Açıklama:

Âlimler yukarıda zikredilen altı çeşit malda ribânın haram olduğunda icmâ ederler: Altın, gümüş, buğday, arpa, hurma ve tuz. Bunlara ribâ malları da denir. Bu altı kalem eşyadan her biri aynı cinsten eşya ile satılınca fazlalık olmamalı, alışveriş peşin yapılmalıdır.



"Bu altı çeşidin dışında kalan eşyaların alıp satılmasında fazlalık haram mıdır?" sorusuna âlimler farklı cevaplar verir. Aradaki ihtilaf, bu altı çeşit mala konan "haram" hükmünün illetine dayanır. Cumhur aynı illette müşterek olanların haramlığında ittifak ederse de, illetin ne olduğunda ihtilâf edilmiştir. Bu noktada, fıkıh kitaplarında on farklı illet üzerinde durulduğu görülür. İmam Âzâm'a göre, illet, cinsle birlikte ölçü, veya cinsle birlikte tartıdır. Öyle ise, hangi çeşit mal olursa olsun ölçü veya tartı ile satılan mallarda ribâ (fazlalık) haramdır. Satışı böyle yapılmayan malların cinsi ne olursa olsun fazlalık (ribâ) haram değildir. Mesela kireç veya alçı gibi yenmeyen mallar mâdemki ölçekle satılmaktadır, fazlalık haramdır, binaenaleyh kireç vererek vasfı değişik bir kireç alacak olsak, bu peşin yapılmalıdır ve miktarları eşit olmalıdır, fazlalık veya vâde araya girerse ribâdır, haramdır. Hadiste geçen ölçü ve tartı ile satılmayan eşyalar yenen cinsten de olsa araya girecek fazlalık haram değildir.



İmam Şâfiî'ye göre, haram kılınmada illet, malın yiyecek olmasıdır, ölçü veya tartı ile satılmasına bakılmaz. Yiyecek olmayan şeylerde yalnız altın ve gümüşte ribâ vardır. Ahmed İbn Hanbel'in de bu görüşte olduğu söylenmiştir. İmâm Malik'e göre, illet ekseriyetle yemek için biriktirmektir.



Hadisin, Ebu Hüreyre (r.a.)'den kaydedilen son fıkrasında açık bir şekilde belirtildiği üzere, farklı cinsler arasında ribâ olmaz. Yani buğdayla arpanın, altınla gümüşün alınıp satılmasında miktar sözkonusu değildir, ulemâ bu hususta ittifak eder. (İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/104-105)



Son rivâyetle ilgili olarak şunu da ilâve edelim: İllette müşterek olmayan ribâ malları fazlalıkla ve veresiye satılabilir. Meselâ altınla buğday, gümüşle arpa bütün ulemânın ittifakıyla bu şekilde satılabilir. Fakat ribâ malları cinsi cinsine olursa biri peşin, diğeri veresiye ve biri noksan, diğeri fazla olarak satılamadığı gibi, teslim ve tesellüm yapılmadan satış meclisinden ayrılmak da câiz değildir. Satılan malların cinsleri muhtelif olursa, peşin teslim edilmek şartıyla fazlalık câizdir. Meselâ bir ölçek buğday iki ölçek arpa mukabilinde satılabilir. (İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/106)



Ebu'l-Minhâl anlatıyor: "Zeyd İbn Erkam ve el-Berâ İbn Âzib (r.a.)'e sarf'tan (yani altınla gümüşü cinsi cinsine satmaktan) sordum. Şu cevabı verdiler: "Rasûlullah (s.a.s.) altının gümüş mukabilinde veresiye satılmasını yasakladı." (Buhârî, Büyû’ 80, 8, Şirket 10, Menâkıbu'l-Ensâr 50; Müslim, Müsâkat 87, h. no: 1589; Nesâî, Büyû’ 49, h. no: 7, 280; İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/106)



Fadâle İbn Ubeyd (r.a.) anlatıyor: "Rasûlullah (s.a.s.)'a Hayber'de bulunduğu sırada altın ve boncuklarla yapılmış bir gerdanlık getirildi. Bu, satılık ganimet mallarındandı. Rasûlullah (s.a.s.) altınların boncuklardan ayrılmasını emretti. Derhal gerdanlığın altın kısmı ile boncuk kısmı birbirinden ayrıldı. Sonra Hz. Peygamber (s.a.s.) şöyle buyurdu: "Altın, altına mukabil, tartısı tartısına satılsın." (Buhârî hâriç Beş Kitap tahric etti: Müslim, Müsâkat 89, h. no: 1591; Tirmizî, Büyû’ 32, h. no: 1255; Ebû Dâvud, Büyû’ 13, h. no: 3351-3353; Nesâî, Büyû’ 48, h. no: 7-279)



Açıklama:



Burada altının başka bir madde ile birlikte satılması yasaklanmaktadır. Başta Şâfiî ve Ahmed İbnu Hanbel olmak üzere birkısım âlimler verilen altın cinsinden fiyat, satılan eşyadaki altından fazla da az da olsa bu satışın fâsid olduğuna hükmeder. Ebu Hanîfe: Altın cinsinden biçilen fiyat, satılan eşyadaki altından fazla olduğu takdirde satışın câiz olacağına, misil veya daha az olma halinde satışın câiz olmayacağına hükmeder. İmam Mâlik buna yakın bir fikir beyan eder. Ancak fiyat fazlalığı üçte ikiyi geçmemeli, noksanlık da üçte birden aşağı düşmemeli. Bu hudud dâhilinde satış câizdir, aksi takdirde değildir. (İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/107)



Müslim'de gelen diğer bir rivâyette Haneş es-San'ânî der ki: "Biz Fadâle ile bir gazvede berâberdik. Derken bana ve arkadaşlarıma ganimetten bir gerdanlık isâbet etti. Gerdanlık altın, gümüş ve kıymetli taşlardan yapılmıştı. Ben bunu satın almak isteyerek, Fadâle'ye sordum. Bana şöyle cevap verdi: Bunun altınını ayır, bir kefeye koy. Kendi altınını da bir kefeye koy. Sonra sakın misli mislinden fazla birşey alma! Zîra ben Rasûlullah (s.a.s.)'ın şöyle buyurduğunu işittim: "Kim Allah'a ve âhiret gününe iman ederse sakın misli mislinden fazla bir şey almasın." (Müslim, Büyû: 91, h. no: 1591)



Ebû Bekre (r.a.) anlatıyor: Rasûlullah (s.a.s.), gümüşün gümüşe başa baş olmayan satışını yasakladı. Bize altın mukabilinde dilediğimiz şekilde gümüş ve gümüş mukabilinde dilediğimiz şekilde altın satın almayı emretti."  Müslim'in ziyâdesinde "...Bir adam: "peşin mi?" diye sordu. Ebû Bekre: "Ben böyle işittim" cevabını verdi. (Buhârî, Büyû’ 81, 77; Müslim, Müsâkat 88, h. no: 1590; Nesâî, Büyû’ 50 h. no: 7, 280-281)



Açıklama:



Hadis, ribâ mallarının, alım satımlarında şu iki şeye dikkat edilmesini teyid etmektedir: 1- Aynı cinsten şeyler alınıp satılırsa başa baş, yani eşit miktarda olacak, altınla altın, gümüşle gümüş, üzümle üzüm gibi. Üzüm vererek üzüm, altın vererek altın alacak olursak, miktarlarını eşit tutacağız, araya girerse ziyade fâiz olur. 2- Ayrı cinsten şeylerden birini vererek yapılan alışveriş, karşılıklı mütâbakatla istenen miktarda olur, ancak peşin olarak teslim ve tesellüm gerekir. (İbrahim Canan, Kütüb-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/108)



Yahya İbn Sa'îd (r.a.) anlatıyor: Rasûlullah (s.a.s.) Hayber'in fethi sırasında iki Sa'd'a (Sa'd İbn Ebî Vakkas ve Sa'd İbn Ubâde), ganimet malından altın veya gümüş bir kabı satmalarını emretti. Onlar, her üç (birim)'i aynı dört (birim) mukabilinde, veya her dört (birim)'i üç (birim) aynı mukabilinde sattılar. Rasûlullah (s.a.s.) onlara: "Siz ribâ yaptınız, geri verin" diye emretti." (Muvattâ, Büyû’ 28 h. no: 2, 632)



Açıklama:



Başka rivayetlerde tasrîh edildiği üzere Hayber'in fethi sırasında ganimetlere nezâret vazifesini Hz. Peygamber (s.a.s.) rivâyette isimleri geçen iki Sa'd'a vermiş idi. Rasûlullah (s.a.s.)'ın emri üzerine, altın (veya gümüş) bir kabı aynı cinsten para ile satarlar. Yani altın kap sattılarsa mukabilinde altın, gümüş kap sattılarsa mukabilinde gümüş para aldılar demektir. Aynı cinsten para alınca, ağırlığına denk olması gerekirken, dörtte bir fazlasına veya dörtte bir eksiğine satmışlar. Râvî, fazlaya mı, eksiğe mi sattıklarını hatırlamıyor ise de; a) Aynı cinsiyle sattığını ve arada fark bulunduğunu iyi hatırlamaktadır. b) Rasûlullah (s.a.s.)'ın bu akdi "ribâ" diye reddettiği de râvî tarafından kesinlikle ifâde edilen bir husus olmaktadır.



Ribâdır, çünkü ribâ mallarından biri kendi cinsinden bir malla alınıp satılacak olursa başa baş misliyle olur, biri fazla diğeri eksik olamaz. (İbrahim Canan, Kütüb-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları, 3/109)



Mücâhid anlatıyor: "Ben İbn Ömer (r.a.)'le beraberdim. Ona bir kuyumcu gelerek: "Ey Ebû Abdirrahman! Ben altın işliyor ve bunu kendi ağırlığından fazla altınla satıyorum. Böylece ona harcadığım el emeği miktarında fiyatını artırıyorum" dedi. İbn Ömer (r.a.) onu bu işten yasakladı. Kuyumcu aynı meseleyi tekrar tekrar söyledi. Her seferinde İbn Ömer (r.a.) onu bu işten yasakladı ve son olarak da şunu söyledi: "Dinar dinarla, dirhem dirhemle satılır. Aralarında fazlalık olamaz. Bu, Peygamberimizin bize vasiyetidir, biz de size vasiyet ediyoruz (tebliğ edip duruyoruz)." (Bu rivâyet Muvattâ'da tam olarak gelmiştir. Nesâî ise sâdece Hz. Peygamber (s.a.s.)'in sözünü kaydeder. Muvattâ, Büyû' 31, h. no: 2, 633; Nesâî, Büyû’ 46, h. no: 7, 278; İbrahim Canan, Kütüb-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları, 3/109-110)



Açıklama:



Bu rivâyet, altın ve gümüş gibi, kıymet birimi olan maddelerin alışverişi, kendi cinslerinden maddelerle yapıldığı takdirde itibarî değerlerinin nazar-ı itibâra alınmayacağını ifade eder. İtibarî değer, antika eşyalardaki hâtıra değeri, süs eşyasındaki san'at ve işlemeye müteallik el emeği gibi değerlerdir. Söz gelimi bilezik, kolye, küpe gibi altın ve gümüşten mâmul eşyalardaki emek ve işçilikten ileri gelen fiyat artması aynı cinsten parayla alıp satmalarda hesaba katılmayacak demektir. Hesaba katılması için bir başka cinsten para veya eşya ile alınıp satılması gerekir. Buna riâyet edilmeyen alış verişler ribâ sayılır ve haramdır.



Bu prensip ilk nazarda zorluk gibi gözükürse de, büyük bir rahmettir. Zîra, itibârî değeri olan antika veya hâtıra eşyalarını taşıyanların vergi yükü hafifletilmiş olmakta, bunların alım satımları vesilesiyle başka mallar da tedâvül imkânı bulmakta ve dolayısıyla piyasa hareketlilik kazanmaktadır. Hele temel gıda maddelerinde buna riâyet, başka hareket ve bereketlere imkân hazırlamaktadır.



Atâ İbn Yesâr anlatıyor: "Muâviye, altın veya gümüşten mâmul bir su kabını, ağırlığından daha fazla bir fiyatla satmıştı. Kendisine Ebu'd-Derdâ (r.a.): "Ben Hz. Peygamber (s.a.s.)'in bu çeşit alışverişi yasakladığını işittim. Rasûlullah (s.a.s.) bunların satışı misline misil olmalı diye emretti" diye itiraz etti. Muâviye: "Ben bunda bir beis görmüyorum" diye cevap  verdi. Ebu'd-Derdâ (r.a.) öfkelendi ve: "Muâviye'yi kınamada bana yardım edecek biri yok mu? Ben ona Hz. Peygamber (s.a.s.)'den haber veriyorum o bana şahsî reyinden söz ediyor. Senin bulunduğun diyarda yaşamak bana haram olsun!" diye söylendi. Ebu'd-Derdâ bunun üzerine orayı terkederek Hz. Ömer (r.a.)'in yanına geldi. Durumu olduğu gibi ona anlattı. Hz. Ömer (r.a.) Muâviye'ye bir mektup yazarak bu çeşit satışı (altının altınla satılması), misli misline ve ağırlığına denk olarak yapmasını emretti." (Muvattâ, Büyû’ 33, h. no: 2, 634; Nesâî, Büyû’ 47, h. no: 7, 279). Rivâyette mevzûbahis edilen bu su kabı, altındandır, ancak inci, yâkut ve zeberced cinsinden kıymetli taşlarla işlenmiştir. Muâviye'nin buna 600 dinar para verdiği belirtilir. Sünnete muhalefet mânası taşıdığı için, Ebu'd-Derda fevkalâde üzülmüştür. Zîra şahsî re'yi ile sünneti reddetmek gibi bir davranış İslâm ulemâsını son derece üzen bir vak'adır. Ebu'd Derda'nın Muâviye 'ye küsmesi makbul küsmelerden sayılmıştır. Ulemâ, bir kimse, bir başkasına sünneti tebliğ ettiği zaman kulak verip itaat  etmediği takdirde onu terkedip küsmenin câiz olacağını söylemiştir. Hatta, Tebük seferine katılmaktan kaçan Ka'b İbnu Mâlik (r.a.)'le kimsenin konuşmaması için, Hz. Peygamber (s.a.s.)'in verdiği emir de bu meselede misal olmaktadır. Âlimler, bid'at çıkaran kimsenin terkedilmesi ve kendisiyle konuşulmaması gerektiği hususunda bu vak'ayı delil kılmışlardır. Nitekim İbn Mes'ud, bir cenaze sırasında bir adamın güldüğünü görünce: "Allah'a kasem olsun seninle ebediyyen konuşmayacağım" demiştir. Bu vak'a'nın Ubâde İbn Sâmit'le Muâviye arasında geçtiğine dair rivâyetler de mevcuttur. İki ayrı hâdise olması da muhtemeldir. (İbrahim Canan, Kütüb-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları, 3/111-112)



 "Ribâ veresiyededir." Diğer bir rivâyette: "Peşin alışverişlerde (cinsler farklı ise fazlalık sebebiyle) ribâ olmaz." (Buhârî, Büyû’ 40; Müslim, Büyû’ 102, h. no: 1596; Nesâî, Büyû’ 50, h. no: 7, 281)



Açıklama:



Burada Hz. Üsâme (r.a.)'nin bir hadisin son kısmını hatırlayarak rivâyet ettiği açıklanmıştır. Rasûlullah (s.a.s.)'a ayrı cinsten iki şey birbiriyle satılırken birinin diğerine mukabil ağırlıkça fazla olmasının ribâ sayılıp sayılmayacağı soruluyor. Rasûlullah (s.a.s.), bu durumda peşin satıldığı takdirde ribâ olmayacağını ancak, veresiye olduğu takdirde fazlalık girecek olursa bunun ribâ olacağını beyan buyuruyor. (İbrahim Canan, Kütüb-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınlar, 3/112)



İbn Ömer (r.a.) anlatıyor: "Ben dinarla deve satıyor, dinar (altın para) yerine gümüş alıyordum. Bazan da gümüşle (dirhem) satıyor, onun yerine dinar alıyordum. Bu durumu Rasûlullah (s.a.s.)'a arzederek hükmünü sordum. "O andaki (aynı meclisteki) kıymetiyle olunca bunda bir beis yok" buyurdu." (Tirmizî, Büyû’ 24, h. no: 1242; Ebû Dâvud, Büyû’ 14, h. no: 3354-3355; Nesâî, Büyû’ 50, h. no: 7, 281-282; İbn Mâce, Ticârât 51, h. no: 2262)



Ebû Dâvud'un bir rivayetinde şöyle gelmiştir: "...O günün fiyatıyla almanda bir beis yoktur, yeter ki aranızda (henüz ödenmeyen) bir miktar olduğu halde birbirinizden ayrılmış olmayasınız." (Ebû Dâvud, Büyû’ 14, h. no: 3354, 3355)



Ma'mer İbnu Abdillah İbni Nâfi (r.a.)'nin anlattığına göre, kölesine, bir sâ buğday vererek pazara yollar ve: "Bunu sat, parasıyla arpa satın al" der. Köle gider. Onu vererek bir sa'dan bir miktar fazla arpa satın alır. Köle dönünce, Ma'mer (r.a.) ona: "Niye böyle yaptın? Çabuk git ve geri ver. Misli misline denk al. Zîra ben, Rasûlullah (s.a.s.)'ı işittim, şöyle diyordu: "Yiyecek, yiyecekle misli misline denk olmalıdır." O zaman yiyeceğimiz arpa idi. Kendisine: "Ama bu arpa onun misli değildir" dendi ise de: "Ben arpanın buğdaya benzemesinden korkarım" cevabını verdi." (Müslim, Müsâkat 93, h. no: 1592)



Açıklama:



Görüldüğü üzere arpa ile buğday birbirine yakın iki gıda maddesi olduğu için, bir cins sayarak araya giren fazlalığı fâiz kabul edenler olmuştur. İmam Mâlik bu mânadaki hadislere dayanarak bu iki maddeyi bir cins addeder. Cumhur ise buğday ve arpanın iki ayrı cins olduğunu kabul eder. Aslında burada da buğdayla arpanın bir cins olduğu sarih değildir. Ma'mer (r.a.), takvâsına binâen ihtiyatla hareket etmiştir. (İbrahim Canan, Kütüb-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları, 3/113)



İmam Mâlik'e ulaştığına göre, Süleyman İbn Yesar demiştir ki: "Sa'd İbn Ebî Vakkas'ın merkebinin yemi bitmişti. Kölesine: "Ailene ait buğdaydan bir miktar götür, ona mukabil arpa satın al, sakın mislinden fazla almayasın" dedi. (Muvattâ, Büyû’ 50, 52, h. no: 2, 645)



Ebû Ayyaş'ın -ki ismi Zeyd'dir- anlattığına göre: "Sa'd İbn Ebî Vakkas (r.a.)'a, beyaz buğday mukabilinde kabuksuz arpa satın almanın hükmünü sorar. Sa'd (r.a.) kendisine: "Hangisi daha kıymetli?" diye sorar. Zeyd: "Beyaz buğday" der. Sa'd onu bu işten men eder ve der ki: "Ben Rasûlullah (s.a.s.)'a kuru hurmayı tâze hurma mukabilinde satın alma hakkında sorulduğu zaman işitmiştim. Rasûlullah (s.a.s.) bunu sorana: "Tâze hurma kuruyunca ağırlığını kaybeder mi?" dedi. Adam "evet" cevabını verince, Rasûlullah (s.a.s.) onu bu işten men etmişti." (Tirmizî, Büyû: 14, h. no: 1225; Ebû Dâvud, Büyû’ 18, h. no: 3359; Muvattâ, Büyû’ 22, h. no: 2, 624; Nesâî, Büyû’ 36, h. no: 7, 269; İbn Mâce, Ticârât 53, h. no: 2264)



Açıklama:



Görüldüğü üzere yaş hurma, kuru hurma ile eşit miktarla da olsa, farklı miktarla da olsa, peşin de olsa, veresiye de olsa satın alınamadığı gibi, kıymetce birbirinden farklı olan buğday ve arpa da birbiri mukabilinde alınıp satılamaz. Araya bir başka birim meselâ "para" girmelidir. Biri satılır, elde edilen para ile öbüründen satın alınır. Ebu Hanife merhum yasağı veresiye satışa hamlederek ölçek yönüyle eşitlik halinde birbiriyle satışlarını tecviz eder. (İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/114-115)



Ebû Dâvud'un diğer bir rivayetinde: "Hz. Peygamber (s.a.s.), tâze hurmayı kuru hurma ile veresiye satmayı yasakladı" denir." (Ebû Dâvud, Büyû’ 18, h. no: 3360)



Abdullah İbn Amr İbni'l-Âs (r.a.)'ın anlattığına göre, "Hz. Peygamber (s.a.s.) kendisine bir ordu hazırlamasını emretmiştir. Mevcut develer (askerlere) yetmedi. Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.s.) (devesi olmayanlar için, bilâhere) hazine develerinden ödenmek üzere deve te'min etmesini emretti. (Böylece Abdullah) zekât yoluyla hazineye gelecek develerden iki adedi karşılığında bir deve temin ediyordu." (Ebû Dâvud, Büyû’ 16, h. no: 3357)



Açıklama:



Cumhur, aynı cinsten de olsa hayvanın hayvana mukabil veresiye olarak, farklı sayıda satılabileceğini söylemiştir. İmam Mâlik cinslerin farklı olmasını şart koşmuştur. (İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/117)



"İki hayvan, veresiye olarak bir hayvana mukabil satılamaz. Peşin satılırsa bunda bir beis yoktur." (Tirmizî, Büyû' 21, h. no: 1238; İbn Mâce, Ticârât 56)



Semûre İbn Cündeb (r.a.) anlatıyor: "Hz. Peygamber (s.a.s.) hayvanın hayvanla veresiye satışını yasaklamıştır." (Tirmizî, Büyû' 21, h. no: 1237; Ebû Dâvud, Büyû' 15; Nesâî, Büyû' 65, h. no: 7, 292; İbn Mâce, Ticârât 56, h. no: 2271)



Saîd İbnu'l-Müseyyeb derdi ki: "Hayvanda ribâ yoktur. Hz. Peygamber (s.a.s.) hayvan satışını üç hususta yasakladı: el-Mezâmin, el-Melâkih ve Habelu'lhabele." (Mezâmîn: Dişi devenin karnındaki yavru demektir. Melâkih: Erkek devenin belinde bulunan (ve dişiyi dölleyen) şey demektir. Habelu'l-habele: "Hâmile develerin hâmile kalması) yani, dişi develerin karnındaki ceninin doğuracağı yavrunun satımı. İmam Mâlik, bu tâbirleri, yukarıdaki gibi açıklamıştır. Ancak garib kelimeleri açıklayan lugatci ve fakihler nezdinde, mezâmîn ve melâkih kelimeleri aksi mânaları ifade etmektedir. (Muvattâ, Büyû' 63, h. no: 2, 654)



Açıklama:



Bu hadis, biri diğerine mukabil karşılıklı satıma konu olan hayvanlar, aynı cinsten de olsa ayrı cinsten de olsa peşin veya veresiye, mutlak olarak câiz olduğunu beyan etmektedir. Esâsen farklı cinsteki hayvanlar veresiye olarak birbiriyle satılsa ribâ yoktur. Aynı cinsten olmaları hâlinde veresiye satımları İmam Mâlik'e göre câiz olmaz. Şafiî hazretleri yukarıdaki rivayeti esas alarak cevazına hükmeder. (İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/119)



 İmam Mâlik'e ulaştığına göre, bir adam İbn Ömer (r.a.)'e gelerek: "Ben birisine bir borç verdim. Bana, bunu daha üstün bir şekilde iâdesini şart koştum" dedi ve hükmünü sordu. İbn Ömer (r.a.): "Bu ribâdır" diye cevap verdi ve şu açıklamada bulundu: "Borç verme işi üç şekilde cereyan eder.



1- Borç vardır, bunu vermekle sâdece Allah'ın rızasını düşünürsün. Karşılığında sana rızâ-yı İlâhî vardır.



2- Borç vardır, bununla arkadaşını memnun etmek istersin.



3- Borç vardır, temiz bir malla pis bir şey almak için bu borcu verirsin. İşte bu ribâdır."



Adam: Öyleyse bana ne emredersiniz, ey Ebû Abdirrahman? diye sordu. İbn Ömer şu açıklamada bulundu: "Akdi yırtmanı tavsiye ederim. Borçlu, verdiğin miktarı aynen iâde ederse alırsın. Verdiğinden daha az iâde eder, sen de alırsan sevap kazanırsın. Eğer sana, daha iyi birşeyi gönül hoşluğu ile verirse, bu sana bir teşekkürdür, böylece teşekkürünü ifade ediyor demektir. Sana ayrıca, ona vâde tanıdığın için sevap vardır." (Muvattâ, Büyû' 92, h. no: 2, 681-682; İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/120)



Mücâhid'in anlattığına göre, "İbn Ömer (r.a.) bir miktar borç para aldı. Bunu sâhibine daha iyi bir şekilde ödedi. Borç veren adam: "Bu verdiğimden efdaldir (fazladır)" diyerek almak istemedi. İbn Ömer adama: "Biliyorum, ancak için bu şekilde rahat edecek" dedi. (Muvattâ, Büyû' 90, h. no: 2, 681)



Açıklama:



İmam Mâlik, önceden her iki tarafca şart koşulmamak kaydıyla, borçlunun borcunu öderken, içinden gelerek, bir fazlalıkta bulunduğu takdirde bunun faiz olmayacağını ifade etmiştir. Bunun borçlunun içinden gelmesi, gönül hoşluğu ile vermesi şarttır. Verilen fazlalık şart gereği, âdet icabı, vaad sonucu olursa câiz olmaz. Ayrıca bu fazlalık  bir başka eksikliği  kapatmamalıdır. Sözgelimi on adet düşük altına mukabil sekiz adet kıymetli altın ödemek veya on adet âdi sikke altın almışken, on adet iyi altın ödemek gibi, bu durum da ribâ sayılır. (İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları, 3/120-121)



Sâlim (r.a.) anlatıyor: "İbn Ömer (r.a.)'e 'belli bir vâde ile bir başkasında alacağı bulunan adam, parasını daha çabuk alabilmek için bir kısmından vaz geçecek olsa?' diye sordular. İbn Ömer bunu hoş görmedi ve bu davranışı yasakladı." (Muvattâ, Büyû' 82, h. no: 2, 672)



Açıklama:



İmam Mâlik ve Ebu Hanîfe vâdeyi kısaltma karşılığında borcun azaltılmasını tecviz etmemişlerdir. İbnu Abbas (r.a.) bunu tecviz eder. Şâfiî'nin her iki görüşe de sâhip olduğu belirtilir. (İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/121)



Ubeyd İbn Ebî Sâlih anlatıyor: "Ben, bilâhere ödenmek üzere Dar-ı Nahle ehline bez sattım. Bir müddet sonra Kûfe'ye gitmek istedim. Borçlular bana gelerek fiyattan biraz inmem hâlinde peşin ödeyeceklerini söylediler. Bunu Zeyd İbnu Sâbit'e sordum. Bana: "Hayır, bu işi yapmana cevaz veremem, bunu (ribâyı) senin yemeni de, (satın alanlara) yedirmeni de emredemem" dedi. (Muvattâ, Büyû' 81, h. no: 2, 671)



Zeyd İbnu Eslem anlatıyor: "Cenab-ı Hakk'ın terketmeyenler için harb etmeye izin verdiği ribâ, câhiliye devrinde iki şekilde cereyan ederdi:







1- Bir kimsenin diğer bir kimsede, vâdeli bir alacağı bulunurdu. Vâde dolunca alacaklı: "Ödeyecek misin yoksa fâizlesin mi?" derdi. Borçlu öderse öbürü alırdı. Ödemezse, ölçeklenen, tartılan, ekilen veya sayılan çeşitten ise alacak katlanırdı.



2- Yaşla ölçülen (canlı hayvan gibi) bir mal ise, daha üst mertebeye kaydırılır, vâde de uzatılırdı. İslâm gelince Cenab-ı Hak şu âyeti indirdi: "Ey iman edenler! Allah'tan sakının, inanmışsanız fâizden arta kalan hesaptan vazgeçin. Böyle yapmazsanız, bunun Allah'a ve Peygamberine karşı açılmış bir savaş olduğunu bilin. Eğer tevbe ederseniz sermayeniz sizindir. Böylece haksızlık etmemiş ve haksızlığa uğramamış olursunuz" (2/Bakara, 278-279). (Bu rivâyeti Rezîn tahric etti. İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/123)



"Ribânın en kötüsü, haksız yere müslümanın ırzını (mânevî şahsiyetini) rencide etmektir." (Ebû Dâvud, Edeb 40, h. no: 4876)







Açıklama:







Ribanın en kötüsü diye tercüme ettiğimiz "erba'rribâ" tâbiri "en çok vebâle sebep olan", "en ziyade haram olan" gibi mübâlağalı bir mana ifade etmektedir. Burada kötülüğü zihinde tesbit edilmek istenen şey gıybettir. Çünkü ırzı rencide, gıybetle olur. Gıybetin bu kadar kötü olması, kişinin nazarında şerefin maldan daha kıymetli olmasından ileri gelir. Irzla kişinin mânevî şahsiyetinin, sosyal itibar ve şerefinin kastedildiğini bir kere daha hatırlatabiliriz. İbnu'l-Esir, en-Nihaye'de: "Irz, insanın medh ve zemm yeridir. Nefsi de, selefi de (anası babası gibi) veya durumunun taalluk ettiği bir başkası da olabilir" diye tarif ettikten sonra "kişinin nefsini ve hasebini (itibarını) koruyan, onu noksanlaşma ve yaralanmalardan koruyan yönü de dendi" diye açıklar. Peygamberimiz; "Her müslümanın kanı, malı, ırzı bir diğer müslümana haramdır" buyurmuştur. Şu halde, insanın kan ve maldan sonra gelen varlığı, onun ırzını teşkil etmektedir. İnsan ecdâdıyla itibar kazanır, intisab ettiği cemaatle, köy veya şehri veya beldesiyle itibar kazanır, şeref duyar. Şu halde, yukarıdaki tarifteki medh ve zemm yeri tabiri ile insana itibar getiren, şeref kazandıran her  hususun kastedildiğini anlamamız gerekir. Böylece kişiyi dolaylı olarak rencide edici sözlerin daima gıybet hânesine yazılacağını bilmemiz gerekir. Dinimizin insan konusundaki bu hassâsiyeti, ona verdiği yüce değerden kaynaklanır.



Gıybeti kötülemede, onu ribâ ile mukayese etmek de başka incelik. Çünkü dinimizde  ribâ en çok kötülenen, kaçınılması husûsunda en çok dikkat çekilen, hassâsiyet gösterilen bir günahtır. Kur'ân-ı Kerim'de "Ribâ (faiz) yiyen kimselerin kıyâmet günü, kabirlerinden şeytan çarpmış kimselerin kalkışı gibi kalkacakları... Allah'ın riba'yı helâl sayan kâfirleri sevmediği" ifade edilir (2/Bakara, 275-276). Şu halde, sadedinde olduğumuz hadis, gıybetin bu pis günahtan daha pis bir  günah olduğunu belirtmektedir. Tîbî der ki: "Rasûlullah 'ırz'ı, mübâlağa kasdıyla mal cinsine sokmuş ve ribâyı iki çeşit kılmıştır: Bir çeşidi müteârif ribâ'dır yani borçludan, malını fazlasıyla  almaktır. Müteârif olmayan riba ise  kişinin dilini arkadaşının ırzına uzatmasıdır. Hadiste ikinci ribâ birinciden daha kötü ilân edilmiştir." Gıybetin böyle kötülenmesi İslam'ın çok ehemmiyet verdiği sosyal dayanışmayı zedeleyici olmasından ileri gelir. Başka çeşit yaraların tedâvisi kolay ise de, mânevî yaraların, sosyal hastalıkların tedâvisi zordur. Çoğu kere mümkün değildir. Üstelik bu, ferdî hukuka girmektedir, affedilmesi, öncelikle gıybeti edilen kimsenin affetmesine bağlıdır. Halbuki bazan ırkî, mezhebî, siyasî cemaatî mülâhazalarla kitlelerin gıybeti yapılmakta, böylece hem ümmet  birliği ciddî şekilde yaralar alarak günümüzdeki darmadağanıklıkta olduğu gibi  gayr-i müslimler karşısında güçsüz duruma düşülmekte; hem de öbür dünyaya büyük veballe gidilmektedir. Gıybete giren ufak bir  kelâmla, icabında bir millet, bir hizib, bir aile mensupları toptan rencide edildiği için günahı büyük olmaktadır.



Hadiste geçen istitâle, dil uzatma demektir. Bunun içine  rencide edici her çeşit sözün gireceği açıktır. Hadiste yer verilen "haksız  yere" tâbirinden âlimler, bazı hallerde gıybetin câiz olacağı hükmünü çıkarmışlardır. Zulme uğrayan, hakkı rencide edilen kimsenin şikâyet etmeye, zâlimin yüzüne zulmünü haykırmaya hakkı vardır. Bu günah olan gıybet değilir. Ehl-i bid'anın, fâsığın  kötülükleri, onların şerrinden mü'minleri korumak kasdıyla hallerinin beyânı câizdir, yasağa girmez.







Ebû Cuheyfe (r.a.) anlatıyor: "Rasûlullah (s.a.s.) kan  mukabilinde alınan ücretten, köpek semeninden/parasından, fuhuş kazancından men etti. Dövme yapanı, dövme yaptıranı, fâiz yiyeni, fâiz yedireni ve musavvirleri lânetledi." (Buhârî, Büyû' 113, 25, Talâk Libas 86, 96; Ebû Dâvud, Büyû' 65, h. no: 3483)



Hz. Ali (r.a.) anlatıyor: "Rasûlullah  (s.a.s.) ribâyı yiyeni, yedireni, ribâ akdini yazanı, sadakaya (zekâta) engel olanı, dövme yapanı, dövme yaptıranı, hulle yapanı, hulle yaptıranı lânetledi." (Nesâî, Ziynet 25, hadis no: 8, 147)







Açıklama:







Rasûlullah (s.a.s.), bu hadislerinde, mü'minler ve hatta hayvan ve eşya hakkında bile kullanılmasına cevaz vermediği "lânetleme"nin, kimler hakkında kullanılabileceğinin örneğini vermektedir. Bunlardan ilki, konumuzla ilgili olandır. Rasûlullah’ın lânet ettiği az sayıda insanlar arasına fâizle ilgili muâmelelere girişenler de vardır. Alan, veren, faizin girdiği akidleri yazan, şahidlik yapan vs. Rasûlullah diliyle lânetlenmiştir. Ribâ veya fâiz aynı mânâya gelir, lügat olarak artmak, ziyadeleşmek demektir. İslam dini alışverişte faizi şiddetle yasaklamıştır. Kur'ân-ı Kerim birçok âyette faizin haram olduğunu belirtmiş, mü'minlere "faiz yemeyin" uyarısında bulunmuştur (3/Âl-i İmrân, 130; 4/Nisâ, 161; 30/Rûm, 39).



"Însanlar dinar ve dirhemlerin peşine düşer, iyne satışı yapar, hayvancılık yapar ve Allah yolunda cihadı terkederlerse, Allah onlara bir belâ indirir ve bu belâyı yeniden dinlerine dönünceye kadar da kaldırmaz." (Ebû Dâvud, Büyû', 54; Melâhim 10; Ahmed bin Hanbel, II, 42).



"Faizle malını artırmaya çalışan hiç kimse yoktur ki, işinin âkıbeti malının azalmasını sonuçlandırmasın!" (Kütüb-i Sitte Muhtasarı Tercüme ve Şerhi, c. 17, s. 261)



"Miraç gecesi, bir kavme uğradım ki, karınları evler gibi iri idi. Bu karınların içi yılanlarla dolu idi ve yılanlar dışardan gözüküyorlardı. Ben: 'Ey Cibril bunlar kimlerdir?' diye sordum. "Bunlar fâiz yiyenler!" dedi..." (Kütüb-i Sitte Muhtasarı Tercüme ve Şerhi, c. 17, s. 260) (Bu rivâyet, bazı âlimlerce eleştirilmiş ve zayıf kabul edilmiştir.)



Hz. Ömer (r.a.) anlatıyor: "En son inen ayet, faizle ilgili olan ayettir. Rasûlullah (s.a.s.) onu bize açıklamadan vefat etti. Öyleyse faizi de faiz şüphesi olan muâmeleyi de bırakın." (Kütüb-i Sitte Muhtasarı Tercüme ve Şerhi, c. 17, s. 261) (Bu rivâyet, zayıftır.)



"Faiz yetmiş üç kapı (çeşit)dir." (Kütüb-i Sitte Muhtasarı Tercüme ve Şerhi, c. 17, s. 260) (Bu rivâyet de zayıftır.)



Aşağıdaki hadis rivâyeti, mûteber kabul edilen hadis kitaplarında geçmez, büyük ihtimalle uydurmadır, zâten Peygamber üslûbuna benzemeyen bir ifâde sözkonusudur ve cezâsı abartılmıştır:



 "Faiz yetmiş çeşit günaha sebeptir. En hafifi, kişinin anasıyla zinâ yapması gibidir." (Kütüb-i Sitte Muhtasarı Tercüme ve Şerhi, c. 17, s. 260). Hatta, kimi rivâyetlerde "kişinin Kâbe'de anasıyla zinâ yapması gibidir" denilir.