Vusul İçin Usûl

İnsanı ihya hareketi, hangi çağda, hangi zamanda, hangi mekânda, hangi toplum ve hangi şartlarda olursa olsun, Rabbimiz Allah ve önderimiz Rasulullah (s.a.s.) tara­fından usûlü belirlenmiş bir harekettir... Nasıl yapılacağı ve hangi şartlarda gerçekleştirileceği beyan olunmuştur... Ge­rek mü’min müslümanların ihyası, gerekse gayr-ı müslimlerin İslâm’a davet olunarak ihya edilmesi, belli bir usûl, yani metod ile gündeme gelmelidir... Meşru hedef için, meşru usûl şarttır...



Rabbimiz Allah, gayr-ı İslâmî ve şirkin egemen olduğu bir ortamda, gerek egemen tağutlara, gerekse onlara kanmış olan insanlara, İslâm’ın nasıl tebliğ edilip davet edilece­ğine dair, Rasulullah (s.a.s.) örneğini beyan buyurmuştur... İhya erleri olan muvahhid mü’minler, yegâne önderleri Rasulullah (s.a.s.) ve örnek olarak beyan edilen diğer Rasullerin kullandığı usûl ile hareket etmelidirler... İnsan unsuru değişmediğine göre, onun ihya usûlü de değişmez... İnsan, aynı insan, usûl, aynı usûldür... Dünyanın nere­sinde olursa olsun ve hangi toplumda bulunursa bulunsun, in­sanı ihya usûlünün temel ilkeleri değişmez... Ancak bu ilkeler, ihya erleri tarafından zamana, mekâna ve bölge insanına göre takdim ve tehir ile uygulama sahasına ko­nulabilir... Bu, İslâmî ihya ilkelerinin değiştirilmesi değil, değişmez ilkelerin zaman, mekân ve insan durumuna göre uygulanışıdır...



Rabbimiz Allah, kendisi için seçip risalet vazifesiyle va­zifelendirdiği ve egemen olduğu bölgede azgınlık yapan tağut Fir’avn’a gönderdiği Rasulü Musa (a.s.)’a şöyle bu­yurmaktadır:



“Seni, kendim için seçtim.



Sen ve kardeşin ayetlerimle gidin ve Beni zikretmede gevşek davranmayın.



İkiniz Fir’avn’a gidin, çünkü o, azmış bulunmaktadır.



Ona, yumuşak söz söyleyin. Umulur ki, o, öğüt alıp-düşü­nür, ya da içi titrer-korkar.” (Tâhâ, 20/41-44)



Bu emir, şöyle uygulanır mü’minlerce:



1) Her biri Allah Teâlâ’nın bir velisi olan ihya erleri muvahhid mü’minler,[343] insanları Allah’a davet ederken, Allah’ın ayetleriyle hareket ederler ve Allah ile rabıtaları sımsıkıdır... Devamlı Allah’ı anar, her an O’nun huzurunda olduklarının farkına varır, her hâl ve hareketlerinin Allah tara­fından görüldüğünü unutmadan ona göre davranır­lar... Bu konuda gevşek davranmaz ve üzerlerine düşen vazifelerini hakkıyla yapmaya çalışırlar...



2) Onlar, İslâm’ı kendilerine tebliğ edip Allah’a davet ettikleri insanlara karşı emrolundukları gibi yumuşak davranır ve onların seviyelerine göre kendilerine yumuşak söz söylerler... Onların akıllarının erebildiği konuları örneklerle izah etmeye gayret ederler... Böylece, inşallah, onların hida­yetlerine vesile olmaya çalışırlar...



3) Muttaki mü’minler, şahıslarında ve ailelerinde İs­lâm’ı yaşayarak temsil ederken, bilerek insanlara nasihat edip onları İslâm’a davet ederler... Hem hâlleriyle, hem de dilleriyle insanları ihya etmeye ve onlara örnek olmaya çalı­şırlar...



Şöyle buyurur Rabbimiz Allah:



“Artık sen, öğüt verip hatırlat. Sen, ancak bir öğüt ve­rici, bir hatırlatıcısın.



Onlara, zor ve baskı kullanacak değilsin.” (Ğaşiye, 88/21-22)



Özellikle cahiliyye toplumlarında muhatabları olan in­sanlara yumuşak bir lisanla öğüt veren, onlara doğruları anlatıp kurtuluş yolunu gösteren ve haliyle onlara örnek olan mü’min müslümanlar, davet ettiği kişilerin akıllarının alabildiği şeyleri söylemelidirler... Muhatab edindiği insan­ların sosyal konumlarını, zekâ durumlarını ve bilgi seviye­lerini iyi hesab etmelidirler... Eğer bunları iyi hesab etmez ve dengeyi sağlayamazlarsa, büyük yanlışlıklara sebeb olur ve davetleri karşılık bulmaz... Umduklarının tam tersine bir durumla karşı karşıya kalır, tasdik beklerken reddolunurlar...



Emirü’l-mü’minin İmam Ali b. Ebi Talib (r.a.), bu ko­nuda şunları söylemiştir:



- İnsanlara, anlayabilecekleri şeyler söyleyin. Siz, Allah ve Rasulü’nün tekzib olunmasını arzû eder misiniz?[344]



Abdullah İbn Mes’ud (r.a.) ise, şöyle demiştir:



- Eğer bir kavme, akıllarının eremeyeceği bir hadis ri­vayet edersen, o hadis, onların bazısı için ancak bir fitne olur.[345]



“Rasulullah (s.a.s.) bize, insanlara derecelerine göre yer vermemizi emir buyurdu.”[346] diyen mü’minlerin annesi Aişe (r.anha), Rasulullah (s.a.s.)’in şöyle buyurduğunu riva­yet eder:



“İnsanlara, mevkiine göre muamele edin!”[347]



İnsanlar, anlayış ve kavrayış bakımından derece dere­cedirler... Toplum içinde, değer, yetki ve etki yönüyle de de­rece derecedirler... Kendilerine muhatab olunurken bu de­rece farkını da göz önünde bulundurmak gerekir...



Rabbimiz Allah şöyle buyurur:



“Biz, dilediğimizi derecelerle yükseltiriz. Ve her bilgi sahibi­nin üstünde daha iyi bir bilen vardır.” (Yusuf, 12/76)



İnsanı ihya vazifesini yüklenen muvahhid şahsiyetin, içinde yaşadığı toplumun tarihini, sosyal yapısını, yönetimini, ekonomisini, hukukunu, örf ve adetlerini iyi bilmesi lâzım... Ayrıca muhatab edindiği kitleyi iyi tanıması ge­rek... Kişilerin, psikolojik ve sosyolojik durumlarını çok iyi tesbit etmelidir... Onların inançlarını, fikirlerini, hedeflerini ve metodlarını bilmeli, ona göre davranmalıdır... Köylü­sünden şehirlisine, işçisinden işverenine, tahsil görmüş diplomalı­sından okuma-yazma bilmeyenine, yönetenden yönetile­nine, zengininden fakirine, üreticisinden tüketicisine ve yediden yetmişine toplumda yaşayan insanlarla karşıla­şa­cağı için, onları tanımadan, isteklerini bilmeden kendile­rine muhatab olamaz... Bundan dolayı toplumda yaşa­yanlar hakkında bilgi sahibi olmalıdır... Onları tanıyarak kendile­rine muhatab olursa, onların huyunu, suyunu bi­lirse, davet işi çok daha kolay olur...



İhya erlerinin önderi Rasulullah (s.a.s.), içinde yaşadığı toplumu ve muhatab olduğu insanları çok iyi tanıdığı için bazı işlerin yapılmasını zamana bırakarak ertelemişti... Zaman içinde insanlar olgunlaşırlar ve kabul etme konu­sunda zorlandıkları bazı işleri kolayca kabullenir, onları yapmaya başlarlar... Bunun için çok sabretmek ve acele et­memek gerekir...



Ümmü’l-mü’minin Aişe (r.anha)’nın rivayetiyle Rasulullah (s.a.s.) şöyle buyurur:



“Ya Aişe, senin kavmin, cahiliyyet devrine zamanca ya­kın (küfürden ayrılması yeni) olmasaydı ben, Beyt’in (Kâbe’nin) yıkılmasını emrederdim. O da yıkılırdı. Sonra Beyt’ten dışarıda bırakılan Hicr’i Beyt’e katar ve kapısını da  yere yapışık yapardım. Birde Beyt’e biri şark tarafında, öbürü de garp tarafında olmak üzere iki tane kapı koydu­rurdum. Bu sûretle de Beyt’i, İbrahim Peygamber’in teme­line ulaştırmış olurdum.”([348])



Ferde ve topluma beyan edilecek şeyler, onların ol­gun­luğu ölçüsünde olmalıdır... Hakikat ve ilim asla gizlenmemelidir, fakat hakikat ve ilim kendilerine aktarılacak olan­ların, onu taşıma ve hakkını verme kudretine sahib ol­ma­ları gerekir... Eğer fert ve toplum bu seviyede değilse, ken­dilerine aktarılan hakikat ve ilim onlar için faydadan ziyade zararlı olabilir... Faydalı olan bir şey, yersiz gün­deme geti­rildiğinde israf edilmiş olur... Bunun için İslâm davetçi­leri çok dikkati olmalı, neyi, nerede ve kime beyan edecekle­rinin hesabını iyi yapmalıdırlar...



Enes b. Malik (r.a.) anlatıyor:



Muaz b. Cebel, deve üstünde Rasulullah’ın terkisinde iken, Rasulullah (s.a.s.):



“Ya Muaz İbn Cebel!” diye seslendi.



Muaz:



- Lebbeyk ya Rasulallah ve sa’deyk, dedi.



Rasulullah (s.a.s.) yine:



“Ya Muaz!” diye çağırdı.



Muaz:



- Lebbeyk ya Rasulallah  ve sa’deyk, dedi.



Bu, üç kere vaki oldu. Üçüncüde Rasulullah:



“Hiç kimse yoktur ki, kalbinden tasdik ederek Al­lah’dan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in Rasulullah olduğuna şahadet etsin de Allah onu, ateşe haram etmesin,” buyurdu.



Muaz:



- Ya Rasulallah, bunu, insanlara haber vereyim de se­vinsinler mi? dedi.



Rasulullah (s.a.s.) :



“Haber verdiğin takdirde buna güvenirler.” buyurdu.



Muaz İbn Cebel, bunu, ölümüne yakın, günahtan kur­tulmak için haber verdi.([349])



Abdullah İbn Abbas (r.anhuma)’nın rivayet etmiş ol­duğu hadiste Rasulullah (s.a.s.), Muaz İbn Cebel (r.a.)’ı Ye-men’e valî gönderdiğinde, insanları İslâm’a davet eder­ken önem sırasına göre nelerden başlayacağını beyan buyur­muştu...



Şöyle buyurdu Rasulullah (s.a.s.):



“(Ya Muaz,) şimdi sen, Kitab Ehli olan bir kavmin üze­rine valî gidiyorsun. Oraya vardığında ilk vazifen: Yemen­lileri Yüce Allah’a birleyip Tevhid etmeye çağırmak, ol­sun.



Allah’ın birliğini tanıdıkları zaman onlara, Allah’ın kendilerine gece ve gündüzleri içinde üzerlerine beş vakit namaz farz kılmış olduğunu haber ver.



Namaz kılmaya başladıklarında Allah’ın kendilerine mallarının zekatını farz kılmış olduğunu ve bu zekatları­nın, zenginlerinden alınıp fakirlerine verileceğini haber ver.”[350]



İslâm davetçisinin muhatabları, önce Tevhid’e davet edilmelidirler... İman konusu, kendilerine bütün yönleriyle izah edildikten ve onlar tarafından katıksız bir şekilde kabul edildikten sonra amelî konular beyan edilmeye çalışılır... Her türlü şirk ve küfürü reddedip terk ederek iman edenler, ibadet konusunda hiç zorlanmazlar... Namaz kılmak, zekat vermek, oruç tutmak, hacca gitmek, Allah yolunda sadaka verip, cihad yapmak ancak katıksız bir iman ile müm­künleşip kabul edilir... İçine şirk karıştırmış iman[351] ile yapı­lan ibadetler kabul görmez ve sahibine hiçbir fayda sağlamaz... Bütün amelleri boşa gider...



Şöyle buyuruyor Rabbimiz Allah:



“Onlar da şirk koşsalardı, elbette bütün yapıp ettikleri onlar adına boşa çıkmış olurdu.” (En’âm, 6/88)



“Andolsun, sana ve senden öncekilere vahyolundu (ki): Eğer şirk koşacak olursan, şübhesiz amellerin boşa çıkacak ve elbette sen, hüsrana uğrayanlardan olacaksın.” (Zümer, 39/65)[352]



İslâm’ı, hayat nizamı olarak reddeden ve onun ye­rine hayata egemen olmak isteyen bütün tağutî ideolojiler, felsefeler ve düzenler, şirk ve küfür üzere kurulmuşlardır... Onlara tabi olup benimsemek, destek olup ayakta kalmala­rını sağlamak, onların şirk ve küfürlerine ortak olmaktır...



İhya erleri olan muttaki mü’minler, insanları ilk önce şirk ve küfürden kurtarıp uzaklaştıracak sonra onlara salih amelleri izah edip, yapmalarına yardımcı olacaktır... Bun­ları yapmaya çalışırken, ferdin ve toplumun durumunu göz önünde bulundurarak kolaydan başlayacaklardır...



Helâl ve caiz olan iki şeyin en kolayını öne alacak ve önce onun, insanlar tarafından kabul edilmesini sağlayacaklar... Müjde verici olacak, baskı yaparak nefret ettirici olmayacaklar... Ve İslâm davetçileri, kendi aralarında uzla­şacak, çok sıkı bir uyum sağlayıp birlikte hareket edecek­ler... Onların, ihtilaf etmeleri, birbirlerine aykırı davranma­ları, ihya hareketini başarısızlığa uğratır...



Ebu Bürde (r.a.) anlatıyor:



Rasulullah (s.a.s.), Ebu Said’in dedesi Ebu Musa ile Muaz (b. Cebel)’i Yemen’e gönderip:



“Her ikiniz de kolaylaştırın, zorlaştırmayın, müjdele­yin, nefret ettirmeyin ve ikiniz de hükümde birbirinize uygun olun (uyuşun ve ihtilaf etmeyin).” buyurdu.[353]



Bu hadis-i şerif’in şerhinde şunlar beyan edilmiştir:



“Hadis-i şerif, Cevamiu’l-kelimdendir. Rasulullah (s.a.s.)’in, sözü az, mânâsı çok olan hadislerine “Cevamiu’l-kelim” denildiğini evvelce görmüştük. Bu hâl, O’na mahsus bir lütfu ilâhîdir.



Bu hadisin Cevamiu’l-kelimden sayılması, bütün dünya ve ahiret hayırlarına şâmil olduğundandır. Zira dünya amel yeri, ahiret de ceza diyarıdır. İşte Peygamber (s.a.s.) burada, dünyaya aid işlerde insanlara kolaylık gös­terilmesini, ahiret umuru hususunda da hayırlı va’dler, se­vindirici müjdeler verilmesini emir buyurmuş, bu sûretle âlemlere rahmet olarak gönderildiğini isbât eylemiştir.



Mânâ şudur:



“İnsanlara, yahud mü’minlere, Allah’ın fazl-u kere­mini, sevabını, ihsanının çokluğunu, rahmetinin genişliğini müj­deleyin!..”



“Nefret ettirmeyin!” cümlesinin mânâsı da öyledir. Yani, muhtelif vaid ve korkutucu emir ve nehiyleri söyle­yip şiddet göstermeyin ki, yeni müslüman olanlar, bülûğ ça­ğına yaklaşan çocuklar ve günahlarından tevbe etmiş bulunan âsîler, İslâm’a yatışsınlar. Bunları, lütf-u mülâyemetle yavaş yavaş ibadetlere alıştırın!.. Nitekim, İslâmi­yet’in ilk zaman­larında bu tedrice riayet olunuyordu. Çünkü yeni müslüman olan bir kimseye gösterilen kolay­lık, onun dine ısınmasına ve neşatının artmasına sebeb olu­yordu. Şiddet gösterilmiş olsa, ya dini kabul etmez yahud dinde sebat göstermeyip dönebilirdi.”[354]



Önderimiz Rasulullah (s.a.s.), müşrik ve kâfirlerle sa­vaşmaya göndermiş olduğu İslâm ordusunu ve ordu komutanlarını uğurlarken onlara, düşmanla savaşmadan önce kendilerini Allah’a davet etmelerini emrediyordu... Önce hak din ve yegâne hayat nizamı olan İslâm’a davet etmek gere­kir... Onlara Allah’ı ve O’nun dinini tanıtmak, anlat­mak ve onların anlayacakları şekilde izah etmek lazımdır... İslâm, barış ve huzur dinidir... İslâm, kardeşlik ve dostluk dinidir... İslâm, Allah’dan uzaklaşmış  ve kendi gibi kul olanlara kul olmuş insanları, kula kulluktan kurtarıp hür­riyetlerine ka­vuşturma dinidir... Ve din, yalnızca İs­lâm’dır… [355]



Herhangi bir gayr-i müslimin hidayetine vesile olma­nın, üzerinde güneşin doğup battığı her şeyden hayırlı olduğunu beyan buyuruyor Rasulullah (s.a.s.)... Günahkâr bir müslümanın, işlediği günahından nasuh tevbesiyle tevbe edip kendisini düzeltmesine vesile olan bir ihya eri, bundan dolayı Allah’ın rızasını kazanmıştır. İnşaallah!.. Başkaları­nın hidayet bulmasına vesile olmak, iyi ve hayırlı bir mü’min müslüman kul olmasına yardımcı olmak, iyi­liğin en güzel­lerindendir...



“Şübhesiz Allah, iyilik edenleri sever.” (Bakara, 2/195. Âl-i İmrân, 3/134)



“Böylece Allah, dünya ve ahiret sevabının güzelliğini onlara verdi. Allah iyilikte bulunanları sever.” (Âl-i İmrân, 3/148)



Sehl b. Sa’d (r.a.) anlatıyor:



Hayber günü (fetih uzayınca), Rasulullah (s.a.s.) şöyle buyurdu:



“Müslümanların bayrağını artık öyle bir kimseye vere­ceğim ki, Allah, onun elleriyle fetih verecektir.”



Bunun üzerine orada bulunan sahabîler, bayrağın ken­dilerinden hangisine verileceği meselesi için umut eder oldular. Onların hepsi, bayrağın kendisine verilmesini uma­rak ertesi güne erdiler. Fakat Rasulullah, ertesi gün:



“Ali nerede?” diye sordu.



Sahabîler tarafından:



- Ali, gözlerinden şikayet ediyor, denildi.



Rasulullah (s.a.s.), emretti de Ali çağrıldı. Rasulullah, Ali’nin gözlerine tükürdü, hemen orada gözleri, onda hiçbir ağrı yokmuş gibi iyi oldu.



(Rasulullah sancağı ona verdi.)



Bunun üzerine Ali:



-Hayber Yahudîleriyle, onlar da bizim gibi (müslüman) oluncaya kadar harb ederiz! dedi.



Rasulullah (s.a.s.) :



“Ya Ali, yavaş ol! Sükûnetle (yani savaşmadan) Hayberlilerin sahasına ininceye kadar ilerle. Sonra onları İslâm’a çağır ve üzerlerine vacip olan İslâm esaslarını on­lara haber ver.



(Ya Ali,) Allah’a yemin ederim ki, senin irşadınla tek bir kişinin hidayete kavuşturulması, senin için kırmızı devele­rin olmasından hayırlıdır.” buyurdu.[356]



Atâ b. Yesar (rh.a.) anlatıyor:



Rasulullah (s.a.s.), Ali’yi bir yere gönderdi ve ona şöyle söyledi:



“Haydi arkana bakmadan git! (yani, sana ne emrettiy­sem hepsini yap!)”



Hz. Ali:



- Ya Rasulullah, onlara nasıl davranayım? dedi.



Rasulullah (s.a.s.) şöyle buyurdu:



“Onların bulunduğu alana vardığında, onlar seninle savaşmadan, onlarla savaşma! Şayet seninle savaşmaya başlarlarsa, senin taraftan birini öldürünceye kadar sen, savaşa başlama! Bir de senin taraftan öldürdükleri kimseyi, onlara gös­termedikçe de onlarla savaşa girme! Onlara, o öldürüleni gösterdikten sonra onlara şöyle de:



- Hâlâ, “Lâ ilâhe illallah” demeyecek misiniz?!



Şayet kabul ederlerse onlara de ki:



- Namaz kılacak mısınız?



Şayet:



- Evet, derlerse, onlara de ki:



- Mallarınızdan zekat verecek misiniz?



Bunu da kabul ederlerse, artık onlardan başka bir şey isteme.



Allah’a yemin ederim ki, senin elin ile Allah’ın birini hi­da­yete kavuşturması, senin için güneşin üzerine doğup bat­tığı her şeyden daha hayırlıdır.”[357]



Süleyman b. Büreyde (rh.a.), babasından naklen şöyle demiştir:



Rasulullah (s.a.s.), bir orduya veya müfrezeye kuman­dan tayin ettiği zaman kendisine, hasseten Allah’ın takvasını, beraberindeki müslümanlara da hayır tavsiye eder, sonra şöyle buyururdu:



“Allah yolunda besmele ile gaza edin, amma ganimete hiyanette bulunmayın! Gadir etmeyin! Ölülerin burnunu, kulağını kesmeyin! Çocuk öldürmeyin.



Müşriklerden olan düşmanla karşılaştığın zaman on­ları, üç haslete (veya güzel huya) davet et! Bunların hangisinde sana icabet ederlerse, onu kabul et ve kendilerini bı­rak!



Sonra:



Onları, İslâm’a davet et! Şayet sana icabet ederlerse, onu kabul et ve kendilerini (serbest) bırak!



Sonra kendilerini, yurtlarından muhacirler diyarına göçmeye davet et ve onlara haber ver ki, bunu yaparlarsa, muhacirlerin lehine olan, onların da lehine, aleyhine olan onların da aleyhine olacaktır. Yurtlarından göçmeyi kabul etmezlerse, onlara haber ver ki, müslümanların bedevîleri gibi olacaklar. Kendilerine Allah’ın, mü’minler üzerine ce­reyan eden hükmü uygulanacak, ganimet ve haracta hiçbir hakları olmayacaktır. Meğer ki, müslümanlarla beraber mü­cadele ederler.



Eğer bunu, kabul etmezlerse, onlardan cizyeyi iste! Şa­yet sana icabet ederlerse, onu kabul et ve kendilerini (serbest) bırak! Kabul etmezlerse, artık Allah’dan yardım dile­yerek onlarla savaş!”[358]



“Rabbinin yoluna hikmetle ve güzel öğütle çağır ve onlarla en güzel bir biçimde mücadele et!” (Nahl, 16/125) ayet-i kerime­sinin tefsirinde İmam Fahruddin er-Râzî (rh.a.) şun­ları be­yan eder:



“Bil ki, Allah Peygamberine, insanları üç yoldan, yani hikmet, güzel öğüt ve en güzel bir biçimde mücadeleden biriyle davet etmesini emir buyurmuştur. O, bu mücade­leden, başka bir ayette de bahsederek:



“Ehl-i Kitab ile ancak en güzel bir yolla mücadele edi­niz.” (Ankebut, 29/46) buyurmuştur.



Binaenaleyh, Cenab-ı Hak, bu ayette, bu üç yoldan bah­sedip onların bir kısmını da bir kısmına atfedince, bunların birbirinden başka yollar ve metodlar olması gerekir. Ben, müfessirlerin bu hususta mazbut ve özel bir görüşünü tesbit edemedim.



Bil ki, bir inanca, bir görüşe davet etmenin, mutlaka bir hüccet ve bir beyyineye dayanması gerekir. Bu hüccet ve beyyinenin getiriliş gayesi ise, ya o görüş ve inancı, dinle­yenlerin kalbine sokup yerleştirmek yahud da hasmı ilzam edip susturmaktır.



Birinci kısma gelince, bu da ikiye ayrılır. Çünkü o delil, ya gerçek yakînî, katî ve bozulma ihtimalinden uzak bir delil olur veyahud da böyle olmayıp tam aksine, kuvvetli bir zannı ve mükemmel bir iknâyı te’min eden bir hüccet olur. Böylece bu taksimatla, delillerin şu üç kısma inhisar ettiği ortaya çıkmış olur:



1) Kesin inancı ifade eden katî delil. Ki, işte bu, ayet-i kerimede, “hikmet” adıyla adlandırılmıştır. Bu, derecelerin en kıymetlisi ve makamların da en yücesidir. İşte bu, Al­lah’ın: “Kime de hikmet verilirse, ona çok hayır verilmiş­tir.” (Bakara, 2/269) ayetinde bahsettiği delildir.



2) Zannî ipuçları ve iknâî delillerdir ki, bunlar da ayet-i kerimede, “güzel öğüt” olarak zikredilmiştir.



3) Getiriliş gayesi, hasmı ilzam edip susturmak olan delillerdir ki, işte bu, cedel olup ayet-i kerimede: “Onlarla mücadeleni en güzel hangisi ise, onunla yap!” ifadesiyle beyan edilmiştir.”[359]



İhya vazifesini yüklenen sorumlu muvahhid şahsiyet­ler, muhatablarının maddî ve manevî problemlerini bilmeli, ruhî durumunu anlamalı, tabiî ihtiyacından haberdar ol­malıdır ki, problemini ona göre çözsün ve tabiî ihtiyacını gidermesinde, bu konuda İslâm’a göre davranmasında yar­dımcı olsun...



Bununla ilgili hayat örneğimiz Rasulullah (s.a.s.)’in bir olayını Ebu Umâme (r.a.) anlatıyor:



Kureyş’ten bir delikanlı dedi ki:



- Ya Rasulallah, bana, zina yapmam için izin verir mi­sin?



Cemaat, hemen onun başına üşüşüp azarladılar. (Rasulullah,) bunun üzerine şöyle buyurdu:



“Onu, bana yaklaştırın!”



Hemen yaklaştırdılar.



(Rasulullah,) şöyle buyurdu:



“Sen bunu, annen için ister misin?”



- Hayır, vallahi, Allah, beni sana fedâ eylesin, dedi.



“İşte senin gibi diğer insanlar da bunu, anneleri için is­temez­ler.” buyurdu.



Sonra kızı, kız kardeşi, halası ve teyzesi hakkında da aynısını söyledi.



Her seferinde:



“Sen, onlar için bunu ister misin?” diye sordu.



O da, her seferinde:



- Hayır, vallahi, Allah, beni sana fedâ eylesin, diye ce­vap verdi.



Rasulullah (s.a.s.) her defasında:



“İşte insanlar da bunu istemez.” buyurdu.



Sonra mübarek elini onun üstüne koyup şöyle dua etti:



“Allah’ım, onun günahını bağışla, kalbini temizle, fer­cini koru!”



Ondan sonra o genç, böyle (çirkin) şeylere iltifat et­medi.[360]



Kendisine davet etmiş olduğu hayat nizamı İslâm’ı temsil eden ve hayatında yaşayan ihya eri muvahhid şahsi­yet, diğer insanların üzerinde çok daha tesirli olur... Onları davet ederken, örneğini de apaçık ortaya koyar ve insanlara davet ettiği dinin ne kadar güzel, iyi, hayırlı, hu­zur ve barış kaynağı olduğunu da gösterir... O zaman ta­mamıyla inan­dırıcı olur ve insanlar, beyan edilen hakikati tasdik etmekte tereddüt etmezler...



İşte hayat örneğimiz Rasulullah (s.a.s.)’in hayatı... O (s.a.s.), her ne söylemiş ise, nasıl yapılacağını ve nasıl olacağını bizzat göstermiştir... Bundan dolayı insanlar inan­mış ve O’na tabi olmuşlardır...



Hudeybiye’deyiz... Meşhur anlaşma yapılmış, görü­nüşte, mü’min müslümanların aleyhine olan ağır şartların altına imza atılmıştı... Bu şartların kabulü, Ashab-ı Ki­ram’a çok ağır geldi... Bu olay, onların çok zorlarına gitti...



Olayın bu bölümünü, el-Mısver İbn Mahreme ile Mervan İbn Hakem’den dinleyelim:



Rasulullah (s.a.s.), (Hudeybiye) barış anlaşmasının ya­zım ve imzasını bitirip ayrıldığı zaman sahabîlere:



“Haydi artık kalkın, kurbanlarınızı kesip, başlarınızı tı­raş edin.” buyurdu.



Ravî  dedi  ki:



-Vallahi, sahabîlerden  bir  kişi olsun kalkmadı. Hatta Rasulullah (s.a.s.) bu emri, üç kere söyledi. Sahabîlerden hiçbirisi kalkmayınca, Rasulullah, zevcelerinden Ümmü Se­leme’nin yanına girdi ve sahabîlerden gördüğü kayıtsızlığı ona söyledi.



Ümmü Seleme:



- Ya Rasulallah (s.a.s.), sen, bu emri yerine getirmek istiyor musun? O hâlde şimdi dışarı çık, sonra tâ kurbanlık develerini kesinceye ve berberini çağırıp o, seni tıraş edin­ceye kadar sahabîlerden hiçbirisine bir kelime bile söyleme, dedi.



Bunun üzerine Rasulullah (s.a.s.) Ümmü Seleme’nin yanından çıktı ve sahabîlerden hiçbirisi ile konuşmayarak umre ibadetlerini yerine getirdi. Kurbanlık develerini kesti ve berberi (Huzâlı Hıraş İbn Umeyye’yi) çağırıp tıraş oldu.



Sahabîler, Rasulullah’ı bu hâlde görünce, onlar da he­men kalkarak kurbanlarını kestiler, birbirlerini tıraş etmeye başladılar. Hatta (icabet çabukluğunun meydana getirdiği sıkışıklıktan) birbirlerini öldüreyazdılar.[361]



İslâm’ı tebliğ eden muvahhid mü’min, tebliğ ettiği hakikatı yaşanır hâle getirdiğinde gerçek bir davetçi ve ihya eri olabilir... O, üzerine düşen vazifesini bütün imkânlarını harcayarak yerine getirdikten sonra, hayırlı bir sonucu halk etmek âlemlerin yegâne Rabbi Allah Teâlâ’ya aiddir... İnsanı ihya vazifesini yerine getiren muvahhid mü’mine, icabet olunmayınca kendini kahredercesine üzülmesi gerekmez... O, kendisine düşeni yapınca, vazifesini yerine getirmiş olur... İcabet etmeyenler, kendi paylarınca hüsrana uğramış, gerçek bir zararı kendilerine kâr kabul etmişler­dir...



Rabbimiz Allah şöyle buyurur:



“Şayet onlar, sırt çevirecek olurlarsa, artık Biz, seni onların üzerine bir gözetleyici olarak göndermiş değiliz. Sana düşen, yal­nızca tebliğdir. Gerçek şu ki, Biz, insanlara tarafımızdan bir rah­met taddırdığımız zaman, ona sevinç duyar, eğer onlara kendi ellerinin takdim ettikleri dolayı­sıyla bir kötülük isabet ederse, bu durumda da insan, bir nankör kesilir.” (Şûrâ, 42/48)



“Öyleyse sen, emrolunduğun şeyi açıkça söyle ve müşriklere aldırış etme.



Şübhesiz, o alay edenlere karşı Biz, sana yeteriz.



Ki onlar, Allah ile beraber başka ilâhları (ortak) kıl­maktadır­lar. Onlar, yakında bilip öğreneceklerdir.” (Hicr, 15/94-96)



Canını ve malını cennet karşılığında Allah’a satan muvahhid mü’min,[362] Allah’a tam teslim olmuş Halilullah İbrahim (a.s.) gibi davranır:



“Rabbi, O’na: ‘Teslim ol’ dediğinde (O:) ‘Âlemlerin Rabbine teslim oldum.’ demişti.” (Bakara, 2/131)



Şuurlu mü’min müslüman şahsiyetin Allah’a olan tes­limiyetini, önderimiz Rasulullah (s.a.s.) hadislerinde beyan buyurmuşlardır... Allah’a teslim olmuş muvahhid Mümin, Rasulullah (s.a.s.)’in Sünneti ile amel ettiği müddetçe mah­rum olmaz, Allah’ın izniyle başarıya ulaşır...



Ebu Hüreyye (r.a.)’ın rivayetiyle şöyle buyuruyor Rasulullah (s.a.s.):



“Kuvvetli mü’min  Allah’a zayıf mü’minden daha ha­yırlı ve daha makbuldür. Amma her birinde hayır vardır.



Sana fayda veren şeye çaba göster. Allah’dan yardım  dile ve aciz olma. Başına bir şey gelirse, ‘şöyle yapsam, şöyle olurdu’ deme! Ve lâkin  ‘(Bu,) Allah’ın kaderi, O, ne dilerse yapar’ de! Çünkü  eğer (veya keşke kelimesi) şeytanın amelini açar.”[363]


Ve'l-Asr
i1 harfi