C- İnsanın Bütün Güçlerini Değerlendirmek, İç Ve Diş Dünya İle Denge Kurmak.

İslam, insanı ve hayatı işte böyle işler, böyle değerlendirir, böyle tedavi eder. bir tek varlakta birleşmiş ve kaynaşmış beden, akıl ve ruh olarak... Yeryüzünde yapıcı, aktif durumda olan bedeni, akli ve ruhi güçler olarak...  Birbirine tam manası ile bağlanmış ve kaynaşmış olarak... Berikinin işini ötekinden ayırmaksızın... Başka unsurların hakimiyeti uğruna bir unsuru devamlı olarak çöküntüye maruz bırakmaksızın...



İslam, bu kaynaşmayı sağlamakla belirli sonuçlar elde eder. İşte, tam ve dürüst insanın özelliklerini tayin eden ve bu ideal insanı el ile tutulur gözle görülür şekilde hayat gerçekleri arasına sokan da bu husustur.



Nefsin bütün telleri üzerine toplu ve birbirine bağlı olarak perçin vurup akord yapmak, bir anda iki şeyi birden kapsar, bir taşla iki kuşu birden vurmayı sağlar:



Birincisi:yeryüzünü ma’mur hale getirmek ve Allah’tan emanet alınmış olan halifelik görevini güçlerden hiç birini hedef etmeden, insanın bütün güçlerini hakkı ile değerlendirme... İnsanlığın bütün güçleri hakkı ile değerlendirmek... İnsanlığın varlığında kendisini gösteren bu servet, emsalleri içerisinde tek ve kolay kolay kıymet biçilemiyecek üstün bir servettir. Son derece acaip ve enteresan sonuçlar sağlayabilen sir servettir. Bu büyük servetten en ufak bir şeyi ihmal edip, son haddine kadar hakkı ile değerlendirmemek, en azından Allah’a karşı küfran-ı nimette bulunmak ve aynı zamanda insanın kendi nefsine bile bile zulmetmesi demektir.



İnsanın yer yüzünü ma’mur ve müreffeh bir hale getirmek için, Allah’ın yer yüzündeki hazinelerine bekçilik etmek; onun yeryüzündeki geniş rızıklarını tanımak hayat seviyesinin geliştirilip yükseltilmesi için bütün bu fırsatları ganimet bilmek ve böylece hergün bir yeni seviye kaydetmek sureti ile, bedeni kuvvetlerini seferber etmemesi, allah’ın bunca nimetlerini inkar ve Ona karşı küfran-ı nimette bulunmaktan başka bir şey değildir. 



İnsanın, hayat seviyesinin yükselmesi uğrunda; Allah’ı tanımak, Allah’a bağlanmak, yalnız Onun kuvvetinden medet beklemek ve hidayetine girmek kabilinden olan her şeyi gereği gibi yapmaması; insanlar arasında karşılıklı dayanışma, hayır ve refah duygularına karşı bir alışkanlık meydana getirmek ve insanın, maddi güçlerini kullanmak sureti ile ulaşacağı hayır ve refah duygularına karşı bir alışkanlık meydana getirmek ve insanın, maddi güçlerini kullanmak sureti ile ulaşacağı hayır ve refah, top yekün Allah’ın halifeleri ve hayatın bütün nimetlerinde ortak olan her insanı ulaştırmak uğrunda ruhi güçlerini kullanmaması, Allah’ın nimetlerini inkar ve Ona karşı küfran-ı nimette bulunmak değil de nedir?!



İnsanın, kainatın sır ve kanunlarını öğrenmesi; madde aleminde ve insan hayatındaki Allah’ın adet ve sünnetlerini tanıması; bütün bunları insan hayatını düzenleyip en mükemmel şekline sokmak ve İslam’ın çizdiği şaşmaz yolda insanların yürümesini sağlamak için, akli güçlerini seferber etmemek kadar korkunç küfran-ı nimet olur mu?



Her zaman nefsine tam manası ile hakim olup, bütün kuvvet enerjilerini hayat gerçeklerinde kullanma gücüne sahip olduğu halde; insanın, kendisinde mevcut olangüçleri tanımaması veya bazı güçlerini diğer güçleri hesanbıa heder etmesi, en azından nefsinin kadr-ü kıymetini bilmemesi ve nefsine zulmetmesi demektir. Zira insan, her an için Allah’a ibadet eden bir kul olabilir. Onun hidayetinden başka hiç bir şeyden medet beklemeyebilir. Her zaman için, kainatın bütün sır ve kanunlarını tanıyan ve hayat seviyesini geliştirmek ve yükseltmek için bedeni gayretini hakkıyle kullanan bir insan olabilir. İnsan-kusursuz olan İslam yolundan yürüdüğü zaman-herhangi bir yanını tam manası ile tatmin edeyim. Ya da şu veya bu yönden son haddine kadar faydalanayım diye, kendisinde mevcut olan çeşitli yanlardan hiç birini asla büs bütün tatil etmez. İşte Cenab-ı Hak, insanı bütün bu haraketleri her yanı ile yapabilecek yeterlikte ve bütün varlıklarını her yönde gerçekleştirebilicek güçte yaratmıştır. İşte insana vermiş olduğu bu çeşitli güçler sayesinde, bu hayatta onu en büyük lütfu olan halifelikle taltif etmiştir. Allah’a yeryüzünde vekalet etmek, Onun yer yüzünde halifesi olmak lütfu...



İnsanoğlu Allah’ın kendisine vermiş olduğu bütün güç ve yetenekleri hakkıyla kullanabilirse, daha da ileri gider; çok daha verimli ve daha çok bereketli sonuçlar elde eder. Bu bakımdan insan dediğimiz yaratık arteziyen kaynağına benzer. Kapsamı içerisine giren bölgeden açacağın her kuyu fışkırır. İlave edeceğin yeni kuyular eskileri ile birlikte kaynar. İslam’ın ilk devirlerinde durum tamamen böyledir. İnsanlık tarihinde müstesna bir örnek olarak yer alan bu ilk İslami devreler, verdiğimiz misale tıpa tıp uymaktadır. Açılmış çeşitli kaynaklarnı hep birden fışkırışı gibi ilim, amel, iş, zafer, nizam, mimari ve benzeri bütün sahalarda görülmedik bir hareket ve berekt dizisidir bu ilk devre... Hakiki alim o devrin alimi, gerçek kumandan o devrin kumandanı, örnek nizam o devrin insanlarını hiç bir zaman, ne Allah’a ibadetten ve ne de hidayeti uyarınca hareketten alıkoymuştur. Allah’a ibadetle meşgul olmak onları ne i’lay-ı Kelimetullah için yer yüzünü alt-üst etmekten ve ne de, vardıkları yerlerde mimari sahasında şah-eserler meydana getirmekten asla alıkoymamıştır. İslam pınarından sulanmış ve Rasulullah’ın mektebinde yetişmiş olan bu kıymetli insanlar, maddi ve manevi sahalarda böylesine müthiş bir iş ve inanış birliği içerisinde iken; ilmi (bilimsel) tecrübi (deneysel) düşünceden de katiyyen ayrılmamışlardır. Gibi ve benzeri müsteşriklerinde itiriaf ettikleri gibi, ilmi araştırma da tecrübe (deney) metodunu icat eden onlardır.



İkincisi:İnsanda mevcut olan; beden, akıl, ruh ve bunların istek ve kabiliyetlerini toplu halde hakkıyle değerendirmek insanın hiç aleminde ve hayatta mükemmel bir denge sağlamaktadır.



Gerçekten insanın özelliklerinden biri olan bu dengelilik ve kararlılık, çok geniş bir anlam taşımakta ve insanın bütün hayat ve hareketlerini içerisine almaktadır.



Beden gücü, akıl gücü ve ruh gücü arasında denge... İnsanın bütün maddi ve manevi tarafları arasında denge... Gerçek hayat ve hayali hayat arasında denge... Beş-duyu çerçevesi içerisindeki hakikatlere inanmak ve beş duyu hudutları dışındaki gayb alemine inanmak arasında denge... Şahsi meyil ve zaaflarla toplumu ilgilendiren meyil ve zaaflar arasında denge... İktisadi, içtimai ve siyasi nizamlar arasında denge... Velhasıl, hayatta ne varsa hepsi arasında çelişmez, kaynaşır; vurulmaz kucaklaşır bir denge...



“(Ey muhammed ümmeti), böylece sizi vasat, (orta) bir ümmet yapmışızdır.” (Bakara: 2/143)



Hiç bir şeyde ifrata kaçmayan, her şeyde vasatı gözeten, maddi ve manevi hareket ve davranışta mükemmel bir denge...



Haddi zatında bu denge, bütün kainatın karakteristik vasfıdır. Bütün gök cisimleri, yıldızlar, dünya ve bunlarda mevcut olan bütün güç ve enerjiler, tam bir muvazene ve mükemmel bir denge içerisindedir. Bütün genişlik ve derinliği ile bunlar, hiç bir yönden diğerleri ile çelişme ve düzensizlik durumunda değildir.Bu, insanı büyüleyen mükemmel denge, aynı zamada insanın da en karakteristik vasıfları arasındadır. Yeryüzünde Allah’ın halifelik ve vekillik şartını yerine egetiren ideal insanın... İnsanın ve bütün kainatın yaratıcısı olan Allah’ın yolunda kıl kadar ayrılmadan yürüyen insanın...



İnsanın sayılamıyacak güç ve yetenekleri yanında bir o kadar, hatta daha fazla meyilleri ve yönleri var. Bu bakımdan insan hayatında tam bir denge sağlamak, aslıda kolay değildir. İnsanın bütün hayatını kuşatan, insan hayatının her anını içerisine alan çetin bir çabadır bu... Özel ve ferman dinlemiyen zaruretler ve durup dinlenmek bilmeyen arzuları birbiriyle kaynaştırma... Yapılması gerekenle yapılabilen, olması gerekenle olan arasında uzlaştırma... Bir tek insanın birbiriyle çelişen çok çeşitli istekleri ile, toplumun istekleri arasında muvazene... Dünya ile ilgili işlerle ahiret işleri arasında denge sağlamak... Bir anla her an, bir fertle bütün fertlere ve bir kuşakla her kuşak arasında denge kurmak... Hayatın bütün güçlerini kaplayan çetin gayret...



Bununla beraber bu, her türlü gayret ve fedakarlığa değen bir hedeftir. Çünkü, yeryüzünde, hem maddi hem de manevi sahada insanın ulaşabileceği sulh, sükun, saadet ve verimin tümünü birden temin etmektedir İnsana...



Hayatta insanın karşılaştığı her felaket; başına gelen her türlü dert ve bela; uğradğı her fitne ve huzursuzluk; insanın iç alemindeki dengesizliğin tabii bir sonucundan başka bir şey değildir. Hayattaki huzursuzluk ve çekilmezlik bu iç muvazenesenesinin yokluğundan ileri gelmektedir.



İnsan, herhagni bir arzuya kendisini amansız bir şekilde kaptıracak olursa, Mesela: mal hırsı, kadın arzusu, iktidar arzusu ve benzeri arzulardan biri kendini adamakıllı sararsa bu, o kimsenin iç dünyasının karışmış, iç alemindeki duyguların uyuşmazlığa girmiş olduğunu gösterir. Bu durum o kimsenin, başlangıçta hayatından memnun ve razı olduğu kanatini verse bile, mesut olmasına imkan vermez. Aslında bu kimse, elinde  bununla yetinmeyip fazlasını istediği içindevamlı bir huzursuzluk içerisindedir. Sonra da bu ruhi bunalım, o kimsenin hayatında tesirini göstermeye başlar. Haddini aşan azgın arzular, yalnız sahiplerini sürükleyip götürmez, aynı zamanda karşılaşacağı iinsanlara bir bulaşıcı hastalık halinde sirayet eder. Bu insanlarda ister istemez, bu haddini aşmış isteklere hiç şüphesiz kendilerini kaptırırlar, böylece o insanlarında başını derde sokmuş olur bu kimse...



İnsan bedeni, akli ve ruhi yönlerden herhangi birine, diğer güç ve yönleri  hesabına dengesiz  bir şekilde  kayarsa  bu, o insanın iç aleminde  karışıklık ve düzensizlik  doğurur. Bu düzensizlik , onun hayattada  anormalleşmesine  ve düzeninin  bozulmasına yol  açar. Mesela: insan, büsbütün bedeni  tarafına kayarak, haddinden fazla mal elde etmek sevdasına  kapılırsa, veya aklı  tarafına aşırı derecede  yönelirde  hayat gerçeklerinden  tamamen uzak bir  manıstıra   çekilirse  veya tamamen  ruhi tarafına eğilerek, hiçbir  iş ve verime  dönüşmeyen , hayata  metelik vermeyen  bir duygu  alemine dalar ve  ruh denizinin amansız  dalgalara kendisini  terkederse; bir fert olarak asla  mesut olmaz. Çünkü bu kimse  sakatlanmıştır; dengesini  tamamen kaybetmiştir. Yürüme esnasında bir tarafına  anormal bir  şekilde  ağdırmaya başlamıştır. Bir tarafına  aşırı derecede  meylettiğinden, ayaklarını  istediği yere  basamaz  olmuş  ve kendisine  yönverme  yeteneğinden  mahrum kalmıştır. Çünkü bu anormal ağırlık, ve  bu kimsenin   muvazenesini bozmuştur. Ayakta durmasını  bile  güçleştirmiştir. Dolayısı ile her yanı; bedeni, aklı ve  ruhu mevcut  olduğu halde, bu  durumda mesut olmasına  asla imkan  yoktur.-Bir fert olarak asla mesut olmayacağı gibi her şeyi hayvani arzu ve bütün mes0elesi mal menal olan bir toplum olarakta asla dogru yolu bulamaz böyleleri... Fransa’nın meşhur çöküşü, maddeyeaşırı derecede düşkün hale gelişinin tabii bir neticesi olmuştur.  Hiç bir düşünür, hayatın gerçeklerinden tamamen ilgisini  kesip, kendisini  yalnız felsefeye veremez. Mütüfekkirleri cemiyetten el çekmiş bir  toplum düşünülemez. Avrupa, son iki  asırda en  çetin karşılıklara  sahne olmuştur. Bu karışıklıklar, Avrupa’nın komünizmi  benimsemesi sonucu  doğurmuştur. Buna, idealizm felsefesi 3 zemin hazırlamıştır. İçerisinde çökmüş fikirler ve kokmuş nazariyelerin kolgezdiği idealizm... Şerefli mesut bir hayata kavuşmayı dört gözle bekleyen halkı bir takım hayali va’dlerle oyalayarak, açıklık yokluk ve perişanlık içerisinde mahvolmaya terkeden idealizm... İçtimai çöküntüler, iktisadi buhranlar ve fikri dengesizliklerin kaynağı olan idealizme karşı bir direniş olarak komünizm benimsenmiştir. Avrupada... Hiçbir şeye aldırış etmeyen, bananeci bir ruhi harekete saplanmış olan bir toplumun yaşamasına imkan yoktur. Hindistan ve Çin’in duraklaması, gerilemesi ve yok olup gitme tehlikesine düşmesi, ruh ve hayal alemine dalmalarının tabii bir sonucudur.Bu milletler,yeryüzünden silinmek üzere iken, daldıkları ruh ve hayal aleminden kendilerini kurtarmış ve hayat gerçeklerine dönük bir yaşayışa girmiş oldukları için yok olmaktan kurtulmuşlardır.



(3)