyi tanıdığından dolayı onlar incinirler endişesi ile Kâbe’nin şeklini değiştirmediğini beyan buyurur:



“Eğer kavmin cahiliyye devrine yakın olmasaydı, Hicr’in duvarını Beyt’e katmak ve Beyt’in kapısını yer seviyesine indirmek isterdim. Fakat duvarı Beyt’e girdirmem ve Kâbe kapısını yer seviyesine indirmemden ötürü, onların gönüllerinin kırılmasından endişe ederim!"[391]



Bölge insanının olgun olmayışları, kendilerindeki anla­yış noksanlığından dolayı, mes’eleyi yanlış anlar ve hatalı değerlendirip gönülleri kırılır diye böyle davranıyor Rasulullah (s.a.s.)... Yanlış değerlendirme ve gönül kırgınlığı, zaman içinde korkunç düşmalıklara ve beklenilmeyen çılgınlıklara dönüşür... Bunu, zamanında engellemek ve ortaya çıkmasını önlemek gerekir!..



Rasulullah (s.a.s.), İslâm’a davet ettiği kişinin akîdesini, fikrini ve sosyal düşüncesini bildiğinden dolayı, muhata­bıyla gayet rahat konuşuyordu... İhya erlerinin de bu şe­kilde olmaları lazımdır...



Adiyy b. Hatim (r.a.) anlatıyor:



Rasulullah (s.a.s.)’in yanına geldiğimde, bana üç defa:



“Müslüman ol ki, selâmete eresin!” dedi.



Ben de:



- Benim dinim vardır, dedim.



O:



“Ben senin dinini, senden daha iyi bilirim.” dedi.



Ben:



- Benim dinimi benden daha iyi mi  bilirsin? dedim.



O:



“Evet, senden daha iyi bilirim. Sen, Rekûsiyye dinine mensubsun. Rekûsiyye Hıristiyanlık ile yıldızperestlik arasında bir dindir. Kavminin ele geçirdikleri ganimetlerin dörtte birini yersin.” dedi.



Ben:



- Evet, doğrudur, dedim.



O:



“Bu, senin dininde sana helal değildir.” dedi ve bundan fazla bir şey söylemedi.



Ben, ses çıkarmadım.



Sonra bana:



“İslâm Dini’ne niçin girmek istemediğini de biliyorum. Bu adama, sadece züğürt ve Arapların hor gördüğü kimse­ler tabi olmuştur, diyorsun.” buyurdu.[392]



İmrân b. Husayn (r.a.) anlatıyor:



Rasulullah (s.a.s.), babama:



“Ya Husayn, bugün kaç ilâha inanıyorsun?” buyurdu.



Babam şöyle cevab verdi:



- Altısı yerde ve biri gökte olmak üzere yedi ilâha!..



Rasulullah :



“Arzu(ları)n ve korku(ları)n için onlardan hangisini ayırırsın?” diye sordu.



- Göktekini, dedi.



Rasulullah :



“Ya Husayn, ne var ki, müslüman olmuş olsaydın, sana fayda verecek iki kelime öğretirdim.” buyurdu.



Husayn, müslüman olunca:



- Ya Rasulallah, bana va’dettiğin o iki kelimeyi öğret! dedi.



Rasulullah (s.a.s.) buyurdu ki:



“Şöyle dua et:



- Allah’ım, bana rüşdümü (yararlı olanı) ilhâm et ve beni nefsimin şerrinden koru.”[393]



Aynı olay, daha geniş bir şekilde de rivayet olunmuş­tur...



İmrân b. Halid b. Taleyk b. Muhammed b. İmrân b. Husayn’dan: O da babasından, babası da dedesinden:



Kureyşliler, Husayn’a saygı gösteriyorlardı. O, gelip:



- Şu adamla bir konuş, zirâ ilâhlarımıza dil uzatıp on­lara sövüyor, dediler.



Ve onunla beraber Peygamber Efendimize gelip, ka­pıya yakın bir yere oturdular.



Peygamber Efendimiz (s.a.s):



“Husayn’ı içeri alın.” dedi.



Husayn ile arkadaşları, büyük bir kalabalık idiler.



Husayn, söze başlayıp:



-Ya Muhammed, nedir senden duyduklarımız? Sen, ilâhlarımıza sövüyor ve onlar hakkında ileri-geri konuşuyorsun. Halbuki senin baban akıllı ve atalarının din ve inançlarına saygılı bir insan idi, dedi.



Peygamber Efendimiz (s.a.s):



“Ya Husayn, benim ve senin babalarımız ateştedirler.



Ya Husayn, sen, kaç ilâha tapıyorsun?” buyurdu.



Husayn:



- Yerde yedi ve gökte bir ilâha tapıyorum, dedi.



Rasulullah (s.a.s.):



“Başın bir derde girdiği zaman hangisini çağırıyorsun?” buyurdu.



Husayn:



- Gökte olan ilâhı çağırıyorum.



Rasulullah (s.a.s.):



“O halde seni koruyan, senin yardımına koşan, yalnız gökteki ilâh iken, ne diye diğerlerini O’na ortak kılıyorsun? Yoksa sen, gökteki ilâhı razı ettiğin, yahud diğerlerinin O’nu yeneceğinden korktuğun için mi bunu yapıyorsun?” diye sordu.



Husayn:



- Bu, her iki sebebten de değildir, dedi.



(Husayn diyor ki:



- Ben, bildim ki, O’nun gibi bir kimse ile konuşmuş de­ğilim.)



Rasulullah (s.a.s.):



“Ya Husayn, müslüman ol ki, selâmete eresin.” bu­yurdu.



Husayn:



- Benim adamlarım ve kabilem vardır, ne diyeyim? dedi.



Rasulullah (s.a.s.):



“Allah’ım, doğru yolu bulmak için Senden hidayet dile­rim. Bana faydalı olacak bir bilgi ver, de!.” buyurdu.



Husayn, bunu söyledi, sonra biraz direndi ise de neticede müslüman oldu. Bunun üzerine İmrân, kalkıp O’nun başını, el ve ayaklarını öptü.



Rasulullah (s.a.s.) de, bunu görünce ağladı ve:



“İmrân’ın hareketinden dolayı ağladım. Husayn, içe­riye girdiği zaman kâfir olduğu için İmrân, ne ayağa kalkmış, ne de onun yüzüne bakmıştı. Fakat müslüman olunca, babalık hakkını ödedi. Ben, bunun için duygulandım.” buyurdu.



Nebî (s.a.s.), Husayn gitmek istediği zaman Ashabına:



“Kalkıp, onunla birlikte kapıya kadar gidin!” bu­yurdu. 



Husayn, kapıdan çıkarken Kureyşliler, onu görüp:



- Husayn da dinini terk etti, diyerek dağıldılar.[394]



Önderimiz Rasulullah (s.a.s.), kendisinden nasihat iste­yen ve soru soran muhatablarını tanıyıp bildiği için, onların ihtiyacına göre nasihat etmiş ve sorularını cevaplandır­mıştır...



Ümmü Hanî (r.anha) şöyle demiş:



Ben, Rasulullah (s.a.s.)’in yanına giderek:



-Ya Rasulallah, bana (yapabileceğim nafile) bir amel göster (tavsiye buyur). Çünkü ben, gerçekten yaşlandım, güç bakımından zayıfladım ve şişmanladım, dedim.



Bunun üzerine O, şöyle buyurdu:



“(Günde) yüz defa Allahu Ekber de, yüz defa Elham­du­lillah de ve yüz defa Sübhanallah de. (Bu zikir sevab bakımından) Allah yolunda (savaş için) gemlenmiş, eğer vu­rulmuş yüz attan, (kurban edilen) yüz deveden ve (âzâdlanan) yüz köleden hayırlıdır.”[395]



Ümmü’l-mü’minin Aişe (r.anha)’dan:



Aişe:



- Ya Rasulallah, biz cihadı, amellerin en faziletlisi görü­yoruz. Bundan dolayı biz, cihad etmeyelim mi? diye sordu.



Rasulullah (s.a.s.) de:



“Hayır, siz kadınlar için cihadın en faziletlisi, mebrûr haccdır.” buyurdu.[396]



Ebu Umame (r.a.)’dan:



Rasulullah (s.a.s.)’e:



- Bana, öyle bir şey söyle ki Allah, onun karşılığında bana sevab versin? dedim.



Rasulullah (s.a.s.):



“Oruç tut! Çünkü oruç gibi sevablı amel yoktur.” bu­yurdu.[397]



Ebu, Hureyre (r.a.) anlatıyor:



Rasulullah (s.a.s.)’e bir adam geldi ve:



- Bana, cihada denk olacak bir ameli delâlet et, dedi.



Rasulullah (s.a.s.):



“Ben, cihad değerinde bir amel bulamıyorum.” bu­yurdu da şöyle devam etti.



“Mücahid, sefere çıktığı zaman sen, mescide gidip de (o, geriye dönünceye kadar) hiç gevşemeden devamlı namaz kılmaya, hiç iftar etmeden devamlı oruç tutmaya gü­cün yeter mi?” buyurdu.



O zât:



- Buna, kimin gücü yeter ki? dedi.[398]



Abdullah b. Amr (r.a.)’dan:



Bir adam Rasulullah (s.a.s.)’e:



- Ben, cihada gidiyorum, dedi.



Rasulullah (s.a.s.):



“Senin, annen-baban var mı?” diye sordu.



O zât:



- Evet, var, dedi.



Rasulullah (s.a.s.):



“Öyleyse sen, (evvelâ) onların rızaları yolunda ça­lış (cehd et)!” buyurdu.[399]



Rasulullah (s.a.s.)’in zevcesi Aişe (r.anha) ile Emirü’l-mü’minin İmam Osman b. Affan (r.a.) rivayet etmişlerdir:



Ebu Bekr, Rasulullah (s.a.s.)’in yanına girmek için izin istemiş. Rasulullah (s.a.s.), Aişe’nin çarşafına bürünmüş olarak döşeğinin üzerine uzanmış imiş. Kendisi, o hâlde iken Ebu Bekr’e izin vermiş ve onun hacetini görmüş, sonra o, gitmiş.



Bilahere Ömer, izin istemiş. Aynı hâlde ona da izin vermiş ve onun da hacetini görmüş. Sonra Ömer gitmiş.



Osman demiş ki:



- Sonra yanına girmek için ben izin istedim.



(Rasulullah) Hemen oturdu. Aişe’ye de:



“Elbiseni üzerine topla!” dedi.



Ben de hacetimi gördüm. Sonra ayrıldım.



Bunun üzerine Aişe :



-Ya Rasulallah, aceb neden Osman’dan endişe ettiğin gibi Ebu Bekr’le Ömer (r.anhuma)’dan da endişe ettiğini görmedim? demiş.



Rasulullah (s.a.s.):



“Şübhesiz Osman, utangaç bir zattır. ona, bu hâlde girmek için izin versem, hacetini bana ulaştıramayacağın­dan korktum!” buyurmuş.[400]



Bu örneklerden anlaşıldığı gibi Rasulullah (s.a.s.), muhatabları tanıyor ve onlara durumlarına göre muamele ediyor... Kimin neye ihtiyacı olduğunu, kendilerini tanıdı­ğından ve durumlarından anlıyor, onlara buna göre tavsi­yelerde bulunup nasihat ediyor...



İhya erleri olan muvahhid mü’minler bilmelidirler ki, vazifeleri, insanlara İslâm’ı temsil ederek anlatmak ve hida­yetlerine vesile olmaktır... Hidayet verici, kalbleri İslâm’a açıcı Âlemlerin Rabbi Allah’dır... Kişi, sevdiklerini hidayet­e ulaştıramaz, ancak Allah’ın izniyle vesile olabilir... Diledi­ğini hidayete erdirici Allah Teâlâ’dır.[401]



Rabbimiz Allah, İslam’ı tebliğ ve İslâm’a davetin Kur’an-ı Kerim ile yapılmasını emrediyor... Ancak Kur’an’a iman eden ve Allah’dan gereği gibi korkan mü’min müslüman­lar, nasihat dinler, dinlediklerini uygularlar... İman etme­yenler ve şirk üzere kalmada direnenler, hakikati duyarlar fakat reddederler... Onların dinledikleri Kur’an, kendi ta­raflarınca reddolunduğu için kendilerine fayda vermez...



Şöyle buyuruyor, Rabbimiz Allah:



“Rabblerine (götürülüp) toplanacaklarından korkanları onunla (Kur’an’la) uyarıp korkut. Onlar için ondan başka ne veli vardır, ne de şefaatçileri. Umulur ki, korkup sakı­nırlar.” (En’âm, 6/51)



“Sen, yalnızca gayb ile Rabbinden içleri titreyerek korkmakta olanları ve dosdoğru namaz kılanları uyarırsın. Kim temizlenip arınırsa, artık o, kendi nefsi için temizlenip arınmıştır. Sonunda dönüş Allah’adır.” (Fatır, 35/18)



“Sen, ancak zikre (Kur’an’a) uyan ve gayb ile Rahmân olan (Allah)’a (karşı) içi titreyerek korku duyan kimseyi uyarırsın. İşte böylesini, bir bağışlanma ve üstün bir ecirle müjdele.” (Yasin, 36/11)



“Sen, onların üzerinde bir zorba değilsin. Şu hâlde, be­nim ke­sin tehdidimden korkanlara Kur’an ile öğüt ver.” (Kaf, 50/45)



Rabbimiz Allah Teâlâ’nın bu emirlerinden apaçık anla­şıldığı gibi, ihya hareketi, önce İslâm Milleti’nin arasında gerçekleşmelidir... Müslüman olduklarını beyan eden, fakat egemen müşrik tağutî güçler tarafından aldatılmış olan ümmetin ferdleri, daldırıldıkları gaflet ve cehaletten uyan­dırılmalıdırlar... Bütün imkânlar bu konuda harcanmalı­dır... Birinci derecede çok önemli olan, ümmetin uyanışına, Kur’an ve Sünnet’e sarılmalarına vesile olmaktır... Ondan sonra kitablı veya kitabsız gayr-ı müslimlere İslâm’ı tebliğ edip onları davet etmeli...



İşgal edilmiş İslâm topraklarında müstevlî egemen tağutların esareti altında bulunan müslümanların problemleriyle uğraşmayı bir yana bırakıp, gayr-ı müs­limlere İs­lâm’ı tebliğ etmeyle uğraşmak, ihya erlerinin anın vacibi olan vazifesi olmadığı malumdur... Onların ertelen­mesi câiz olmayan, kendilerine anın vacibi olan vazifeleri, İslâm Mil­leti’ni uyarmak, uyandırmak ve hep beraber esa­retten kur­tulmaktır!..Çünkü İslâm topraklarını işgal eden egemen tağutlar, egemenlik güçlerini, uyuttukları ve ken­dilerine modern köleler yaptıkları, kendilerini müslüman kabul edenlerden almaktadırlar... Müşrik tağutlar tarafın­dan istilâ edilen İslâm topraklarındaki gaflet ve ce­hâlet içine itilmiş mustaz’af kitleler, egemen tağutlara des­tek verip yardımcı olmazsa, tağutî sistemler asla ayakta duramaz­lar... Mustaz’aflar, müstekbirlere vermiş oldukları destek­lerini ve yardımlarını keser veya geri çekerlerse, zu­lümle ayakta duran bütün zalimler devrilip giderler!..



Rabbimiz Allah şöyle buyurur:



“Küfürde büyük çaba harcayanlar, seni üzmesin. Çünkü onlar, Allah’a hiçbir şeyle zarar veremezler. Allah, onları ahirette pay sahibi kılmamayı ister. Onlar için bü­yük bir azab vardır.



Onlar imana karşılık küfrü satın alanlardır. Onlar, Al­lah’a hiçbir şeyle zarar veremezler. Onlar için acıklı bir azab var­dır.” (Âl-i İmrân, 3/176-177)



“Öyleyse sağır olanlara sen mi dinleteceksin veya kör olan ve açıkça bir sapıklık içinde bulunanı hidayete erdire­ceksin?” (Zuhruf, 43/40)



“Sen, artık Allah’a tevekkül et. Çünkü sen, apaçık olan hak üzerindesin.



Çünkü gerçekten sen, ölülere (söz) dinletemezsin ve ar­kasını dönüp kaçan sağırlara da çağrıyı işittiremezsin.



Ve sen, körleri düştükleri sapıklıktan çekip hidayete er­dirici değilsin. Sen, ancak ayetlerimize iman edenlere (söz) dinletebilir­sin, işte müslüman olanlar bunlardır.” (Neml, 27/79-81)



“Şu hâlde sen, Bizim zikrimize sırt çeviren ve dünya haya­tından başkasını istemeyenden yüz çevir.” (Necm, 53/29) [402]


Ve'l-Asr
i1 harfi