Hikmet; Sırlar Hazinesi

Hikmet için çeşitli târifler getirilmiş, hikmete farklı mânâlar verilmiş. "İşleri en doğru ve en uygun biçimde yapmak", "eşyanın hakikatinden bahseden ilim", "eşyada gizli İlâhî sırlar ve gâyeler", "amelle beraber ilim", "faydalı ve sâlih amel", "insandaki akıl kuvvesinin istikamet üzere ve aşırılıklardan uzak olma mertebesi" gibi... Bu anlamlar içerisinde en yaygını "sır, gâye, fayda" mânâsı. "Bu işin hikmeti nedir?" denildiği zaman, "bundan maksat ne, bilemediğimiz ne gibi  sırlar taşıyor?" mânâsı akla gelir. O halde, bir iş yapılacak ve ondan bir fayda hâsıl olacaktır ki hikmet tahakkuk etsin. Bu düşünce bizi hikmetin, "amelle beraber ilim" târifine götürür. İslâm âlimleri, yalnız başına ilmi, hikmet kabul etmezler. İlimle amel edilmesini, bu ilmin fiiliyat sahasına konulmasını ve faydalı neticeler vermesini şart koşarlar.



Hikmetin "nübüvvet" mânâsı da var. Peygamberlik müessesesi İlâhîdir. O Allah elçileri, kâinat kitabını hem okumuş, hem okutmuşlar ve insanlardan, Allah'ın emriyle, birtakım vazifeler istemişlerdir. Bütün eşyanın hikmetle yaratıldığını, her birinin birçok görevi olduğunu insanlık âlemine iyice bellettikten sonra, bütün yaratıkların kendisine hizmet ettiği insanın büyük bir vazifesi olması gerektiğini, aksi halde bütün bu hikmetli eşyanın gâyesizliğe, başıboşluğa ve hiçliğe hizmet etmiş olacağını kalplere iyice yerleştirmişlerdir. Onun için gerçek hikmet, felsefede değil; nübüvvettedir. Çünkü peygamberlik mektebinde ilimle amel, birlikte okutulur. Ve bu okulda eşyanın hikmeti, doğrudan doğruya, o eşyanın yaratıcısından öğrenilir. Felsefede olduğu gibi; tahmine, faraziyeye, şahsî ve indî görüşlere gerek kalmaz.



Hakîm, Cenâb-ı Hakk'ın bir ismi. Eşyayı bütün sebep ve neticeleriyle ve çok yönlü vazifeleriyle O takdir etmiş, O yaratmıştır.



"Hiçbir şey yoktur ki Allah'ı hamd ve tesbih etmesin. Ancak, siz onların tesbihlerini fıkhedemezsiniz/anlayamazsınız." (17/İsrâ, 44).



Canlı cansız yaratıkların zikir ve tesbihlerini anlayamadığımız gibi, hâdiselerin içyüzünü de anlayamıyoruz. Hastalık, musîbet ve mağlûbiyet gibi olayların ince hikmetlerini kavramak, çoğu zaman aklımızın tâkat sınırını aşar.              



Biz, hikmet denilince, daha çok, bir yaratığın kendi varlığına ve hayatına bakan yüzü üzerinde dururuz. Elmaya faydalı, dikene faydasız deriz. Birincideki hikmeti rahatlıkla okuruz, yahut okuduk zannederiz, ama ikincinin yanına yaklaşamayız. Sağlık meyve, hastalık diken gibi gelir bize. Nefsimizin hoşuna giden her olay, mânevî bir meyve, hoşlanmadıkları ise birer diken. Ama bilemiyoruz, belki de biz o hoşlanmadığımız hâdiselerden daha çok fayda görmekteyiz. Sıhhatli insanın gaflet içinde yaşaması, hastanın ise durmadan Allah'ı zikretmesi ve O'ndan şifâ istemesi, bunun en güzel misali değil mi?



Kur'ân-ı Kerim'de kâfirlere, zâlimlere, nankörlere verilen dünyevî nimetlerin gerçekte onların azâbını artırdığı haber verilir. Ne müthiş bir ibret ve hikmet tablosu! Aynı nimet, birini şükre götürüyor, diğerini küfre. Birisinin cennetteki derecesini arttırıyor, diğerinin cehennemdeki azâbını. Demek ki, o nimetin yaratılış hikmeti içinde cennet de saklı, cehennem de. Zannettiğimiz gibi, sadece bedenimize gıda ve enerji olmakla kalmıyor. Eşyayı mâhiyetiyle, hakikatiyle ve bütün görev ve gâyeleriyle bilen ancak Allah'tır. O halde mutlak hikmet sahibi hakîm O.



İmam Gazâli, şöyle der: "Kulun hikmetinin Allah'ın hikmetine nisbeti, onun Allah'ı tanımasının, Allah'ın kendi zâtını tanımasına oranı gibidir." Burada tefekkürün önemi çok daha iyi anlaşılıyor. Her varlığı, Allah'ın bir eseri bilerek ondaki güzellikleri, faydaları, sanat inceliklerini düşünen insan, İlâhî mârifette dereceler kat eder. Bu tefekkür, onu Rabbine yaklaştırır. Zira bu iş nefsî değildir; dünyevî ve şeytanî de değildir. Rızâya uygundur; uhrevîdir, rahmânîdir. Burada hikmetin bir diğer târifiyle karşılaşıyoruz: "Hikmet, ahlâk-ı İlâhiye ile ahlâklanmaktır." Nedir İlâhî ahlâk? En kısa ifadesiyle, Kur'an ahlâkı. Allah'ın râzı olduğu ahlâk.



Allah, hiçbir şeyi başıboş yaratmamıştır, faydasız hiçbir icraatı yoktur. Ve insan, yaptığı işlerde mâlâyâni dediğimiz, ömür tüketmekten öte bir işe yaramayan faydasız işleri terk ettiği ölçüde bu sırra mazhar olur. Şu mahlûkat âlemindeki ince sırlar, sonsuz hikmetler, ancak Allah'ın mâlûmu. İnsan ise bu hikmetlerden kendi çapında bir şeyler yakalamaya çalıştığı ölçüde bu sırra erer. Allah, kendisini tesbih eden bütün mahlûkatını, özellikle bu görevi en güzel şekilde yerine getiren mü'min kullarını sever. Kendisine şirk koşan, nimetlerini küfranla karşılayan insanlardan da râzı olmaz. İnsan O'nun sevdiklerini sevmek ve O'nun buğz ettiklerine buğz etmekle bu sırdan nasiplenir.



İnsanın hikmet ehli olması, Rabbinin râzı olduğu bir kul olmasına bağlı. O'nu râzı etmedikten sonra, O'nun yarattığı varlıkları incelemek ve bunların insanlara faydalarını araştırıp ortaya çıkarmak, hikmet ehli olmak için kâfi değil... Kur'an'daki sırları anlayan, fakat hayatına tatbik etmeyen bir insan düşünelim. Bu insan âlimdir, daha doğrusu bilgindir; ama hakîm (hikmet sahibi) değildir. Kâinat kitabını Allah nâmına ve Allah'ın ismiyle okumayan ve ondan bu yönüyle faydalanmayan kimselerin hâli de berikilerden farklı değil...



Ve Gazâli'den farklı bir hikmet târifi: "Hikmet, varlıkların en yücesini, ilimlerin en faziletlisi ile bilmektir." Allah, ezelî ve ebedî ilmiyle kendi zâtını, sıfatlarını, fiillerini bilmekte. Bu mânâya göre, mahlûkat olmasa da Allah hakîmdir; hem de sonsuz Hakîm. İşte, mârifetullah yolunda yürüyen, Allah'ı tanıma vâdisinde ilerleyen insanlar, hikmetin bu mânâsından feyiz alırlar, nasiplenirler. Ve "İlâhî ahlâkla ahlâklanma" şerefinin, en ileri mertebelerine ererler. Bu mânâ, başta peygamberlerde, sonra peygamber vârisi olma şerefine ermiş büyük zâtlarda, yani sâlih amel işleyen müttakî ve mücâhid âlimlerde, sonra derecelerine göre bütün mü'minlerde hükmünü icrâ eder. Herkes imanı, ihlâsı, ilmi, tefekkürü ölçüsünde bu büyük lütuftan nasiplenir.



Hikmet, her sahada olduğu gibi, tebliğde de en büyük esas... Hikmetsiz yapılan, yani zaman ve zeminini bulmayan; şefkat esasına oturmayan; ilimden medet almayan ve en önemlisi, anlatılanları en ileri seviyesiyle yaşama şartından mahrum bir tebliğ netice vermez. Kur'ân-ı Kerim'in, "İnsanları Rabbinin yoluna hikmet ve güzel öğütle dâvet et." (16/Nahl, 125) fermânı, İslâm'ın tebliğiyle vazifeli kimselerin hikmet üzere bulunmaları gerektiğini emreder. Bu mânânın kemâli, Allah Rasûlü Efendimizde, sonra ashâb-ı kirâmında ve Peygamber vârisi olma şerefine mazhar olanlardadır.[295]