H- Aklın Yetkisi: Özel Haller, Yeni Durumlar, Değişik Şartlara Çare Bulmak Ve Daima İlerlemeye Teşvik...

Şeriat, Allah tarfından inzal buyurulmuştur. Şeriat kanunlarını ayakta tutacak olanlarsa insanlardır. Dolayısıyla, insanların şeriatın hikmetlerini korumaları gerekir. bunu yapmayacak olurlarsa, O’nu eksiksiz ve doğru şekli ile asla tatbik edemiyeceklerdir.



Şeriatın kaidesi hayata otomatik olarak tıpa tıp uyduğu için hayat otomatik olarak yürümez. Herhangi bir şer’i kaidenini hayata tıpatıp uyması ve hiçir meselenin bu kaide dışında kalmaması düşünülemez. Hiç şüphesiz ki, bir tek kaideyle ilgili yüzlerce özel haller vardır. İnsan, şeriat kanunlarının arkasında gizlenmiş olan hikmetleri anlamadıkça, şeriat kanunlarının tümünü ve aralarındaki karşılıklı bağlantıları kavramadıkça, şeriatı, insanlığın gerçek hayatta karşılaşacağı bu çeşitli hallere asla tatbik edemiyecektir. Kur’an-ı Kerim, yukarda bir kısmını mealen verdiğimiz şeriat kanunlarıyal ilgili ayetle de görüldüğü gibi, bu ve emsali ayet-i kerimeler üzerinde düşünmesi, kafa yorup onlaması ve iyice kavrayıp korunması ve hatta onları olduğu gibi hayata uygulayabilmesi için, insan aklını devamlı bir uyarmaya tabi tutmakta ve bu hususa büyük bir itina göstermektedir. Kur’an-ı Kerim de yukarda verdiğimiz ayetlerden başka şeriat kanunlarıya ilgili daha bir haylı ayet-i kerime vardır. bu ayet-i kerimelerin her birinde düşünce ve tedbire sarih bir şekilde yön veren kısımlar yoktur ama; onlar, tatbik ve infazdan önce, aklı bu ayet-i kerimeleri gereği gibi anlamaya çağıran bu genel hükme hamledilmişlerdir.



İslam fıkıh sahasında görülmedik derecede büyük bir gayrete şahit lomuştur. Bu, bütün insanlığa ait ebedi bir miras sayılır. Bu fıkıhtan pek çok şeyler şu ana kadar diri ve istidlal derinlikleriyle parlak olarak kalmışlardır. İslami fikrin fıkıh sahasına boşalması, ayetler üzerinde gereği gibi düşünmek ve getirdikleri fikirleri bütün derinlik ve genişlikleri ile öğrenmek, üzerinde yeteri kadar durup düşünülmeden, tüm bir açıklık kazanmaları için, yeterli hazırlık yapılmadan bunlara ulu orta dalmayı önlemek suretiyle, Kur’an-ı Kerim’in akla verdiği yönün bir yankısını teşkil etmiştir.



Birinci asırdan itibaren, açık, sabit ve muhkem kanunlar hususunda bile fkir yürütmeyi, bütün kanunlar arasındaki genel bağlantı ve hikmetlerin iyice anlaşılmaısnı gerektiren çok çeşitli haller ortaya çıkmıştır. Hz. Ömer, işte bundan dolayı, Hatıb ibni Ebi Belte’a-nın devesini çalan iki gence hırsızlık cezasını tatbik edememiştir. Çünkü Hz. Ömer, gözlerinden kaçmayan açlık şüphesinin bu iki gençten cezayı kaldırdığı görüşüne itibar etmiş ve: “Allah’a yemin olsun ki, sizin onları işinizde kullanıp da aç bıraktığınızı bilmemiş olsaydım -oysa ki, onlardan biri (açlıktan) Allah’ın kendisine haram kıldığı bir şeyi bile yemiş olsaydı o, ona helal olurdu- ellerini mutlaka keserdim.” demiştir. Hz. Ömer’in bu olay karşısında bu şekilde davranması Onun, şeriatın bütün hikmetlerine tam bir vukufu olduğunu onları kül halinde bildiğini göstermektedir. Ülül-emri, (İslam idarecesini), tebeasından fazilete sarılmalarını istemeden, şeriat dışı şeyler yaptıkları zaman cezalandırmadan önce, fakirlerin ihtiyaçlarını karşılamak ve onları müreffeh bir hayat seviyesine kavuşturmakla da yükümlü ve onlardan sorumlu kılan şeriat...



Diğer taraftan insanların  hayatta karşılaştıkları değişik durumlara dair kanunlar -ki bunlar, idare ve mal siyaseti ile ilgili şeylerdir- bu konularda Allah’ın hikmeti, teferrut kabilinden olan tafsilatlar ve değişik şekillerin üstündeki esas ve prensipleri şeriatın kapsamı içerisine almayı gerektirmiştir. Çünkü her asrın getirdiği yenilik, ilim seviyesi ve maddi alemle münasebet derecesine göre yenileşmiş olarak işlerin kendi çerçevesi içerisinde yürümesini gerektiren müdir fikir, bu esas ve prensipler olduğuna göre, herhangi bir tafsilat veya değişik şekil, ancak belirli  bir devreye münhasır kalacaktır. Bununla beraber, cemiyetin içerisinde yaşadığı idare şekli, bu genel müdir fikre bağlı kalacak, ne bu hakim fikre zıt düşecek ve ne de ondan dışarı çıkacakır. mesela, idarede takip edilecek siyasetle ilgili iki umumi hüküm varid olmuştur. Bunlardan biri: adalet, diğeri:



“Şüphesiz ki Allah, size insanlar arasında hükmettiğiniz zaman adaletle hükmetmenizi emreder.” (Nİsa: 4/58)



Şuradır. Adaletle ilgli hüküm mealen şudur:



Şura ile ilgili hüküm de şudur:



“Onların işleri aralarında müşavere (ile) dir.” (Şura: 42/38)



Evet, islam, bu genel hükümleri getirmiştir ama, şuranın ne şekilde olacağını belirtmemiştir. Kabile ve aşiret reislerinden meydana gelen bir topluluk mu? Seçilmiş veya bilirli kimselerden kurulu bir millet meclisi mi?Yoksa, iki meclis mi?... ne?... Bunları belirtmemiştir.Çünkü bu, toplumun şekil ve imkanlarının değişmesiyle değişen bir durumdur. Mal siyesetiyle değişen bir durumdur. Mal siyasetiyle ilgili olarak da şu genel hüküm gelmiştir:



“Ta ki, (mallar) içinizden (yalnız) zenginler arasında dolaşan bir devlet olmasın.” (Haşr: 59/7)



Böylece, malın az bir topluluğa hasr edilerek, yalnız onlar arasında elden ele dolaşıp da, ümmetin geri kalanlarının ondan mahrum bırakılmalarının çirkinliğini belirtmiştir. Ümmetin müşterek hayırda iştirak şekline, nimetlerni herkese aşağı yukarı aynı oranlarda dağıtılmasına gelince, bu meseleyi yukardaki ana kaideden dışarı çıkıp da mesela, ağalık, geniş arazilerin belli şahıslara tahsis edilmesi, Avrupa’nın yaptığı gibi, kapitalizm veya kominizmin yaptığı gibi, mülkiyetin tamamen kaldırılması ve benzeri İslam dışı şeylere sığınmaya kalkmadan, her kuşağın kendi şartlarına, ilmine, imkanlarını ve bönyesine uygun bir kalıba dökmesine terk etmiştir. Zira müslümanlar, kendilerini ilgilendiren dünya işlerini, en iyi yine kendileri bilirler.



İslam, işte bu sebeplerden dolayı, işlerin yeryüzünde Allah inancına dayalı olan adalet ve hak prensipleri uyarınca yürümesinin garanti altına alınması için, şeriat kanunlarının hikmetleri karşısında insanın uyanık olmasını, onları korumasını ve onlar üzerinde durup düşünmesini ister.



Yalnız bizim, şeriat kanunlarını devamlı suratte Allah’a yönelmekle, Allah inancı ile nasıl bağdaştığını düşünmemiz gerekir. Şöyle ki; tüm Kur’an-ı Kerim de, şeriat kanunlarıyla ilgili hemen hemen hiçbir ayet yoktur ki, insanı, Allah’ı zikretmeye, O’ndan korkmaya ve sevab ve rızasına teşvik etmeye yer vermemiş olsun...



Bu büyük akidenin meziyetlerinden biri de O’nun, insan aklını tamamen serbest bırakarak, ona yer yüzünde en geniş ölçüde iş yapma fırsatını tanıması, kapıları onun üzerine kapamaması veya çözülmesi imkansız kalıplara döküp de onu dondurmaması olmuştur. İslam’ın büyük ibretlerinden biri de, onun, Allah inancına çağırırken, ne düşüncenin kendilerine aktığı akıl vermez, güç yetmez, bir takım harikalarla, ne de akla geçit vermeyen, tercih imkanı bile tanımayan ve onu karşısında aciz e çaresiz halde bırakan bir takım esrar perdesiyle aklı kahr edip ölüme terketmemesi olmuştur. Bilakis İslam, akla hitab etmiş, onu şidetle korumuş uyandırmış ve karşısına alıp onunla fikir yarışması yapmıştır. böylece Allah’ın kalpler ve gözlerle şereflendirdiği insana layık olan koruyucu ve tutucu imanın oluşumunda aklın geniş ölçüde katkısını sağlamıştır. Yalnız İslam, daha önce de söylediğimiz gibi, akli, altından kalkamayacağı ağır yükleri taşımaya davet etmez. Ancak ona daimi suratte ruhun parlak meş’alesinden yolunu aydanlatacak bir aydınlık ve bir parıltı verir. Onu daima iman nuru ile besler. Akıl da iman konusunda fıtratın karakterine; hiçbir parçası diğer parçalarından ayrılmayan insan varlığının hakikatine kucak açar ve buyur eğer.



Daha önce aklı, göklerin, yerin, hayatın ve insanın yaratılmasındaki HAK’ka yol bulması, bu hak uyarınca amel etmesi ve bu hakkın yerine getirilmesi uğrunda cihat etmesi için, Allah’ın kainattaki ibret levhaları üzerinde nasıl serbestçe düşünmeye terk etmiş ise; burada yine bu HAK’ka yol bulup gereğicinde amel etmesi için, şeriatın hikmetini anlamaya, aynı şekilde terketmiştir.



İşte şeriat imanla bundan dolayı bağdaşır. Ahkam, vicdanı aydınlatan takva (Allah korkusu) ile bu yüzden kaynaşır.



Bu, yalnız iç alemin fıtratına kucak açıp buyur etmekten ibaret olmamış, aynı zamanda ceza korkusu etkeni ile  değil de, iyi ve güzele rağbet ve düşkünlük etkeni ile toplumdaki işlerin dürüst birşekilde yürümesini garanti eden en üstün siyaset olmuştur.



İslam, toplumun onsuz ayakta durumayacağı, şeriata en uygun sınır çizgisinin ayakta tutulmasınıgaranti etmek için şeriatın bir bölümü olan cezaları koymuştur. Yalnız, İslam’ın bütün hedefi bundan ibaret değildir. Çünkü, cezalar, toplumu alçalmaktan korumak için yeter sayılabilir. Evet, bunlar, toplumu alçalmaktan korumaya yeter ama, tolumun terakkisi ve daima ileriye teşvikine yetmez. Bu, vicdanın derinliklerinden gelen rağbet ve düşkünlük  duygusunu, üzerindeki ağırlıkları atıp da, son noktasında eli bağlı kalmak için kanunun hudut ve elastikiyetini araştırmayı aklının ucundan bile geçirmeyen rağbet duygusunu ayakta tutan bir haldir. Bu duygu,, kanunun hududunu değil, daima yükselmeye can attığı ve yükselişteki tadı bulduğu yüksek ufukları araştırır. Bunu da şeriat getirmez, yöneliş getirir. kalbin Allah’a yönelişi. O’na bağlanışı ve yalnız O’nun rızası ile dolup taşışı...



Farz kılınmış olan en uygun sınır ve ulaşılması arzu edilen en üstün seviye... Şeriat, daima birbirinden ayrılmayan iki unsurdur. İşte bundan dolayı kur’an-ı Kerim’de şeriat kanunları ile inanç esasları birbirine sıkı bir şekilde bağlanmış ve kaynaşmıştır. Bu, ikisi birbirinden ayrılması çok güç olan bir tek varlıktır...