4 - Teslimiyet Ve İtaat: Abdest, Namaz, Zekat, Hac...

İnsan, İslam ve Kur’an’ın havasında yaşayınca, Allah’a teslim olmaktan kendini alakoyamaz. Allah mülkün malik ve sahibidir. Rızkı dağıtıcısıdır. Hayat ve ölümün taksimcisidir. işler düzenleyicisidir. Tekdir; hiçbir ortağı yoktur.



“Allah’ın insanlara açacağı rahmeti tutacak (hapsedecek hiçbir kuvvet) yoktur. Tutacağı şeyi de ondan sonra salıverecek yoktur, o mutlak galip hüküm ve hikmet sahibidir.” ( Fatır: 35/2)



İnsan O’ndan başka kimse sığınabilir? Allah’tan başkasına sığınmanın ne kıymeti var?. Ve bu, neticede insana ne fayda sağlar? İnsanların kendi şahsi işerinde ellerinden ne geliyorda, başkalarını ilgilendiren işlerde ellerinden birşey gelsin?.. Allah’tan saşkasına sığınmak ve bel bağlamak neticede el aleme rezil ve rüsvay olmaktan başka giç bir değer taşımaz.  Allah’tan başkasına bel bağlamak apaçık zarar ve düpedüz iflastır.



“Onlar, izzet ve şevkati, onların, (kafirler) in yanındamı arıyorlar? Gerçekten büyük ululuk ve kudret Allah’ındır.” (Nisa: 4/139)



İnsan sanki Allah’tan başkasına sığındığı zaman, Allah’ın kudretinden dışarı çıkabilirmi?.. insan herhangi bir kimseye veya şeye sığınmaya kalktığı zaman, sanki, Allah ona ulaşmayacak ve kudreti ona erişemiyecekmidir?..



“Ya Mulammet! sen bilki, eğer (ümmet)in sana bir fayda temin etmek üzere (bir araya) toplansalar, Allah’ın senin için takdir buyurmuş olduğundan başka bir şeyle sana fayda sağlayamazlar. Eğer (ümet)in sana bir zarar eriştirmek üzere (bir yere) toplansalar, Allah’ın senin için takdir buyurmuş olduğundan başka hiçbir şeyler sana zarar veremezler.”



(8) Tirmizi  



O halde en doğru ve en güzeli, insanın Allah’a yönelmesi ve O’na güvenip, O’nun himayesine sığınması değilmidir?..



 İşte akide kalpleri böyle etkiler; Allah’a tam bir güven ve kalp huzuru ile bağlanmayı; O’nun kudretine kayıtsız şartsız teslim olmayı ve razı olduğu her şeye razı olmayı sağlar.



Akide Peygamberimiz (s.a.v.) de de aynı etkiyi yapmış ve Peygamberimiz (s.a.v.) de kendini Allah’a kül olarak teslim etmiş, ne kendisi ve nede başkaları için akideden zerre kadar fedakarlık yapmamıştır. Allah’a ta m manasıyla teslim olup boyun eğerek; bolluk ve darlık halinde O’nun kudretinden razı ve memnun; gerçek hayrın daima Allah’ın seçtiği şey olduğuna tereddütsüz inanarak yaşamıştır.



“Olur ki bir şey hoşunuza gitmezken o, sizin için hayırlı olur.”(Bakara: 2/216)



“Olabilirki birşey sizin hoşunuza gitmezde, Allah onda birçok hayır takdir etmiş bulunur.” (Nisa: 4/19)



Gerçeği bilen yalnız Allah’tır. Sebeplere göre sonuçları düzenleyen O’dur. Sebep ve sonuçları yüce hikmeti ve önünde durulmaz kudreti ile düzenler. Beşer, ne herhangi birşeye göre birşeyi düzenlemeyi ve nede birşeyden belirli bir sonuç elde etmeyi garanti edebilir. Şerrin nerede pusulandığını, hayrın nerede saklanmış olduğu kesinlikle hiç bir kimse bilemez. Bütün işleri düzenleylen yalnız Allah’tır. Her şeye kadir Olan ve dilediğini yapan da O’dur.



Akide sadr-ı islamda, ehl-i suffenin kalplerinde de aynı tesiri icra etmiştir. Ehl-i suffe, nefislerini -güçlerinin yettiği oranda- Allah’a teslim etmişler ve bilmişlerdir ki bu, en hayırlısıdır Böylece, nefislerini, amellerini ve duygularını, yanında hiçbir şeyin zayi olmadığı Allah katına havale etmişlerdir.



Akide, hakiki imanı kendisine mal etmiş olan her fertte aynı etkiyi yapar. Böyleleri, bütün işlerin tamamen Allah’a teslim ve havale ederler. O’nun kudretine güvenir, rahata kavuşurlar. Ufak tefek şeyler için endişeye düşmezler. Başlarına gelen sıkıntı ve darlıklardan dolayı sızlanmaya, karşılaştıkları nimet ve boluklardan dolayı yeşillenip böbürlenmeye kalkmazlar. Rızık için endişeleri yoktur, çünkü rızık Allah’ın elindedir. Hayat için temaşları yoktur, zira, hayatda ölümde Allah’ın elindedir. Onların ne mevki ve makam derdi vardır ve ne de halktan gelecek eziyet ve belalar onlar için bir problem teşkil eder. Yeryüzünde insanlara eziyet veren, sızlandıran ve ızdırap çektiren hiç bir şey onlar için mesele değildir.



“Hakikat insan, hırsına düşkün ve (sabrına kıt) yaratılmıştır. Kendisine şer dokundumu feryadı basandır. Ona hayır dokundumu feryadı basandır. Ona hayır dokununca da çok cimridir, yalnız namazı kılanlar öyle değildir...” (Mearic:70/19-22)



Bu böyle  olduğuna göre, müslüman hiç tereddüt etmeden hayır nerede ise oraya gidecek; İslami ölçüde hangi iş daha hayırlı ise onu seçecektir.



Kayıtsız şartsız Allah’a teslim olmanın; her şeyi O’na güvenmek ve her işi O’na havale etmek demek olacağı; bunun da, zayıflığa, uygunsuz işler yapılmasına mesuliyetten sıyrılmaya meydan vereceği zannolunabilir.



Böyle bir zamanın gerçekle asla alakası olamaz. Zira Abdullah oğlu Muhammed (s.a.v.)  ne hayatı boyunca en küçük bir yazıflık eseri göstermiştir; ne mesuliyetten sıyrılmıştır; ne Ondan çirkin bir iş sadır olmuştur ve ne dehayra, iyiye, yapmaya ve tamir etmeye koşmaktan; harf, cihad ve hareketten geri durmuştur. Kendisi böyle olduğu gibi aynı prensiplerle terbiye edip yetiştirdiği ümmeti de böyledir.



Bunlar, Allah’a gerçekten teslim oluşun önder ve örnekleridir. Şu halde bu, ne bahanecilik, ne zayıflık ve ne de arıştırıcılıktır. Bu, hiç şüphesiz, işleri Allah’a havale ettikten sonra yan gelip yatmak değil, Allah’a hakkıyla güvenmek ve O’na tevekküldür. Azim kılıcını durmadan, bileyen, insana önünde durulmaz bir ilerleme yeteneği veren tevekkül...



Asapları son derece gerginleştiren ve bozan, endişe fırtınaların zehrini kalpten çıkarıp atan tevekkül...



Korkudan doğan tereddüt ve şaşkınlığı; olaylarla yüzyüze gelmeyi göze alamamaktan doğan çekimserlik ve bahaneciliği kalpten temizleyen tevekkül...



Olaylar Allah’ın elinde... Sonuçlar Allah’ın elinde... Ömürler Allah’ın elinde... O halde tereddüt neden?.. Şaşkınlık neye?.. Korku neden?.. Bir kenara çekilip eli kolu bağlı oturmak neye?..



Yok canım sende, bu, bir azim bir kuvvet, bir hareket ve bir ilerleyiştir. Başka bir şey değil.



Bu azim ve ilerleyiş sayesinde bu ümmet, tarih sahnesinde var olmuştur. Dünyanın çeşitli kıt’alarında, tarihin çeşitli bölümlerinde kol kol yayılan ümmet... Haklarında Cenab-ı Allah’ın:



“Siz, insanlar için (insanlığın faydası için gayıptan, yahut levh-i mahfuzdan seçilip) çıkarılmış en hayırlı bir ümmetsiniz.” (A’li İmran: 3/110) buyurduğu ümmet...



Harp etmiş, durdurulamamış; ölüme atılmış, hayat bahş edilmiş ümmet...



Hayatın tümünü içine alan geniş manasıyla ibaret, ruh terbiyesi için etkili bir vasıtadır.



Namaz, oruç, hacc, zekat ve benzeri bütün farz ibadetlerin gayesi, ruh terbiyesi; nefsin madi ve manevi dayanağı ve senedidir. İbadetler, beden ve made ağırlıkları, şehvet vearzu etkenleri ve türlü zorluk ve çetinlikleri ile, insanın hayat gerçekleri ile yüzyüze gelişidir.



Özellikle namaz, ibadetlerin özü ve ana direğidir. İslam’ın namaza şiddetli bir i’tina göstermesi bundandır.



Müslüman, abdest aldığı zaman, yalnız ellerini görünen pisliklerden temizlemekle kalmaz; aynı zamanda onları, elleriyle işlemiş olduğu günahlardan da temizler. Müslümanın bu ulvi manayı duymadıkça, elleriyle işlemiş olduğu günahları abdestle ellerinden hakiki manada yıkayıp attığını hissetmedikçe abdesti tam ve mükemmel olamaz yani müslüman abdest alırken, elleriyle işlemiş olduğu günahları hatırlayacak ve kalben Allah’a yönelip bu günahlardan affını dileyecektir. Belki de bu yöneliş o kimseyi bir daha o günaha dönmekten alakoyacak ve tevbesini hedefine ulaştırmış olacaktır.



Müslüman, abdest alırkan gözlerini, sadece tozdan topraktan temizlemek izen değil; aynı zamada, her hürlü hain bakış ve günahkarane nazardan da temizlemek için yıkar. Bu kimse bu manayı kalbinde hissedince umulur ki bir daha aynı yoldan günah işlemez.



Bu kimse, bu şekilde aynı manaları hissederek, kulaklarını yıkar, kolarını, ayaklarını yıkar ve böylece her defasında bir anda bütün beden tam manası ile temizlendiği gibi; ruh da arınır ve tertemiz olur.



Rasulullah (s.a.v.) de, her fırsatta müslümanları bu manaya yöneltirken, defalarca bu manayı onlara tekrar ederken, tamamen bunu kast etmiş ve kalplerde bu ülvi mananın adamakıllı yerleşmesini hedef tutmuştur.



Cenab-ı Hak, namaza giriş demek olan abdestin, sapık fikirlilik ve konkunç bir vicdan bozukluğu içerisinde, sırf adet kabilinden yapılan şekli ve göstermelik bir alışkanlıktan ibaret olmasını asla murad buyurmamıştır. Allah’ın istediği; müslümanın bütün varlığı ve bütün kalbi ile kendisine yönelmesi ve her şeyde oluduğu gibi, bu namaz hazırlığı abdesti de, müslümanın huşu içerisinde bir kalp veuyanık bir vicdanla yerine getirmesidir. Bu, Allah’ın huzuruna çıkış anı için mükemmel bir kalbi hazırlıktır. O an ki, arzı semaya bağlar, insanı yaratıcısına eriştirir, şu fani ve hiç mesabesindeki zerreyi, ezel ve ebedin güç ve kudretine ulaştırır. Bundan da, bir nur, bir enerji, bir kararlılık ve bir (vücud-varlık)elde edilir.



Allah, abdestin duyusal ve görülür manasıdan saptırılıp da, gerçek mana ve kıymetini kaybetmesini asla murad buyurmamıştır.



Zira, abdest, vücudun yalnız dış kısımlarını temizlemekten ibaret olmuş olsaydı, her hangi bir şekilde yapılan temizlik, abdestin yerini tutar ve ayrıca abdest almaya lüzum kalmazdı. Sonra da, mana ve hikmetini hatta kalbin derinliklerindeki ruhi tesirini ve iç temizliği yapma özelliğini tamamen kaybederdi. Böylece insan İslami taharet ve nezafetin taşıdığı mana uyarınca, hakkıyla temizlenmiş ve gereği gibi Rabbına düşkün bir kalple Allah’a yönelme imkanını yitirmiş olurdu. En büyük terbiyeci, Peygamberimiz (s.a.v.), tertemiz bir ruhtan doğan bu güzel parıltıyı söndürmek veya arınmış kalbi tümü ile harekete getiren bu canlı kıpırdanmayı engelleyecek şeylerin insanların kalplerine soktuğu müzahrefatın kalbi sarsmasını asla istemez. Bunca bela ve sıkıntılarla kalbi sarılmış görmek istemez. Bu külfetlerde kurtulduktan sonra kalp, nurlu yolunda yürür... Yepyeni... capacanlı...genç ve dinç, her türlü pisliklerden yıkanmış olarak, ilerler... alemler içinde uçar... Allah’ın uçsuz  bucaksız mülk ve melekutu içerisinde yüzer...



Peygamberimiz (s.a.v.), insanın, vücudunun dış kısmını dikkate alıp da, ruhunu unutmasın; insanın gözünde, görünen alemin gizli alemi perdelemesini asla istemez. İnsanın beş duyunun kavradığı saha dışında kalan hiç bir şeyi göremeyen bir aptal mevkiine konmasını asla kabul etmez. Ancak, onun hayatı bütün kapsam ve derinlikleri ile ele almasını ister. Duyusal görüntüler çizgisinde demirlemesini istemez. Aksine beş duyu ötesine nüfuz edip, vicdanın ve kainatın derinliklerine kadar dalmasını, tam hakikatı, Allah’ı görmesini ister...



Sonra müslümün, namaza ,bu, her iki yanı ile geniş ve feyizli aleme girer.



İnsan kalbinin ardına kadar açıldığı bu ulvi ve enteresan anlara girer. Bir de bakarsın ki, o, beş duyunun hududundan; dünyada olan, görülen ve bilinen şeyler çerçevesinden; ne belli bir sınır, ne ulaşılır bir gaye ve sonucu ve ne de elle tutulur bir tarafı olmayan şu hudutsuz ve her şeyi çepeçevre saran nur alemine intikal ediverir. Ruhların idrakettiği nur.. Ruhların kana kana içip susuzluğunu giderdiği nur...



“Allah göklerin ve yerin nurudur. O’nun nurunun sıfatı, sanki içinde bir çırağ bulunan bir hücredir. O çırağ bir sırça (kandil) içindedir. O sırça (kandil) de sanki bir inci (gibi parıldıyan) bir yıldızdır ki, güneşin doğduğu yere de, battığı yere de nisbeti olmayan mubarek bir ağaçtan, zeytun’dan tutuşturulup yakılır. O’nun yağı kendisine bir ateş dokunmasa da, hemen hemen ışık verir. (Bu ışık da), nur üstüne nurdur. Allah kimi dilerse, onu nuruna kavuşturur.” (Nur: 24/35)



İnsanı yaratıcısına bağlayan namaz... Bu, kalbi Allah’a bağlı insan bir de bakarsın ki, -namaz sayesinde-Allah’ın yaratıklarından hiç birine benzemeyen enteresan bir varlık haline gelmiş... -Bütün aczi, sınırlı ve fani gücü içerisinde- mucize kabilinden şeyler ortaya koyabilir; yaratıcı ruhtan feyz ve enerji alabilir; bütün set ve engelleri yıkıp devirebilir; kainatlarını ve hacmini genişletip, kainatı, hareket sahası genişleyip hayatın tümünü içine alabilir; varlığı genişleyerek, ebediliği ve varlığın hakikatini tadabilir bir varlık halini alır.



Oruç:



 “Ey iman edenler sizden evvelki (ümmet) lere yazıldığı gibi sizin üzerinize de oruç yazıldı (farz edildi), ta ki korunasınız.” (Bakara: 2/183)



Muhakkak ki orucun gayesi takva (Allah korkusu) dur. ibadet ve taatden doğan takva:Bedenin ve nefsin, direnecek ve itaatsizlik gösterebilecek duruma gelmesi halinde insanın, şehvet ve arzularından uzak kalmasını sağlayan ibadet ve taat...



Oruç, usulüne uygun olarak tutulup da yalnız nefsi yeyip içmekten alıkoyma manasına alınmadığı; kalbin içtenlikle oruç tutması sağlanıp da yalnız barsakların orucu olmaktan çıkarıldğı zaman; insanı Allah’a yöneltebildiği; insan kalbinde yer alan her fikrin, şuurundaki her duygu, her yöneliş ve sırrın -özellik bu ayda-Oruca ve kendini hakkıyla Allah’a verişe yakışır tarzda pak ve temiz olması gerektiği iyice anlaşıldığı takdirde, takva kalbe dolar ve ruh tertemiz ve pırıl pırıl nurdan, yüksek ufaklara dalar...



Zekat... Nefislerin cimrilikten temizlenmesi... Ruhun, yalnız kendi varlığını hissedip, başkalarını hiç duymayan ve tanımayan azgın benlikten kurtarılıp serbeste bırakılması... Bu, insanlık ailesini, topyekün, bir tek sofra başında toplayan şerefli bir kardeşlik duyğusunu canlandırmaktır. Bu sayade bakmışsın ki bütün insanlar, birbirine yaklaşmış ve kaynaşmış... Her fert bu ailede başkaları ile akraba olmuş... İnsanı, sahip olduğu mülk ve kazandığı servet duygularından çekip çıkaran kardeşlik... Zira burada, bir tekaile içinde katkısız bir mül yoktur. İnsanlar, ancak, hayır ve güzelde ortak; Allah’ın umuma şamil rızkında, yalnız soy ve kökte müşterektirler.



İnsanlar içinde haccı ilan et. Gerek yaya gerek her uzak yoldan gelecek artık develerin üstünde (süvari olarak sana)gelsinler. Ta ki kendilerine ait menfaatlara şahit (ve hazır) olsunlar. Allah’ın rızık olarak kendilerine verdiği dört ayaklı davarlar (kurbanlıklar) üzerin e ma’lum olan günlerde Allah’ın adını ansınlar. İşte bunlardan yeyin, yoksulu, fakiri de doyurun. Sonra kirlerini gidersinler. Adaklarını yerine getirsinler. Ve O, beyt-i atiki tavaf etsinler... İşte (emir) budur. Kim Alah’ın hürmet (edilmesini emir)budur.Kim Allah’ın hürmet (edilmesini emir eylediği şey) lere ta’zimde bulunursa bu, Rabbı indinde kendisi için (mahz-ı)hayırdır. Karşınızda okuna gelenler müstesna olmak üzere, davarlar sizin için helal kılındı. O halde, murdardan putlardan, kaçının, yalan sözden çekinin... Allah’ın muvahhitleri, O’na eş tutmayanlar olarak (kaçının, çekinin). Kim Allah’a eş koşarsa o, yüksekten düşüpde (parçalanmış ve) kendisini kuş kapmış, yahut rüzgar onu uzak bir yere atmış (nesne) gibidir... Bu, budur, kim Allah’ın şearini büyük tanırsa, şüphesiz ki bu, kalplerin takvasındandır. Onlardan muayyen bir zamana kadar sizin için menfaatler vardır. Sonra varackaları (kurban edilecekleri) yer beyt-i atik’e müntihiddir... Biz her ümmet için kurban kesmeyi meşru kıldık, kendilerini rızıklandırdığı dört ayaklı davarlar üzerine  (yalnız) Alah’ın adını ansınlar diye... İşte sizin Rabbınız bir tek Allah’tır. O halde O’na teslim olun. (Habibim) sen mutı ve mütevazi olanları müjdele... (öyle muti ve mütevazi olanlar ki)Allah anılınca onların kalpleri korku(u ile ayn) ar. Onlar kendilerini isabet eden (mihnetlere, zorluklara) sabredenlerdir. Namazı dosdoğru kılanlardır. Kendilerini rızıklandırdığımız şeylerden (Allah için) harcarlar.” (Hacc: 22/27-35)



Tam bir kalp temizliği içerisinde hacc farizasını ifaya gidenler, ne muazzam şeyler anlatıyorlar; ne müthiş şeyler hissediyorlar!..



Mikaddes yerleri ziyaret etmenin ve oralarda hacc farizasını ifa etmenin verdiği, kalpleri coşturan ve vicdanları dolduran vecd halleri, hayatta benzerine ender raslanan çok enteresan hallerdir. Dünyanın dinmez karışıklıkları; doymaz hırs ve düşkünlükleri kanmaz arzu ve istekleri içerisinde, insan kalbinin göklere yükseldiği haller. .. İnsanın Allah’la tamamen başbaşa kaldığı, affını ve rızasını lütf etmesi için Rabbına yöneldiği haller...



Halkın o mukaddes yerlerde duyduğu kalp şeffaflığı tarife sığmaz. Onlar, orada, Peygamberimiz (s.a.v.) in yürüdüğü yerlerde yürürler. Namaz kılıdığı, kendisine vahyin geldiği, Kur’an-ı Kerim’in indiği, sabrettiği, muharebe ettiği ve zafer kazandığı yerlerde namaz kılarlar, ibadet ve taatde bulunurlar.



Bunlar kalp ve vicdanı şiddetle ürperten ve kalbin en derin noktalarına kadar bu ürperme ve titreyişi ileten eşsiz duyuşlardır. Her türlü kir-pastan arınmış; Yüce varlığa kadar ulaşan, O’nunla birleşmek ve O’na kavuşmak için yine O’nun insanda emanet bıraktığı yüce nuru ile aydınlanmış parlak cevhere erişen müstesna duyuşlardır...



İşte bu sıraladıklarımız, farz olan ibadetlerdir. İslam’ın bütün ibadetlerinde bunlardan ibaret değildir.



İslam’da ibadet, hayatın tümünü içine alacak derecede geniş bir mana taşır. Onda, insanı yalnız Allah’tan beklemek maksadı ile, -değil yaptığı- nefsine hakim olup yapmadığı işler ve kalbinin derinliklerinde yer alan her temiz duygu bile ibadettir. Sırf Allah rızası için, düşük ve adi duygulardan geri durmak ibadettir. Gece ve gündüz Allah’ı zikretmenin her türlüsü ibadettir. Bundan dolayı ibadet, hayatın tümünü içine alır ve bu ulvi gaye ile insan her nereye yönelirse yönelsin Allah’a yönelmiş ve O’nun hakkıyla abid bir kulu olmuş olur.



Bu derece geniş manasıyla ibadet, kul ile Rabbı arasında devamlı ve bağ teşkil eder, ruh içinde tükenmez bir terbiye ve eğitim kaynağı olur.