b- Mu'tezile Anlayışına Göre Teklif

Mu’tezile'ye göre teklif; kendisinde kişiye yük olan bir iş olarak tanımlanmaktadır. Teklif, kendisinde yükümlüye güçlük ve zorluk bulunan bir işi yapma irâdesidir. Böyle bir teklif ise, ancak Allah tarafından yapılır.



Mu’tezileye göre, diğer meselelerde olduğu gibi teklif de ana dünya görüşüne bağlıdır. Mu’tezile'nin tek endişesi Allah'ın bir tek olduğu keyfiyetine halel getirmemektir. Bunun için "tevhid" meselesi onların hareket noktası olmuştur (Ş. Gölcük-S. Toprak, Kelâm, 221). Gerek Mu’tezile'de ve gerekse diğer itikadî fırkalarda esas ve temel olan bir prensip vardır. Diğer bütün görüşler bu temel espri çevresinde cereyan eder ve bu doğrultuda fikirler ileri sürülür. Bu bakımdan öncelikle o fırkanın esas görüşü iyice bilinmeli ve dikkate alınmalıdır.



Teklif konusu da esas itibariyle tevhid görüşüne bağlıdır. Yüce Allah yegâne birdir ve O her şeyde olduğu gibi fiillerde de bir ve tekdir, âdildir. O'nun âdil olması fiillerinde çirkin ve kötü olan fiillere yer vermemesiyle anlaşılır. O'nun fiillinden kötü bir şeyin meydana gelmesi doğru değildir. Öyleyse, bütün fiillerinde âdil olan ve kötü iş yaratmayan Yüce Allah'ın insanların faydasına olan tekliflerde bulunması gerekir. Çünkü, bu konu, daha önce de geçtigi üzere, Allah'ın yegâne tek oluşu ve O'nun adâleti konusuna girer. Âdil olan Allah'tan ise, insanların zararına olan, dolayısıyla kaldıramayacakları bir teklifin yüklenmesi beklenemez. Zira bu, zulüm olarak telâkki edilmektedir.



Bu farklı görüşlere rağmen, Mu’tezile, teklife külfet ve meşakkat mânâlarını vermekle Ehl-i Sünnetle bir yakınlık ortaya çıkarmakta, bir nevi aynı görüşü paylaşmaktadır.



Buraya kadar sayılan teklif ile ilgili görüşlerin sıralanmasından sonra; bu konuda şöyle genel bir değerlendirmede bulunmak mümkündür:



İnsana güç verip vermeme doğrudan doğruya Yüce Allah'ın kudreti dâhilindedir. Bu konuda da Allah'ın bir mecbûriyeti yoktur. Allah insana yapılması imkânsız olan bir şeyi yüklemekte tamamen kendi irâdesine sahiptir. İnsana yapılan teklif insanın yapabileceği ölçüdedir. Bu durum ise, Allah'ın adâleti, sünneti doğrultusundadır. Bunları yaparken tamamen mutlak ve hür iradesiyle yapıyor olup, bir zorunlulukla karşı karşıya değildir. İşte Mûtezile ile temelde ayrılan nokta burasıdır. Onlar Yüce Allah'ın insana ancak kaldırabileceği kadar bir teklifi yüklemesini zorunlulukla izah edip, bunu tevhid anlayışlarına bağlamaktadırlar. Ehl-i Sünnet ise, meselenin sonucunda yani teklifinin ancak kapasiteye göre olacağında birleşip, bunun zorunlulukla değil hür irâde ile Yüce Allah'ın sünnetine göre olduğunu kabul etmektedirler.[295]



Teklif kelimesinin kökü olan "kelef" bir şeyi sevmek, bir şeye düşkünlük anlamındadır. Teklif ise, bir insanı sevdiği şeyi elde etmede bazı zorlukları göğüslemekle yükümlü tutmaktır. O halde teklifin esâsında yine insanın hür irâdesi ve içten sevip benimsemesi vadır. Aynı kökten gelen külfet, zorluk anlamında, tekellüf ise külfete meydan verme, bir işin olmasını külfete bağlama anlamında kullanılır. Kur'an'da teklif, daima fiil şeklinde 7 yerde, tekellüf de bir yerde kullanılmıştır.



Teklif konusunda Kur'an'ın temel anlayışı şudur: "Allah hiçbir benliği gücünü, kapasitesini aşacak şekilde teklife muhâtap kılmaz." (2/Bakara, 286). Bu ilke, değişik cümle yapılarıyla, fakat hep aynı kelimeler kullanılarak birkaç kez tekrarlanır (2/Bakara, 233; 6/En'âm, 152; 7/A'râf, 42; 23/Mü'minûn, 62). Bunların hepsinde "kişinin güç ve kapasitesini ifâde eden "vüs'at" kelimesi kullanılır ki, esas anlamı genişliktir. Vüs' etimolojik gelişimi içinde zamanla, güç ve kapasite anlamını almış bulunuyor ki Kur'an da onu aynı anlamda kullanmaktadır. Aynı kökten se'a kelimesi de Kur'an'da ekonomik-mâlî genişlik anlamında, yine teklif prensibine yer veren bir âyette kullanılmıştır. Bu âyet, teklifin ekonomik-mâlî yönünü prensibe bağlarken de şöyle diyor: "Genişliği olan, genişliğinden, bağışta bulunsun... Allah hiçbir benliği, ona verdiği nimet dışında bir şey vermekle yükümlü tutmaz. Allah, bir güçlükten sonra bir kolaylık sunacaktır." (65/Talâk, 7)



Kur'an'ın teklif konusundaki bu kabulü şöyle formüllendirilmiştir: "Güç yetirilemeyen şeyle yükümlü kılmak yoktur." Allah'ın kanunu bu olduğuna göre, O'nun güvenilir elçileri nebîler de aynı prensibe uymak zorundadırlar. Kur'an, peygamberlere şu emri veriyor: "De ki... ben tekellüfe (külfete, zorluğa) yol açanlardan değilim." (38/Sâd, 86). Peygamber, tekellüfe ancak kendi benliğinde gidebilir. O alan, onun hür irâdesiyle kayıtlar ve zorluklar getirebileceği tek alandır. Hitap ettiği kitleye ise tekellüf getiremez, onları sadece teşvik eder, özendirir. Şu âyet, Kur'ânî espriyi Rasûlullah'a hitap ederken şöyle ifâdeye koyuyor: "Allah yolunda çarpış. Sen ancak kendi nefsini külfet altına sokabilirsin. Mü'minlere gelince onları teşvik et, özendir." (4/Nisâ, 84)  



Kapasite üstünde yükümlülük (teklif mâ lâ yutak) fıtrata, Allah'ın irâde ve kanunlarına terstir. Allah, dine bu sakatlığın girmemesi için Kur'an'da gerekli önlem-prensipleri getirmiştir. Bu prensipleri çiğneyenler kendi arzuları yönünde insanları saptıran bilgisiz azmış-zâlimler olarak tanıtılıyor (bkz. 6/En'âm, 119). Bunlar, Allah'ın açık açık bildirdiği haram ve helâllere ilâvelerde bulunanlardır. Bunlar, Allah için iş yapmanın güzelliği yerine, Allah adına iş yapmaya kalkıp sonunda örtülü bir biçimde tanrılık iddiâ etme durumuna düşen karanlık ruhlulardır. Allah'ın, tekelinde tuttuğu haram kılma yetkisini kullanmaya kalkarak, gâfil bir biçimde şirke düşerler de hâlâ Allah için iş yaptıklarını sanır, hiyânet ve sapıklıklarını da Allah'ın dinine fatura ederler. Böylelerinin dine ve Allah'a en büyük hizmetleri, dinden uzak durmalarıdır ama, çıkarları ve kurdukları menfaat tezgâhları buna müsâade etmez. Allah'ın dinine iftira ederler de hâlâ kendilerine mücâhid, ehl-i takvâ, sünneti ihyâ edenler vs. gibi sıfatlar vermekten çekinmezler. Eğer bunların iddiâlarında zerre kadar doğruluk olsaydı Kur'an'ın dinine bağlı olanlar bugün böylesi perişan duruma düşerler miydi?



Teklifin işaret edilen Kur'anî boyutlarını destekleyen birkaç prensibi daha verelim:



"Allah sizin için hafifletme ister. İnsan zayıf yaratılmıştır." (4/Nisâ, 28).



"Allah sizin için kolaylık ister, sizin için güçlük istemez." (2/Bakara, 185).



"Allah sizin için dinde zorluk yaratmak istememez. O'nun istediği sizi temizleyip arıtmaktır." (5/Mâide, 6).



"O size din içinde zorluk getirmemiştir." (22/Hacc, 78).



"Allah'ın kendisine farz kıldığı hususlarda nebî üzerine herhangi bir zorluk yoktur." (33/Ahzâb, 38)[295]      



"Allah hiçbir nefse gücünün yeteceğinden fazla yük yüklemez." (2/Bakara, 286).



Güneşe çevirebileceği kadar gezegen, ağaca kaldırabileceği kadar dal, insana taşıyabileceği sayıda el takmış. Devenin yükü ayrı, karıncanınki ayrı. Balığa uçmayı, aslana yüzmeyi teklif etmemiş.



İnsanlara da bu imtihan meydanında kuvvetleri oranında hatta bir lütuf olarak, güçlerinin çok altında teklifte bulunmuştur. Allah'ın bütün emirlerini işlemek bütün yasaklarından sakınmak her insanın gücü dâhilinde. Bizim gücümüz için son hudut, namazı beş vakit kılmak, orucu bir ay tutmak mı? Elbette hayır! İnsanlar bu hakikati iyi değerlendirseler, sabretmesini bilip irâdelerini hırpalayıp zaafa uğratmasalar ve en önemlisi birbirlerine yük olmasalar, hepsi de yüklerini rahatlıkla taşıyabilecek ve bu imtihan meydanından yüzlerin akıyla ayrılıp gidecekler.



Zengin olmayan kişinin zekât vermekten sorumlu olmayacağı, kezâ eli yahut ayağı kesik bir insanın abdest alırken bu organlarını yıkamaktan sorumlu olmadığı Bakara, 286. âyetten çıkarılan hükümlerden. Akaid ilimleri ise "güç yetirme" meselesini "akıl" yönüyle ele almış ve sıkça sorulan bir soruya şöyle açıklık getirmişler: "Dünyanın ıssız bir köşesinde yaşayan ve toplum hayatından habersiz olan bir insan, mücerret aklıyla hangi hakikatleri bilmeye güç yetirebilirse, sadece onlardan sorumlu!" Mücerret aklı, "kendisine İlâhî emirler ulaşmamış, peygamberlik nûruna muhâtap olamamış, rehbersiz bir akıl" şeklinde târif edebiliriz.   



“Dünyanın ıssız bir köşesinde yaşayan bir insanın İslâm Dinini bilmesi mümkün değildir. Bu adam, âhirette nasıl sorumlu tutulabilir?” Mâsum bir soru gibi gözüken bu sorunun arkasındaki anlayışı doğru değerlendirmek gerekir. Annesine hakaret, babasına isyan eden, en yakın dostlarını dar zamanlarında yüzüstü bırakan, “benden sonra tûfan” felsefesiyle yaşayan bir adam; bakıyorsunuz, dünyanın öte ucundaki, tanımadığı birinin imanını dâvâ etmeye kalkışıyor! Hemen kararınızı veriyorsunuz: Bu adamın derdi başka!...



Kendisiyle biraz konuşuyor, iç âlemini kurcalıyorsunuz. Karşınıza sinsi ve menhus bir gâye çıkıyor: “Allah’ın adâletine itiraz!” Aslında, bu sanıldığı gibi, yeni bir mesele değil. Asırlar önce tartışılmış, halledilmiş, rafa kaldırılmış bir konu. Şu kadar var ki, “dünyanın öbür ucu” denmemiş de, “ıssız bir dağda, toplum hayatından habersiz yaşayan bir adam” denmiş. Yahut, buna benzer bir başka tip üzerinde konuşulmuş.



“Allah, hiçbir nefse gücünün yettiğinden fazlasını teklif etmez.” (2/Bakara, 286).



Yani, her şeye taşıyabileceği kadarını yükler. Fertleri güç yetirebilecekleri işlerle mükellef kılar. Her gövdenin üzerine, götürebileceği kadar bir baş yerleştirir. Allah, dağına göre kış verir. Atom çekirdeğine gezegenleri bağlamaz. Âlimlerimiz bu âyeti çeşitli yönlerden tefsir etmişler. Fıkıh âlimleri, bu âyeti fıkıh yönünden, kelâm âlimleri ise itikat yönünden incelemişler. Bu ikinciler, âyette geçen “güç yetme” meselesini akıl yönüyle ele almış ve şu mânâda birleşmişler: “Dünyanın ıssız bir köşesinde yaşayan ve toplum hayatından uzak bir insan, mücerret aklıyla, hangi hakikatleri bilmeye güç yetirebilirse, sadece onlardan sorumludur.”



Mücerret akıl denilince, “bir peygambere muhâtap olmamış, kendisine İlâhî emirler ulaşmamış, rehbersiz kalmış” bir aklı anlıyoruz. İşte, böyle bir aklın ulaşabileceği saha konusunda, değişik görüşler ileri sürülmüş: İtikat imamlarından İmam Mâturîdi, “insanın, kendi aklını kullanarak bir yaratıcının olduğunu bilmeye güç yetirebileceği” görüşündedir. Ve böyle bir insanın Allah’a inanmaktan sorumlu tutulacağını, diğer iman rükünlerinden ve ibâdetlerden ise sorumlu olmayacağını ifâde eder. Bir diğer itikat imamı olan Eş’arî ise, böyle bir insanın, peygamber olmaksızın, Allah’ı bilmesinin de mümkün olamayacağı fikrini savunur ve bu adamın bir taşa bile tapsa “necat ehli” yani kurtuluşa erenlerden olacağını söyler.



Görüldüğü gibi, her iki imamın da ittifak ettikleri esas nokta şu: Kişi, içinde bulunduğu şartlarda, neyi bilmeye güç yetirebiliyorsa ondan sorumlu. Şüphesiz, hakikati en iyi bilen Allah’tır. O’nun ilmine havâle ederiz.[295]