İbâdetlerde İhlâs:

Fıkıh kitaplarında ibâdetlerin abdest, niyet, tekbir, kıraat gibi zâhirî şartları yanında bir de huşû, hudû ve ihlâs kavramıyla ifâde edilen bâtınî şartlarının bulunduğu, meselâ abdestsiz kılınan namaz geçerli sayılmayacağı gibi, ihlâssız edâ edilen ibâdetin de makbul olmadığı belirtilmekle birlikte bu konu daha çok tasavvuf ve ahlâk kaynaklarında ele alınmıştır. Zâhidlere ve muttakîlere göre ihlâs, kulun bütün amellerini sadece Hak için îfâ etmesi, halkın değerlendirmesini kesinlikle dikkate almamasıdır. Zâhidler, kulun yaptığı amel ve ibâdetleri yok sayması, bunlara bakıp da kendini beğenmemesi lâzım geldiğini özellikle belirtmişlerdir. Bunu sağlamak için amel ve ibâdetleri halktan ve nefisten korumak gerekir.



Sadece ibâdet türünden olan davranışlarda değil; tüm dünyâ işlerinde de ihlâs aranır. İhlâsın anlamını derinleştiren zâhidler, kulun işlediği iyi amellerin Hakk’ın bir lutfu olduğunu söylemişler, bunları kendisinden bilmesini ihlâs eksikliğine bağlayarak edebe aykırı bulmuşlardır. Zünnûn el-Mısrî’ye göre hayırlı işlerinden dolayı övülme ile yerilmenin eşit olması, işlenen amellerin unutulması ve sevap almayı gerektirdiğinin düşünülmemesi kişinin ihlâslı oluşunun alâmetleridir. Her şeyin fâili olarak Hakk’ı gören insan, amel ve ibâdetlerinin sahibi olarak kendini göremez/görmemelidir. Yalnızlığı sevmek ve kimsenin görmediği yerlerde ibâdet etmek de ihlâslı olmayı sağlar.



İbâdetin rûhu ihlâstır. İhlâssız amelin de amelsiz ihlâsın da kula bir faydası yoktur; bununla beraber ihlâssız amel, amelsiz ihlâstan daha kötüdür. Çünkü  davranışlara  değer  ve sevap kazandıran ihlâstır. Çok ibâdetle değil; ibâdetteki ihlâsla kurtuluşa erileceğini söyleyen zâhidler, insanın ihlâslı ve samimi olmasını, ancak ihlâslı olduğunu iddiâ etmemesini bir ilke olarak benimsemişlerdir. Ebû Bekir ed-Dekkâk, ihlâslı olduğu kanaatini taşımanın ihlâs eksikliğinden kaynaklandığını söyler. Allah, bir kulunun ihlâsını makbul kılmak istediği zaman, onun ihlâsını görmesine engel olur; o zaman kul, “muhlis” değil; Kur’an’daki tâbiriyle (19/Meryem, 51) “muhlâs” olur. Muhlis, kendi irâdesi ve gayretiyle ihlâsa kavuşan, muhlâs ise, Allah tarafından kendisine ihlâs bağışlanan kimsedir. İhlâs konusundaki fikirleriyle tanınan Yusuf bin Hüseyin er-Râzî, dünyada en değerli şeyin ihlâs olduğunu, fakat kendisinin, gönlünden riyâyı söküp atmak için bütün gücüyle çalıştığı halde riyânın kalbinde başka bir renkle yeniden yeşerdiğini söyleyerek her durumda ihlâslı kalmanın zorluğuna işaret eder (Kuşeyrî, Risâle, s. 440).



Doğruluğun özel bir şekli olarak görülen ve bazen niyet anlamında kullanılan ihlâs, insanın rûhunda son derece gizli bir niteliktir, hatta o bir sırdır. Nitekim bir kudsî hadiste, “İhlâs, sırlarımdan bir sırdır, onu sevdiğim kulumun kalbine tevdî ederim” diye buyrulduğu söylenir (Kuşeyrî, Risâle, s. 444). Cüneyd-i Bağdâdî’ye göre ihlâs o kadar gizlidir ki, melek onu bilmediği için sevap hânesine yazamaz, şeytan bilmediği için onu bozamaz, nefis bilmediği için şımarmaz (A.g.e. s. 446). Böyle olunca başkaları bir yana, ihlâslı olduğunu kişinin kendisi bile kesin olarak bilemez, onun için de nefsini daima denetim altında tutması gerekir.[240]