FISK - FASIK

İnsanın nefsini hesaba çekmesi sanıldığı kadar kolay değildir. Çevre kültürün baskısı altında kalan akıl ve daima kötülüğü emreden nefis, meşrû (İslâmî) olmayan amelleri gündeme getirir. Bir İslâm mütefekkiri: "Her günah tıpkı şarap gibi insanları sarhoş etseydi, yeryüzünde ayık gezen hiç kimseyi göremezdin." diyerek önemli bir noktaya işaret etmiştir. Sırat-ı mustakime riayet eden bir mü'min, değişik sebep ve saiklerin etkisi altında gayrımeşrû amellerde bulunabilir. İşte bu noktada karşımıza fısk kavramı çıkar. Şimdi bu kelimeyi ve kavramı izaha gayret edelim.



Fısk Arapça olup; Fe-Se-Ka fiilinden masdardır. Cahiliyye döneminde, daha ziyade bitkiler ve hayvanlar için kullanılan bir sözcüktür. Kabuklu yemişler için "kabuğundan çıkmak" veya hayvanlar için "deliğinden çıkmak" şeklinde kullanılmıştır. Deliğinden çıkıp zarar verdiği için fareye füvevsik denilir. Çoğulu fevâsıktır.[24] Fahruddin-i Razi: "Fısk zararlı olan bir çıkıştır. Yaş hurma kabuğundan çıktığı zaman fesagati'r rutbetû'denilir. Şeriat dilinde (ıstılâh olarak) fısk, Allah'a itaat etmekten çıkıp Allah'a karşı isyan etme haline girmekten ibarettir."[24] diyerek, meseleyi izaha gayret eder. Sahih-i Buhari Muhtasarı, Tecrid-i Sarih Tercemesi ve Şerhi isimli eserde: "Fısk lâfzı, hak yoldan çıkmak mânâsına, şer'i bir ıstılâhtır. Kehf Sûresi'nin 50. âyetinde (fesaka an emri rabbih) `Şeytan Rabbinin emrinden çıktı' kavl-i şerifine göre, hûrucun mahiyeti umûmidir."[24] hükmü kayıtlıdır. İbn-i Abidin Reddu'l-Muhtar isimli eserinde: "Fâsık, doğru yoldan çıkan mânâsınadır. İhtimal ondan murad; içki içen, zina eden ve faiz yiyen gibi, büyük günahları irtikap edendir. Bercendi de dahi böyle denilmiştir."[24] diyerek, fıskı "büyük günahları irtikap" olarak tarif etmiştir. Fûkahadan bazıları; "günahları küçük görmek ve onlarda ısrar etmek de fısktır" hükmünü benimsemişlerdir. Genel olarak fıskın üç mertebesi vardır:



Birincisi: Günahı çirkin kabul etmekle beraber; yine de zaman zaman, şeytanın vesvesesine veya nefsine uyup günah işlemektir. İradesi zayıf olan insanlarda bu hâl tekerrür eder.



İkincisi: Günah olduğunu kabul ve ikrar ettiği halde, sık sık aynı haramları işlemektir. İçki müptelâlarında veya kumar düşkünlerinde bu hâl görülür.



Üçüncüsü: Haram olduğunu inkâr edip, ısrarla yâpmaktır. Bu üçüncü hâl, insanı küfre götüren fısktır. Fıskın birinci ve ikinci mertebelerinde bulunan mükellefin; günahı bırakması ve tevbe etmesi esastır. Üçüncü mertebede bulunan mükellefin ise, tecdid-i iman etmesi ve İslâm'a teslim olması şarttır. Bu izahtan sonra şunu söylemek mümkündür: Her fâsık kâfir değildir. Ancak her kâfir mutlaka fâsıktır. Firaset sahibi mü'minler, buradaki inceliği kolayca kavrayabilirler.



Hâriciler ve Mu'tezile mezhebinin önde gelen liderleri "iman; kalb ile tasdik, dil ile ikrar ve erkânıyla ameldir" diyerek, farklı bir yol ve anlayışa sahip olmuşlardır. Dürri'l-Muhtar’da; hâricilerle ilgili olarak şu hükümler kayıtlıdır: "Bunlar kendilerince hak olan bir tevilden dolayı müslüman hükümdarın (Hz. Ali'nin) küfür ve bâtıl üzerinde bulunduğunu söyleyerek onunla savaşmanın vacip olduğunu iddia eden ve biz ehl-i sünnetin kanlarını, mallarını almayı ve kadınlarını esir etmeyi helâl gören, Peygamber efendimizin ashab-ı kiramını küfre nisbet eden, asker ve kuvvet sahibi bir taifedir." İbn-i Âbidin, bu metni izah ederken: "Bunlar vaktiyle Hz. Ali'ye karşı çıkan kimselerdir... `Bir tevilden dolayı...' Yani Hz. Ali (ra) ve ona tâbi olanlar harpte hakemin hükmüne râzı oldukları için kâfir olmuşlardır. Çünkü hüküm ancak Allah'a mahsustur, diye gerçeğe muhalif olarak tevil ettikleri bir delilden dolayı Hz. Ali’nin ordusunda bulunan bir takım kimseler, ona karşı isyan etmişlerdir. Bunlara hâriciler adı verilmiştir. Bunların mezhebine göre, büyük günah işleyen kâfirdir. Hakem tayin etmek de büyük günahtır. `Peygamber efendimizin ashab-ı kiramını küfre nisbet eden...' Bu ifade hâriciliğin şartını beyan etmek için olmayıp, Hz. Ali'ye karşı çıkanları beyan etmek içindir. Yoksa Hâricilerin karşı çıktıkları hükümdarın küfrüne inanmaları kifayet eder"[24] diyerek, hâricilerin mantığını ortaya koymuştur. Hâricilerin bir kısmına göre "büyük günah işleyen herkes kafirdir", diğer bir kısmına göre ise, "ister büyük, ister küçük olsun, günah işleyen herkes kâfirdir." Bu anlayış günümüzde de değişik biçimlerde ortaya çıkmaktadır. Mu'tezile mezhebinin liderleri ise: "Fâsık olan kimse, ne müslümandır, ne kâfirdir. İkisinin arasında bir menzili vardır (el-menzile beynel-menzileteyn). Fâsıkın hükmü budur" demişlerdir. Bunlar ehl-i sünnetin dışındaki fırkalardır.



Şimdi fıskı zâhir olan kimselerin (fâsıkların) nasıl bir muameleye tâbi tutulacakları üzerinde duralım.



Kur'ân-ı Kerîm'de: "Ey iman edenler!.. Eğer bir fâsık, size bir haber getirirse, onu tahkik edin. (Aksi takdirde) bilmeyerek bir kavme sataşırsınız da yaptığınıza pişman olursunuz." (Hucurat: 49/6) hükmü beyan buyurulmuştur. İmam-ı Kurtubî: "Fâsık olduğu kat'i olarak tesbit olunan kimsenin haberleri geçersizdir, kabul edilemez. Çünkü haber emanettir. Fısk ise, haberin iptalinin (geçersiz olmasının) delilidir."[24] şeklinde tefsir etmiştir. Aynı konuda İmam-ı Cessâs'ın tesbiti şudur: "Âyette geçen tahkik edin, emri, fâsıkın şehadetinin kabul edilmemesinin delilidir. Çünkü şahidlik, bildiğini haber vermekten ibarettir. Fâsık olan kimsenin şahidliği kabul edilmediği gibi, diğer hususlardaki haberleri de kabul edilmez."[24]



İslâm âlimleri "kimlerin şahidliğinin kabul edileceği veya edilmeyeceğini" izah ederken; fâsık üzerinde hassasiyetle durmuşlardır. Genellikle şahidlerde aranan adâlet şartı üzerinde durulmuş ve adâleti düşüren amellere ağırlık verilmiştir. Feteva-ı Hindiyye'de bu konuyla ilgili birçok tarif yapıldıktan sonra "Şehaddette adâletin izahı konusunda söylenen sözlerin en güzeli İmam-ı Yusuf'a aittir. Demiştir ki; `Şâhidlerin âdil olmasından murad, büyük günahları işlememesi ve küçük günahları işlemekte de ısrar etmemesidir.' Nihaye’de de böyledir. Büyük günahların tasnifi ve mahiyeti konusunda da ihtilaf edilmiştir. Bunlar içerisinde en sahih olanı Şemsu'l-eimme Hulvânî'nin izahıdır. Hulvânî'ye göre: `Allahû Teâla (cc)'nın kat'i nasslarla haram kıldığı ve müslümanların indinde şen'i (çirkin ve kötü) görülen hususlar büyük günahlardandır. Kezâ mürüvveti ve keremi terketmek dahi, büyük günahlardandır. Ayrıca günah işlenmesine ve fısk-ı fücûra yardımcı olmak, insanları buna teşvik etmek de büyük günahlar arasındadır. Muhiyt"de de böyledir.."[24] hükmü, müftabih kavil kaydedilmiştir.



Sonuç olarak şunu söylemek mümkündür; fısk İslâmî hududları kabul etmekle birlikte, farzları terk veya haramları irtikap eden mükellefin içine düştüğü felâkettir. Kur'ân-ı Kerîm'de fâsıkların zemmedildiği ve azapla inzar edildiği malûmdur. Hesap gününü düşünen her mükellef, şer'i emirleri edâ etmek ve nehiylerden şiddetle kaçınmak sûretiyle, fısk hastalığından kurtulabilir. Fısk, ferdî bir hadisedir. Fâsıkların, bir araya gelmesi ve şer'i hududları kitle halinde tahrip etmesi, "fesâdı" gündeme getirir. Dolayısıyla fısk ile fesad arasında, böyle bir incelik vadır. Fâsıkların ve müfsidlerin çoğunluğu teşkil ettiği toplumlarda; tâgûtî güçlerin iktidar olması ve Hizbu'ş-şeytan'ın hızla gelişmesi kaçınılmazdır. Günümüzde bu hakikat, daha açık bir şekilde görülmektedir. [24]