Laiklik ve Hâkimiyet

Dünyevî talebi bulunmayan, yani şeriatini hâkim kılmak, şeriatine uygun hukuk, iktisat, ahlâk, devlet, sosyal hayat, toplumlararası ya da devletlerarası ilişkileri bulunan bir sistemi hâkim kılmak ve bunu insanlığın istifadesine sunmak talebi, gayreti, cehd ve cihâdı olmayan bir İslâm, yani tevhidi Allah’ı bir tanımaya indirgemiş ve diğer yönleriyle içi tümüyle boşaltılmış, hıristiyanvari bir kimliğe büründürülmüş; dünyayı Sezarlara, tiranlara, tâğutlara, laiklere, demokratlara terk etmiş bir İslâm anlayışı, teori olarak topluma kabul ettirilmekte ve pratikte gerçek dinin hâkim olmasına müsaade edilmemektedir. Câmileri kileseye, Diyânet memuru imamları papaza, hayata bakışı hıristiyanlığa benzetilen bir din... (Geniş bilgi ve örnekler için bkz. Bu Din Benim Dinim Değil, Abdurrahman Dilipak, İşaret Ferşat Y.). Böyle bir İslâm, Allah’ın dini olan İslâm değildir. Böyle bir İslâm’ın Allah’ın Rasûlüne gönderdiği ve sahih olarak bize kadar nakledilerek gelmiş İslâm’la ilgisi yoktur. Böyle bir İslâm’ın, adından başka İslâm’la en ufak bir ilgisi bulunamaz. Ancak, “her türlü sapıklık ve saptırmaya rağmen, Allah’ın Dini’ni doğru olarak anlayan ve doğru şekilde ortaya koyan bir kesimin kıyâmete kadar varlığını sürdüreceğini, onlara muhâlefet edenlerin, hak yol üzere bulunan bu kesime asla zarar vermeyeceğini” müjdelemektedir Yüce Peygamberimiz. Allah’tan, bu hayırlı zümreyi her geçen gün güçlü kılmasını ve bizleri bunlardan eylemesini niyaz ederiz.



Hıristiyanlık, Bizansın resmî dini haline gelip devlet dini haline dönüşünce, Hz. İsa hakkında uydurulan ve tahrif edilmiş İncil’e geçirilen: “Sezar’ın hakkını Sezar’a, Tanrının hakkını da Tanrıya veriniz” cümlesinde ifadesini bulan anlayış, insanı iki efendili ve iki efendisinin de buyruklarını yerine getirmek zorunda bulunan, efendilerinin buyrukları çatıştığında duruma göre birisini tercih etmek gibi oldukça zor ve hatta riyâkârca ya da ciddiyetsizce tutumlara mahkûm eden bir hal almıştı. Tevhidden teslise, adâletten zulme dönen Kilisenin tahakküm ve saltanatı giderek güçlenmişti. İşte Kiliseye karşı, Kilisenin zulüm ve zorbalığına karşı ayaklanan insanların tavırları laiklikle izah edilmeye başlandı.



Uzun tarihî süreç ve her türlü olumsuz gelişmenin sonucu olarak; insanın hayatın her alanında ve tüm ilişkilerinde dini dışlamayı ve dini yalnızca vicdana hapsederek o çerçeve içerisinde kalması şartıyla dine saygılı olduğunu ifade etmek erdemliliğini (!) esirgemeyecek hale gelmiştir. İşte “laiklik” denilen şey budur.



“Laik” (laic), din adamları sınıfı dışında kalan; “laiklik” de, dinin ya da din adamları sınıfının devletteki nüfuz ve etkinliğini uzaklaştırmayı esas alan siyasal düzen demektir. İlk anda laiklik, yalnızca siyasal boyutu olan bir yaklaşım olarak görülüyorsa da, herhangi bir düzen ve sistemin tek boyutlu olarak pratikte var olmasına, varlığını sürdürmesine imkân yoktur. İnsan, ruh ve bedeniyle, düşünce ve duygularıyla, yapıp ettikleriyle, zaaf ve meziyetleriyle, İç dünyası ve bu dünyasının kâinat ile olan ilişkileriyle, fert olarak ahlâkî, siyasî, fikrî ve amelî bütün ilişki ve yaklaşımlarıyla, ruhu ve kalbiyle, aklı ve vicdanıyla bir bütündür. Bu bütünün, hikmeti sonsuz Yaratıcımız’ın takdiri gereği kendi arasında muazzam bir dengesi, bir âhengi vardır.



İnsanın güç ve imkânlarının değişik alanlar olarak görülüp farklı mekân, makam ve güçler arasında paylaştırılması, insanın görünmeyen keskin bir kılıçla biçilmesi, bölünmesi anlamına gelir; insandaki tevhidi bozar. Bununla birlikte böyle bir bölünmenin sonsuza kadar bu şekilde kalmasına imkân görünmemektedir. Yani böyle bölük pörçük bir hayat ve böyle bir anlayış fıtrî değildir. Laiklik, tezine uygun olarak dinin siyaset alanından uzaklaştırılmasının akabinde, insanın eğitiminde, ahlâkî ve siyasî ilişkilerinde, bunları düzenleyen hukukunda, kâinat ve hayat yorumunda, bilime yaklaşımda, sanatsal ve edebî yorumlarında... da ister istemez kendisini gösterecektir. Yani, bütün bu ilişkiler ve ilişkilerin dayandığı her türlü kurum da zorunlu olarak temel alınan bu siyasal teze uygun şekil alacaktır.



Çünkü insanın bir bölümünü dünyevî saltanat ve siyasal otoritenin simgesi demek olan “Sezar”a teslim ederken; bunun dışında kalanını -artık ne kalıyorsa- Tanrıya teslim edip bu diğer bölümünün ilişkilerini onun buyruklarına göre düzenlemeye kalkışmasının imkânı yoktur. İnsan, bütünüyle ve her türlü ilişkisiyle, tek bir otoriteye teslim olmak zorundadır. Bunu ister açıkça ifade etsin, isterse de etmesin; ister durumun böyle olduğunun farkında olsun, isterse de olmasın, değişen bir şey olmaz. Yani “insanın içinde iki ayrı kalp olmadığı” (33/Ahzâb, 4) gibi, onun hayatında da iki efendiye, iki zıt otoriteye yer yoktur. İnsanın fiilen böyle bir kaos yaşamaya tahammülü olmadığından, pratikte de buna imkân olmadığından dolayı, dinin hayatın herhangi bir alanından uzaklaştırılmaya çalışılması, zamanla dinin hayatta en ufak bir fonksiyon icrâ etmemesi sonucuna kadar varmıştır. Hıristiyanlığın tarihi, bu iddianın tartışılmaz bir delili olduğu gibi, günümüz “İslâm dünyası” adı verilen ülkelerin durumu da bunun açık bir delilini teşkil etmektedir. Şöyle ki: Bu dünyada yer alan ülkelerin büyük bir çoğunluğunda laik uygulamalar sözkonusudur. Bunun resmiyette böyle olup olmaması, esas itibarıyla pratikte ciddî farklılıklar ortaya çıkarmamaktadır. Bu laik uygulamaların sözkonusu olduğu ülkelerde yaşayan insanların önemli bir bölümü, egemen düzeni ve uygulamalarını, onun benimsediği ve telkin ettiği dünya ve hayat görüşünü kabul edip onaylamakta, buna bağlı olarak, dinin emir ve hükümlerini umursamayan bir hayat sürdürmektedir.



Bunlardan ayrı olarak, kendilerine dayatılan bu düzeni hiçbir şekilde benimsemeyen, kendi irâde ve istekleriyle düzenin hiçbir kural ve hükmünü yerine getirmemeye çalışan, içten gelen bir istekle itaat etmeyen ve boyun eğmeyen, aslı itibarıyla düzen karşıtı ya da muhâlifi büyük kitleler vardır. Bu kitleler, şu ya da bu şekilde laikliği reddeden söylemlerini herhangi bir şekilde ifade etmeye kalkıştıkları takdirde egemen düzenin yasal olsun olmasın her türlü engellemesine, zulüm ve terörüne, cezalandırmalarına, komplolarına, işkence ve her çeşit zulümlerine -kurulu düzeni korumak ve laikliğin elden gitmemesi adına- mâruz bırakılmaktadırlar. Kısacası, bu ülkelerde egemen düzenlerin baskı ve terörü altında yaşayan insanlar, pratiklerinde din ve dünya işlerini ayrı ayrı ele alıp değerlendirmemektedirler. Çünkü buna imkân yoktur. Devletler ve yönetimler de yalnızca devlet yönetimini dinin müdâhalesi dışında bırakmakla yetinmemekte, aksine, yeri geldikçe, gerek gördükçe dine müdâhale etmekte, dini kontrol altına almaya, yönlendirmeye çalışmaktadırlar.



Laikliği temel alarak, şöyle bir itiraz ileri sürülebilir: “Laiklik zaten insanların ferdî hayatlarına karışmamaktadır. Laiklik denilen şey, yalnızca dinin siyasal alandan uzaklaştırılmasını hedef alır. Dolayısıyla ferdî planda kişinin dinin esaslarına riâyet etmesi ile etmemesi arasında laiklik açısından bir fark bulunmamaktadır.”  Bu itiraza cevap şudur: Zaten laikliğin çıkmazı ve bütün laik ve beşerî düzenlerin göz önünde bulunduramadığı, dikkatten uzak tuttuğu nokta budur. İnsan her şeyiyle hatta insan ve evren birlikte âhenkli bir bütün teşkil etmektedir. Siz bu bütünü ayırıp farklı otoritelerin emrine vermeye kalkışacak olursanız, ayrılmaması gerekeni ayırmış, bölünmemesi gerekeni bölmüş olursunuz. Üstelik bu bölme ve ayırmanın pratikte gerçekleştirilmesinin imkânı yoktur. Ya sizin bu ayırmanız fıtrata ve eşyanın tabiatına aykırı olduğu için havada, temelsiz bir iddia olarak kalacaktır, ya da pratikte ortaya çıkan durum ile iddia arasında bir tutarsızlık olacaktır. Sözkonusu tutarsızlık ise, fiilî durumun kasdı aşması, hatta onu geride bırakması şeklinde ortaya çıkar. Laik tezin uygulaması siyasal alanı aşarak eğitim alanına, hukukî, iktisadî, ahlâkî alana da taşacak, insan, hayat ve kâinat yorumunu, sanat ve estetik anlayışını, yönelişlerini belirlemeye kalkışacaktır.



O halde laikliğin yalnızca siyasal bir çerçeve ve boyutunun bulunduğunu ileri sürmek, eğer bir kandırmaca değilse, asılsız bir iddiadan öte değildir. Sözün burasında ister istemez şunu da hatırlıyoruz: Laiklik, esas itibarıyla; din, akîde,  düzen ve sosyal hayatın tümüyle Allah’tan alınması tezini teklif ve emr eden İslâm’ın tam karşısında yer almaktadır. Laiklik, Allah’tan başka varlıkların ulûhiyetini esas alan bir anlayış ve bir sistem olduğu halde; laikliğin dinsizlik anlamına gelemeyeceğini söyleyerek, hem laikliğin anlamını kaydıran, hem de işin içyüzünü bilmeyenlere sevdiren yaklaşımlar ve yorumlarla asıl laikliğin İslâm’da olduğunu ileri süren ve bunun için birtakım âyetleri hiç de ilgisi olmadığı halde delil diye gösterenler İslâm’ı saptırmakta, Hak Din'i tâğutî düzene koltuk değneği yapmaktadır. Belki iyi niyeti dolayısıyla bunun farkında değildir; ama vâkıa budur. Bu iki zıddın birleşebileceğini, bir kimsenin hem laik hem de müslüman olabileceğini iddia eden bazıları da müslümanları kendi siyasî yaklaşım ve emelleri doğrultusunda yönlendirmeye gayret etmekte, yani kurulu düzenin İslâm’la çatışan bir düzen olduğunun fark edilmemesini sağlamaya çalışmaktadır.



Laiklik, esas itibarıyla şeytana ibâdetin genel adıdır. İslâm’ın ya da Allah'a ibâdet yolunun tam karşıtı ve İslâm dışı bütün beşerî sistemlerin ortak bir adıdır. İslâm dini dışında kalan ve Allah tarafından asla kabul edilmeyecek olan bâtıl dinlerin bir diğer unvanıdır. Bu bakış açısıyla konuya baktığımızda, laik düşüncenin kendisinin karşıtı olarak kabul ettiği ve din adamları sınıfının ya da bir hükümdarın yönetimi altındaki insanların, Allah’ın indirdiği şeriat dışında, kendi hevâsını tanrının irâdesi olarak telkin eden, kabul ettiren ve dayatan sistem olan “teokrasi” de bâtıl bir dindir ve sonuç itibarıyla şeytana ibâdetin birçok türünden bir çeşittir. Bu bakımdan teokrasi de Kur’ân-ı Kerim gözüyle laiklikle ve diğer bütün bâtıl din ve rejimlerle aynı kefededir. Teokrasi, kendini ilâh sayan veya tanrıların temsilcisi olarak görenlerin idaresidir. Meselâ Firavunların idaresi, teokrasidir. Laiklik, teokrasiye alternatif olarak ortaya çıkmış olsa da, aslında her ikisi de temelde aynı kaynağa, insanı tanrılaştırmaya dayanmaktadır.                     



Kur’an, inanılan düzenin pratiğe yansımasını “ibâdet” diye adlandırmakta ve ibâdetin de ya Yüce Allah'a ya da O’ndan başka kime yapılırsa yapılsın, sonuçta şeytana yapılmış olacağını gayet açık ve en ufak bir te’vile yer bırakmayacak şekilde ifade etmektedir. Cennetlikler cennete, günahkârlar da cehenneme girdikten sonra Yüce Allah, cehennemliklere azarlayıcı bir üslûpla şu şekilde hitap edeceğini bildirmektedir: “Ey Âdemoğulları, Ben size; ‘şeytana tapmayın, çünkü o sizin apaçık bir düşmanınızdır, yalnız Bana ibâdet edin; işte dosdoğru yol budur’ diye açıklamamış mıydım?” (36/Yâsin, 60-61) Laiklik de, diğer beşerî rejimler gibi şeytana ibâdet yollarından bir yoldur. Müslüman ise, “dini yalnızca Allah'a hâlis kılmakla ve yalnızca Allah'a ibâdet etmekle” (98/Beyyine; 5, 39/Zümer, 2-5) yükümlüdür.



Günümüzdeki laiklerle Mekke devrindeki câhiliyye mensubu insanlar arasında temelde pek bir fark yoktur. Çağdaş laikler, 14 asır önceki müşriklerin halefleridir. “Onlara: ‘Allah’ın indirdiğine ve Rasûlüne gelin’ denildiğinde onlar: ‘Atalarımızı üzerinde bulduğumuz yol bize yeter’ derler. Ya ataları hiçbir şey bilmeyen ve doğru yolda gitmeyen kimseler idiyseler de mi?” (5/Mâide, 104). Görüldüğü gibi, tavır ve yaklaşımlar arasında, günümüzdeki atalar ile câhiliyye Araplarının atalarının izini takip etme anlayışında fark yok. Değişen yalnızca yasaların konusu olan objeler ile bu yasaların konuluş şekli. Câhiliyye dönemi müşrikleri bir ya da birkaç kişiden ibaret olan atalarının izinden gitmekte ısrarlı olduklarını belirtirlerken, çağdaş câhilî laikler ise, yasamalarının alanını alabildiğine geniş tutmaktadırlar. Zaman zaman atalarının yolunun izlenmesinin gerektiğinden söz etseler bile, halk irâdesinden, demokrasiden, hukukun üstünlüğünden, hukuk devletinden, parlamenter sistemden... dem vurmayı ihmal etmezler.



Hayat ve inanç düzeni bir bütündür. İnanç düzenini vicdana hapsedip bırakmanın imkânı yoktur. İnanç elbette hayatı da düzenleme safhasına er ya da geç mutlaka geçer. İnsanların fert ve toplum olarak inançlarıyla bağdaşmayan bir hayat sürdürmelerine imkân yoktur. İnsan, ya inandığı gibi yaşayacak veya yaşadığı gibi inanacaktır; üçüncü bir yol yoktur. Bu, böyle olduğu gibi, hayatın belirli alanlarını belirli güçlerin emirlerine terk etmemiz ve bunun âhenkli bir şekilde sürüp gitmesini beklememiz mantıkla da bağdaşmaz. Fıtrata aykırı bir beklentidir bu. Nasıl ki kâinatta Allah’tan başka bir ilâh bulunsaydı, göklerin ve yerin düzeni bozulacaktı, ya da bu ilâhlar birbirlerine gâlip gelmeye çalışacaktı (23/Mü’minûn, 91; 21/Enbiyâ, 22). Aynı şekilde insan, hayatını da Sezar ile Tanrı arasında paylaştırmaya kalkışıp birisine dünyayı, öbürüne dini teslim etmeye, birisini vicdana ve câminin dört duvarı arasına hapsetmeye kalkışırken; diğerine de bütün alanlarıyla, hatta hayat ve kâinat yorumları, dünya görüşleriyle birlikte dünya hayatını verecek olursa, hiçbir şey yerli yerinde kalmaz, kalamaz.



Kimi zaman vicdanî kanaat ve câmide ortaya çıkan Allah’ın hâkimiyeti, o mü’minler tarafından hayatın her alanında aynı şekilde hâkim kılınmak istenecektir. Çünkü inancı ve dört duvar arasında yaptığı ibâdeti ona bunu emretmektedir. O, câmide ibâdet ettiği Allah'a aynı şekilde câmi dışında da itaat etmek zorunda olduğunu, bütün beşerî otoriteleri red etmekle yükümlü olduğunu, namazından, câmiden, kalbindeki vicdanî kanaatinden ya da imanından, Kur’an’ından, mutlak doğru söylediğine ve doğruyu getirdiğine iman ettiği peygamberinden öğrenmektedir. Kimi zaman da Sezar’ın ifadesi olan devlet, kendisi için belirlenen alanla ister istemez yetinmeyecek, vicdanî kanaat ve ibâdetlerin kendisi açısından tehlike arzeden bir hale geldiğini sezerek mantığına uygun müdâhalelerde, hatta çeşitli engellemelerde bulunacaktır. Ayrıca, kendi anlayış ve kanaatlerine uygun olarak kurumlarını şekillendirecek, bu kurumlarda irâdesine aykırı herhangi bir uygulama olmamasına, eğitim sisteminden ve hatta emrindeki câmi görevlilerinden kendi laik anlayışına ters insanlar yetişmemesine de dikkat edecektir. Yani Sezar, Sezarlığının herhangi bir şekilde tehlikeye düşmemesi, sonunu hazırlayacak herhangi bir gelişmenin olmaması için elinden gelen her türlü tedbire başvurmayı ihmal etmeyecektir. Toplumun laikliğe ters bir şekilde örgütlenmesine, yapılanmasına fırsat tanımadığı gibi, fertlerin de egemen laik düzeni her şeyiyle benimseyen kişiler olarak yetişmesini sağlamaya çalışacaktır.



Bütün bunların anlamı şudur: İnsanlar kendi irâdeleriyle inançlarını seçme imkânına erişemeyeceklerdir. Kendilerine dayatılan düzeni seçmekten başka ciddî bir alternatife sahip  olmayacaklardır. Bu ise, laik düzenlerin dillerinden düşürmedikleri “fikir ve inanç özgürlüğü”nün, temeli olmayan, pratikte varlığından söz edilemeyen salt bir iddiadan ibaret olduğunu açıkça ortaya koymaktadır. Nitekim, laik düzenlerin yakın ve uzak geçmişteki uygulamaları ile halihazırdaki laik sistemlerin tümünün müslümanlara, inandığı gibi yaşamak isteyenlere yaptıkları uygulamalar, baskılar, bütün boyutlarıyla açık ve gizli devlet terörü bunun açık bir göstergesidir. İnsanın kalbinde, kafasında yer eden inanç ile yaşadığı hayat arasında mutlaka bir uyum sağlamak ve bunun arayışı içerisinde olmak, insan olmanın bir gereğidir. Laikliğin Sezar ve Tanrı ikilemi, fıtrata ve eşyanın tabiatına aykırıdır. O nedenle insanı böyle bir ikilemle karşı karşıya bırakmak, insanın insanlığına zulümdür. Âdil olan, insanın Kur’ân-ı Kerim’in açıkça ifade ettiği şekilde, iman ve küfürden istediği birisini tercih edebilecek hür bir ortamda bulunmasıdır, bunun sağlanmasıdır. İşte “dinde zorlama yoktur” hükmünün anlamı budur. Zaten bu ifadenin akabinde, “artık, doğru yol ile eğri yol birbirinden açık seçik bir şekilde ayırdedilecek hale gelmiştir.” (2/Bakara, 256) diye buyurulması da net bir şekilde bunu ifade etmektedir.



Hükmetmek hakkı Yaratanındır. Her şeyin yaratıcısı olan Allah, aynı zamanda yarattığı her şeyin varlığını sürdürmesi için gerekli kanunları da koymuş bulunmaktadır. İnsanlar ve cinler gibi mükellef yaratıkların dışında kalan bütün varlıklar, Allah’ın kendileri için belirlemiş olduğu yasalara ister istemez uymakta, Allah’ın kendileri için belirlemiş olduğu bu değişmez kanunların (sünnetullahın) dışına hiçbir şekilde çıkmamaktadır. İnsan ise, zaman zaman Allah’ın kendisi için tayin ettiği ve irâdesini ona uymak doğrultusunda kullanmasını, tercih etmesini istediği şeriatinin dışına çıkmakta, şeriati hayatının her şeyini belirleyici ve yönlendiricisi bir düstur kılmayı kabul etmemektedir. Böylelikle insan, başka birtakım mercilerin yasalarını, teşrîlerini kabul etmektedir. Kur’an, hukuk belirleme konumunda başka birtakım varlıkların kabul edilmesini, o varlıkları Allah'a şirk koşmak olarak değerlendirmektedir.



Laik yaklaşımın tek kusuru ve biricik musîbeti, din adamları sınıfı dışında kalanların Allah’ın şeriatine rağmen değer, yargı ve yasalar koymalarından ibaret değildir. Laik yaklaşım, zihniyet ve yöntemlerin, yaklaşım ve uygulamaların bir diğer musîbeti ve sakıncası, siyasetin dışında bırakıldıkları kabul edilen din adamları sınıfının da şu veya bu şekilde değer, yargı ve yasalar koymaya kalkışmalarıdır. Laik ülkelerdeki din görevlilerinin devlet memuru olması, maaşlarını ve emirlerini Sezarlardan alması, laikliğin din-devlet ayrımı iddiasında da samimi olmadığını göstermektedir. Dinin devlete ve hatta sosyal hayata hâkim olmamasına aşırı titizlik gösteren laik rejimler, dini devletin emrine ve yönlendirmesine vermekte sakınca görmemekteler. Bu yüzden laik devletlerde laik bir din, devlet dini ortaya çıkmakta, İslâm dışı ilkelerle uyuşan, ilâhî alanları son derece sınırlanmış, kuşa çevrilip tahrif edilmiş bir din ortaya çıkarılmaktadır.  Deve kuşu misali, din özgürlüğü konusunda laiklik hatırlanırken; devletin dine müdâhale etmemesi konusunda ise, helvadan putları olan laiklik, laik rejimler tarafından yenilip yutuluvermektedir. Nasıl putperest düzenlerde put adına konuşan mâbet hizmetkârları, kâhinler ya da büyücüler, put adına tasarruflarda bulunuyor, çeşitli yasalar, yargı ve değerler vaz ediyor idilerse, laik sistemlerin din adamları sınıfı da aynı tasarruflarda bulunabilmekte, temsil ettiklerini iddia ettikleri dinin aslî mesajı ile bağdaşmayan hükümleri, kendi hevâ ve arzularına göre, inananlarına “din” diye takdim edebilmektedirler.



Kur’an, din adamlarının yaptıkları bu işin, dini red edenlerin yaptıkları işe mâhiyet itibarıyla uygunluğunu esas alarak, bunu da Allah’ın şeriatine rağmen teşrî diye nitelendirmekte, bu eylemde bulunmayı rablik iddiası, bu eylemleri meşrû kabul etmeyi de din adamlarını rab kabul etme olarak değerlendirmektedir.



“Onlar Allah’ı bırakıp hahamlarını ve rahiplerini, bir de Meryem oğlu Mesih’i rabler edindiler. Halbuki tek bir ilah’tan başkasına ibâdet etmekle emrolunmamışlardı...” (9/Tevbe, 31).



Haham ve râhiplerini nasıl rabler edindiler? Onları rab edinmeleri sonucunda onlara ibâdet şekillerinden herhangi birisiyle ibâdet etmedikleri muhakkaktı. Çünkü herkesin de bildiği gibi, yahûdiler de hıristiyanlar da din adamlarının önünde secdeye kapanmıyorlardı. İşte Hâtem-i Tâî böyle bir şey bilmediğini söyleyince, Hz. Peygamber: “Allah’ın hükümlerine aykırı olarak bilginlerinin helâlı haram, haramı helâl yapmalarına rağmen onlara tâbi olmalarının, bunu kabul etmelerinin onlara ibâdet etmeleri demek olduğunu” (Tirmizî, Tefsir (9. Sûre) 10) açıklamıştı.



İşte, Allah’ın şeriatinin tümüyle kabul edilmemesi halinde, fesat, şirk ve inkârın belli bir alana hasredilmesine imkân olmadığını, bu buyruklardan ve onların tanığı durumunda olan tarihte ve günümüzde yaşananlardan açıkça anlayabilmekteyiz. İnsanın Allah’tan müstağnî olması, O’na şu ya da bu şekilde muhtaç olmadığının iddiası diye de ifade edilebilecek olan laiklik, her bakımdan bir çıkmazdır, her yönüyle bir tutarsızlıklar yığınıdır. Laiklerin: “din gibi kutsal bir değeri, siyaset gibi bir çamura bulaştırmamak gerekir” şeklindeki dini himâye eden havârilikleri, en hafifinden bir riyâkârlık, iki yüzlülük olarak değerlendirilmelidir. Bu sahtekârlara demek gerekir ki: Dini dört duvar arasına ve vicdanlara hapsetmek, onun hayata hükmetmesini engellemek, dine yapılabilecek en büyük hakaret, ona karşı işlenebilecek en büyük zulümdür. “Siyaset”i bir çamur görmekte gerçekten samimi iseniz, ne diye o çamura gırtlaklarınıza kadar batmaktasınız? Çamurdan gerçekten kurtulmak istiyorsanız, kendinizi Rahman ve Rahim olan Allah’ın dininin şefkat ve müsâmaha, adâlet ve hakkaniyet, fazilet ve ahlâk simgesi kucağına teslim ediniz, kurtulursunuz...