FÜTÛVVET

Delikanlılık, yiğitlik anlamında Kur'anî bir terim. Fetâ çoğul fitye; genç, delikanlı, yiğit.



Ashab-ı kehf'in anlattığı kıssada Allahu Teâlâ mağaraya sığınan insanların genç, yiğitler olduğunu belirtmektedir: "Gerçekten bunlar rablerine iman eden genç yiğitlerdi" (el-Kehf 18/13). Mağaraya sığınan insanların en önemli özelliklerinin



"imanlı gençler" olması İslâm'ın gençliğe verdiği önemin en güzel delilidir. Kıssanın bütününden, bu gençlerin yaşadıkları müşrik toplumda tevhîd mücadelesi verdiklerini, ölümle burun buruna gelmelerine rağmen imanî olanı, tercih edip son bir gayretle yaşadıkları toplumdan hicret ettiklerini anlıyoruz. Tarih boyunca görülen bütün diğer hicretler gibi bu hicrette meyvesini vermiş, Allah onların şehadetlerini yeni bir doğuşa çekirdek yapmıştır. Gençlerin tevhid için yaptıkları mücadelelerin ne kadar gerekli ve önemli olduğunu vurgulaması açısından bu kıssada çok önemli da'vet düsturları vardır.



Fütüvvet terimi Selçuklular döneminde kurulan Anadolu esnaf teşkilatı için kullanılmıştır (Geniş bilgi için bk. Ahî, Ahîlik).



Şamil İA



Kur'ân-Kerim'de, kendilerine herhangi bir tebliğ ulaşmadığı halde, küfre ve zulme boyun eğmeyen Ashab-ı Kehf'in kıssasına yer verilmiştir. Allahû Teâla (cc)'ya isyan eden güçlere (tâgûtî iktidarlara) boyun eğmemek için kavimlerinden uzaklaşan ve bir dağın mağarasına gizlenen bu gençlerle ilgili olarak: "Şüphesiz ki onlar Allahû Teâla (cc)'ya iman eden genç yiğitlerdi (fityetûn). Biz de onların hidayetini artırmıştık." (Kehf: 18/13) buyurulmuştur. Bu âyette geçen fityetûn kelimesi, feta'nın çoğuludur. Şimdi bu kelime üzerinde duralım. Müfred olarak asâ vezninde fetâ, delikanlı, cüvan, sahi, kerim ve civanmert kimse; çoğulu fityan, ubuvva vezninde ise fütüvve şeklinde, kerem ve mürüvvet sahibi, civanmertlik mânâsına gelmektedir.[24] Nitekim kâfir ve zâlim Nemrut'un putlarını kıran Hz. İbrahim (a.s) için de Kur'ân-ı Kerîm'de feta denilmiştir; "Dediler: `İşittik ki İbrahim isimli bir genç yiğit (feta) onları (putlarımızı) diline doluyordu." (Enbiya: 21/60)



İslâmî ıstılâhta fütüvvet; insanları, dünya ve ahirette, kendi nefsine tercih etmektir.[24] Bu, kelime-i şehadete dayanan ve toplumu ihya eden bir edebtir.



İnsanların birbirleriyle olan münasebetlerinde dünya görüşlerinin ve inançlarının büyük rolü vardır. İslâm dini, kelime-i şehadet getiren her mükellefin, birbirleriyle kardeş olduğu esasını getirmiştir. Resûl-i Ekrem (sav)'in "Sizden hiçbiriniz kendi nefsi için istediğini, din kardeşi için de istemediği müddetçe (kâmil mânâda) iman etmiş olmaz"[24] buyurduğu bilinmektedir. Firaset sahibi mü'minler bu hadis-i şerif'teki muhtevayı tefekkür ettikleri zaman, hallerinden şüpheye düşerek titremişlerdir. Nitekim Seriyyu's-Sekati (rh.a) dostlarına: "İşlediğim bir hata sebebiyle tam otuz senedir tevbe etmekteyim" diye itirafta bulunmuştur. Dostlarından birisi merakla: "Bu hatanın mahiyeti nedir?" diye sorunca şu cevabı verir: "Bağdat çarşısı yanıyor diye bağırdılar. Heyecanla koştum ve benim dükkânımın yanmadığını görünce el-Hamdulillah dedim. Daha sonra kendi menfaatimi, diğer kardeşlerimin menfaati üzerine tercih ettiğimi hatırladım. Heyecanla söylediğim o söz sebebiyle tam otuz senedir Rabbimden affetmesini ve o günahımı örtmesini dilemekteyim."



Hesap gününü düşünen her mükellef, Resûl-i Ekrem (sav)'in: "Nefsim yed-i kudretinde olan Allahû Teâla (cc)'ya yemin olsun ki, arzusunu İslâm'a tâbi kılmayan kimse iman etmiş olmaz."[24] mealindeki mübarek tesbiti üzerinde düşünmek mecburiyetindedir. Kardeşini, kendi öz nefsine tercih etmek (fütüvvet ahlâkı) Sahabe-i Kiram'ın temel vasfıdır. Şimdi Peygamber efendimizin (a.s) huzurunda cereyan eden bir hadiseyi naklederek, fütüvvet ahlâkının mahiyetini ortaya koymaya gayret edelim. Hz. Sabit b. Kays b. Şemmas (r.a) huzur-u saadete gelerek: "Ey Allah'ın Rasûlü!.. Açlıktan takatım kesildi" diyor ve içinde bulunduğu hâli ifade ediyor. Bunun üzerine Resûl-i Ekrem (sav) hanımlarına (hâne-i saadete) haber salar ve yiyecek birşeyler göndermelerini istirham eder. Fakat hâne-i saadette yiyecek bir şey yoktur. Durum anlaşılınca Resûl-i Ekrem (sav): Bu kardeşinizi misafir edip de Allahû Teâla (cc)'nın rahmetine mazhar olmak isteyen yok mu? sualini tevcih eder. Ensardan Ebû Talha (r.a) ayağa kalkarak "Ben hazırım ya Rasûlullah!" cevabını verir. Daha sonra doğruca evine gider ve hanımına:



"Resûl-i Ekrem (sav)'in misafirine yemek hazırla!.. Sakın hiçbir şeyi gizleme" istirhamında bulunur. Hanımı "Vallahi çocukların yiyeceğinden başka birşey yok!.." diyerek, içinde bulundukları hâli ifade eder. Hz. Talha (ra): "Öyle ise çocukları oyala ve uyut!.. Ben misafiri getirince onu sofraya oturturuz ve yan odaya geçeriz. Bir şeyler yiyormuş gibi yaparız. Bu gece Rasulullah'ın misafirine ikram için, kendimiz aç yatarız." diyerek nasihatta bulunur. Nitekim ikram hadisesi Hz. Talha'nın çizdiği plan içerisinde gerçekleşir. Sabah olunca Hz. Talha (ra) misafiri Hz. Sâbit b. Kays b. Şemmas (ra) ile birlikte Resûl-i Ekrem (sav)'in huzuruna varır. Resûl-i Ekrem (sav); "Bu gece misafirinize yaptığınız muameleden Allahû Teâla (cc) râzı oldu ve şu âyet-i kerimeyi inzal buyurdu: "Onlardan evvel (Medine'yi yurt ve iman (evi) edinmiş olan kimseler, kendilerine hicret edenlere sevgi beslerler. Onlara verilen şeylerden dolayı göğüslerinde bir ihtiyaç (meyli) bulmazlar. Kendileri fakr-ü ihtiyaç içinde olsalar bile onları, (hicret edenleri) öz canlarından daha üstün tutarlar. Kim nefsinin (mala olan) hırsından ve cimriliğinden korunursa, işte onlar muradlarına erenlerin ta kendileridir." (Haşr: 59/9))



Şurası muhakkaktır ki, İslâm dininin getirdiği fütüvvet şuuru, Medine'de kurulan ideal devletin temelini teşkil etmiştir. Hicretten sonra, İslâm'ın temel hedeflerinin gerçekleşmesi için kardeşlik antlaşmasını kabul etmeleri ve muhacirleri öz nefislerinden üstün tutmaları, önemli bir hâdisedir. Resûl-i Ekrem (sav): "Bir kimse din kardeşinin ihtiyaçlarını görmek için ona yardım ettiği müddetçe, Allahû Teâla (cc) daimi bir şekilde ona yardım eder"[24] müjdesi sarihtir. Medine'de bu müjde gerçekleşmiştir. Fütüvvet şuuru İslâmî hareketin vazgeçilmez bir rüknüdür. Bu hakikat asla unutulmamalıdır. [24]