Komuta'nın Bölünmesi

Melikler düzeninden İslam Ümmeti’nin gördüğü zararların başında, İslam Ümmeti’nin komuta’sının ikiye bölünmesi gelir. Oysa Peygamber (s.a.v.) in ve Raşid Halifeler’in döneminde bu komuta birleşik durumda idi. Ruhi, fikri ve siyasi hayatın tümünü aynı eksen etrafında bir arada tutabilmişlerdi. Öyleki, siyasal direktifler, kazai (yargısal) önlemler, idari emirler, askeri düzenlemeler, savaş ve barış işleri tümüyle tek bir kaynaktan çıkıyordu. Tüm bu kesimleri yönlendirenler, aynı zamanda ahlakı islahatta da müslümanların önderleri idi; fikirde, ilimde, ruhi terbiyede de onların komutanlarıydı. Ancak meliklik dönemi başlayınca komuta bölündü ve ikiye ayrıldı. Siyasi konuları yöneticiler ellerine aldılar; ahlaki, fikri ve ruhi konuları ilgilendiren hususların dizginleri ise ilim adamlarının fakihlerin ve mutasavvıfların eline geçti. Bunun sonucunda müslüman fakih ve bilginler, ruhi, ahlak i ve dini konularında müslümanların önderleri oldular. Melik ve emirler ise siyasal konularda müslümanların liderleri olarak kaldılar. Komuta’daki bu bölünme gerçekte çok yıkıcı idi ve kötü etkilerinin toplumda görülmesi kaçınılmaz bir durumdu. Bunun dışında siyasal komuta’nın karakteri de pişmiş aşa su kattı. Çünkü o, yapısının tabii bir gereği olarak hayatın her alanına karışıyor, burnunu her şeye sokuyordu. İşte bu yapısından hareketle siyasal komuta, hayatın tüm yönünü elinde bulundurmaya kalkıştı. Halbuki ilim adamları, fakihler ve mutasavvıflar, böyle bir müdahaleye razı değildirler,  olamazlardı da onlar siyasal otoritenin dinin ahlaki konulara karışmasına asla razı değildiler. Ta ki bu karışmaları dinin gerçek görünüşünü bozmasın, İslam Düşüncesini değiştirmesin, ahlaki ilkeleri tanınmaz bir hale sokmasın. Bu durumlar her iki komuta arasındaki uzaklığı artırdı, aralarındaki anlaşmazlık ilerledi. Daha sonra da aralarında yardımlaşıp kaynaşacakları yerde, anlaşmazlık ve kavgaları çoğaldı. Bu garip vakıanın şu ana kadar Çağdaş İslam Tarihi’nde de görülmekte olduğuna tanık oluyoruz. İslam Tarihi’nin Meliklik Dönemleri’nin diğer halkların tarihindeki krallıklarla karşılaştıralamayacağı hususu ise tartışma kabul etmez bir konudur. Çünkü İslam Tarihimiz Melikliğin neden olduğu pek çok musibet ve kötüklere dolu olmasına rağmen, diğer toplumların tarihlerinde apaçık görülen kapkaralık çağların benzerini İslam tarihi boyunca görmeye imkan yoktur. Bu nedenle, İslam Tarihi boyunca görülegelen takva sahibi ve salih meliklere hayran olduğumu ve onları beğendiğimi de özellikle vurgulamak isterim. Hiçbir toplum, bu kadar çok sayıda salih melik ve krala sahip olabilmiş değildir. Meliklik düzeninin tam göbeğinde ortaya çıkan bu salih fertler hayranlık ve takdirlerimi açık olarak ifade etmeme rağmen şunları söylemekten de kendimi alamıyorum: Bu düzenin doğal ve kaçınılmaz sonuçları, ümmete çok zararlar vermiş ve çok pahalıya mal olmuştur. Bunların en açık seçik olanı ise, islam hükümetlerinin, İslam’a Davet görevini yerine getirmekten ve onun meşalelerini dünyanın dört bir tarafına taşımaktan geri kalmışlar ve çoğu zaman bölgeler fethetmek ve oradan mal toplamakla yetinip kalmışlardır. Sonunda bugün içinde bulunduğumuz son derece kritik döneme kadar gelinmiştir.



Bugün aranızda sekizyüz yıl boyunca müslümanlar tarafından yönetilmiş bulunan Delhi ve Çevresinden, Doğu Pencap’tan Haydarabad-Dekken’den pek çoğunuzun hicret edip Pakistan’a gelmiş olduğunu görüyoruz. Tüm bu bölgelerde ise vaktiyle yönetim,  müslümanların elindeydi. Eğer bu bölgelerin peşpeşe gelen hükümetleri İslam’a çağırsalardı, İslam Sancağını yükseltselerdi, dünyanın dört bir tarafına bu dini tebliğ etmeyi gözlerinin önündeki hedef haline getirmiş olsalardı, bu bölgelerde İslam’ın temelleri sağlamlaşır, bölgedeki tek din haline gelir, putperestleri muvahhidleştirirdi. Evet, durum böyle olmuş olsaydı, bugün topraklarınızı ve malarınızı bırakıp oralardan göç etmek zorunda kalmazdınız. Sizin Pakistan’a sığınmış olmanız, lisan-ı hali ile o bölgelerin yöneticilerinin samimi müslüman yöneticiler olarak İslam’a karşı görevlerini yerine getirmediklerini açık ve yüksek sesle ortaya koymaktadır. Eğer buna rağmen adı geçen bu bölgelerde Allah’ın takdiri sonucu olarak İslam yayılmış bulunuyor ise, bunun nedeni yalnızca fakihlerin ve ıslahatçıların yoğun çabalarıdır, başka değil. Yöneticilere gelince, onlar İslam’ın daha geniş alanlara yayılmasında etkin olacak yerde, çoğu zaman onun karşısında bir engel olarak dikilmişler ya da en azından yayılması için teşvik edici bir tutum içerisinde olmamışlardır. Bu yöneticilerin baskı, zulüm ve terör yöntemlerini kendi yönetimlerini sağlamlaştırmak amacıyla kullanmaları, lüks içinde kibirlice bir hayat sürmeleri ve kötü ahlak sergilemeleri nedeniyle halkı İslam’dan alabildiğine soğutuyorlardı. İslam’ı insanlara sevdirecek nitelikte davranışları ise ancak çok nadir olarak onlardan göre bilmek mümkün oluyordu. Tekrar ediyorum:Büyük bir takva ve salah birikimine sahip olan yöneticilere övgülerimi ve son derece takdirlerimi belirtmekle birlikte, genel yapısıyla Meliklik Düzeni, vahim sonuçlardan ve tehlikeli sapmalardan başka bir sonuç vermemiştir. Özellikle -döğmelerin deri üstünde kalan etkileri gibi- İlk islami Hareketin birimine sahip olmayan melikler döneminde bu böyle olmuştur. Tartışılmaz bir gerçektir ki:İslam’ın görülen yayılması ve güçlenmesi, ancak doğru yolda yürüyen ilim adamlarının, fakihlerin ve mutasavvıfların yoğun ve yorucu çabaları sonucunda olabilmiştir. Bunların da halkı tatlı dille, güzel ahlakla ve iyi davranışlarla İslam’a giren milyonlarca insanı, yeterli bir İslami eğitimden geçirebilmek için gerekli önlemleri alabilmek imkanlarına sahip değil idiler. Çünkü bu görevi yerine getirmek, hükümetlerin işidir. Fakat bu hükümetler ise bu konuya herhangi bir şekilde önem vermiyorlardı. Eğer bu hükümetler, bu davetçileri destekleyen, onlara yardımcı olan ve çalışmalarını değerlendiren ya da en azından bu davetçilerin kişisel çabaları sonucunda Allah’ın Dini’ne giren bu beşeri kitleleri eğitmek ve uyarmak için en geniş çerçeve içerisinde gereken önemi vermiş olsalardı, durum bugün gördüğümüzün tam aksi olacaktı. Fakat böyle bir şey olmadı, maalesef. Durum, Allah’ın salih kullarının kişisel çabalarını aşmadı. Herhangi bir salih kişi müslüman olmayanlara İslam’ı sunuyor, temiz yaşantısıyla, yüce ahlakıyla ve iffetiyle onlara parlak örnekler gösteriyor, karşılarında bulunan kimseleri etkiliyor, onları kendi davasına bağlayabiliyordu. Daha sonra bunlar, etkilenmiş olarak bu salih kişinin yanına gider, kendisini bu seviyeye kadar yükselten ona bu derece güzel bir ahlak ve böyle temiz bir yaşantı kazandıran dine kendilerini sokmasını istiyorlardı. Bu salih kul da -tabii benzeri yüzlercesi ile- birlikte- onlara Şehadet Kelimesi’ni öğretiyor, İslami olmayan isimlerini değiştirip yerine İslami isimler veriyor, İslami bir yaşayış için gerekli bilgi ve adabı onlara öğretiyordu. Bu davetçilerin, gerçekleştirdiklerinden başka yapabilecekleri ne olabilirdi ki?Müslüman Hükümetlerin, sorumluluklarını idrak edip İslam’a yeni girenleri İslam Toplumu’nun canlı ve yararlı bir unsuru haline getirmek için gerekenleri yapmaları gerekirdi. Fakat, maalesef İslam Yönetimleri onlara karşı sorumluluklarını anlayamadı... Evet, ümmetin cömertleri ve iyilik severleri kişisel çabalarıyla, mallarını ve taşınmazlarını çeşitli dönemlerde vakfederek, eğitim ve öğretimin gerektirdiği enstitü ve zaviyelerin kurulması yoluyla bu açığı kapatmaya çalışmışlardır; bu tavırların da en güzel etkileri ve en muazzam sonuçları görülmüştür. Fakat bütün bunlara rağmen, yönetimler bu konudaki sorumluluklarını yerine getirmekte gevşek davranıp halkı uyarmaktan geri kaldıkları için, yeni müslüman olmuş kimseleri Cahiliyye’nin pençesinden ve artıklarından kurtarıp onları İslam’ın hayatlarında canlı ve elle tutulur bir şekilde görüldüğü pratikte müslüman kimseler haline getirmek, imkanına asla sahip olamadılar.



Şu andaki durumumuz, İslam Tarihi’nin ikinci aşaması olan bu aşamanın izlerini aynen taşımaktadır dersek, gerçekten başka birşey söylemiş olmayız. Günümüz dünümüze ne kadar da benziyor!... Köyde, kentte on milyonlarca müslüman görüyorsunuz. Bunlar gırtlaklarına kadar Cahili geleneklere gömülmüşler, İslami uyanıklıktan alabildiğine uzaklaşmış bulunuyorlar. Müslüman olmalarına rağmen Hinduların onlara karşı baskı ve hakaretlerine ne kadar dayanabiliyorlar(!)? Onların yaşantıları Budizm’in pislikleriyle ne kadar da kirlenmiş? İslam’dan önceki Cahili toplumların özellikleri olan niteliklerin toplumlarında yaygınlık kazanmış olmasına nasıl da seslerini çıkartmıyorlar?... Sözün özü şudur:Şimdiki durumumuz, tarihimizin ikinci aşamasının ortaya çıkardığı karakteristik özelliklerin aynısını hala taşımaktadır. Şöyle de diyebiliriz: “Çağdaş Dünyamızda” biçtiklerimiz. “Geride Kalan Geçmişimiz” de ekilenlerdir. Bu da yüce Allah’ın varlıktaki Sünneti (kanunu) dur. Allah’ın Sünneti’nde ise asla bir değişiklik bulamazsın.