B - Şümul: İnsani Bir Bütün Olarak Ele Alış. Beden, Akıl, Ruh…

İnsan. islam’ın terbiye metotlarına eğildiği zaman; onu, insanlığın varlık ve gücünü, ele alışındaki müthiş incelik ve titizlik karşısında hayretler içinde kalır... Her bölümü, başlı başına bir bütünmüş ve hasapta diğer bölümler yokmuş gibi ele alan incelik... sonrada, aynı derecede ince bir tiitz şümul ve ihata... Bölümlerin topunu birden ve aynı zamanda ele alan şümul!..



Hiç şüphesiz bu, her şeyi herkesten daha iyi değerlendiren yüce yaratıcıdan başka hiç bir kuvvetin ortaya koyamıyacağı insan üstü bir dikkat ve inceliktir. Bu, Allah’ın anlayana büyük bir mucizesidir:



“O halde (Habibim) sen yüzünü bir muvahhid olarak dine, Allah’ın o fıtratına çevir ki O, insanları bunun üzerine yaratmıştır. Allah’ın yaratışına (Hiç bir şey) bedel olamaz. Bu, dimdik ayakta duran bir dindir.” (Rum: 30/30)



İslam fıtrat dinidir. Hiç bir nizam, İslam’ın ele aldığı gibi fıtratı ele alıp islah etmez. Diğer bir ifade ile, hiç bir nizam, İslam’ın değerlendirdiği gibi, terbiye edip eserlerini zapt-u rap altına alarak fıtratı değerlendirmez. Zira İslam, insanan her yönü ile muhtaç olduğu gıdaları yeteri kadar verir. Bundan dolayı insan, en uygun şekilde ve en faydalı oranda gıdasını almış olur. Bu sayede, çok enerjik, verimli ve daima son derece hareketli kalır.



İnsanı bu kadar ince ve şümüllü bir şekilde  işleyen bir başka  nizam gösterilemez.



Bu arada, bir de  insan varlığının bir tek  tarafına   inanıp da, yalınız o tarafın  uygun gördüğü  şekilde  gıdalandırmaya çalışan bir takım  nizamlar vardır.



İnsanın ve hayatın yalınız beş duyu çerçevesi içerisinde kalan tarafına inanan nizamlar... Bunlara göre, beşduyunun anlayabildiği her şey hakikattır. Beş duyu dışında kalan şeyler hesaba katılmadığı gibi, varlığına da inanılmaz. Bundan dolayı, bu çeşit nizamlar, yeryüzünde beş duyu çerçevesi içerisinde duyumlanabilen şeylere önem verirler. En geniş şekli ile ziraat, sanat, mimari ve maddi anlamda üretime yer verirler. Bunlar, yalnız beş duyu sınırları içerisinde kalan şeylere önem verdikleri için yiyecek, içecek ve barınak imkanlarını genişletme yolunda çaba sarfederler ve bu arzular geniş ölçüde gerçekleşir.



Yalnız bunlar, insan varlığının ruhi tarafını unutmuşlardır.



Beş duyunun hissedemediği şeyleri ihmal etmişler: Allah’ı imanı,akidenin etrafa saçtığı nurların eseri olan üstündeğerleri ve ahlakı unutmuşlardır.



Bu zihniyet, halkın dünya hayatından azami değerece faydalanmasını sağlamış ve içtimai, siyasi, iktisadi ve maddi, her çeşit düzenden geniş ölçüde yararlanmıştır. Sonra ruhun imandan ve hayatın akideden yoksun olması sonucu bütün mal-mülk yok olmuş, her şey sıfıra müncer olmuştur. Çünkü, tatlı dünya metaı, rahat yatağı diken yapmış; hayatta tattuz bırakmamış ve doymak bilmeyen dünyevi hırs ve arzularının tatmini için her alanda dinmek bilmeyen bir kavga başlamıştır. Bu ortam, ne bedenin, ne ruhun ve ne de vicdanın rahat etmesine fırsat vermiştir. Sonra, bu kavga o kadar genişlemiş, o kadar artmışki, bir insan ölçüsünde kalan, bir kişinin başkaları ile olan kavgası veya bir toplumun diğer bir toplumla olan kavgası olmaktan çıkmış; her insanın, her toplumun, her devletin, her ordunun hatta her uçak ve füzenin katıldığı kavga halini almıştır. Neticede, korkunç bir yıkım tehlikesi her yüzünü sarmış ve insanlıkta rahat ve huzur bırakmamıştır.



Bir de insan varlığının yalnız ruhi tarafına inan nizam var.



Bu da, hakiki cevherin ruh olduğuna bu cevherle ilgisi olmayan hiç birşeyin ,bir anda uçup giden köpük misali- gerçekle zerre kadar alakası olmayan bir aldatmadan ibaret olduğuna inanır.



Aklınca ruhun hakiki gıdasını vermeye koyulur.



Kendisine has bir takım ibadetlere girişir. Nihayet insanı, bütün bedeni zaruretlerin üstüne çıkarır ve vücudu kahreder. Çünkü vücut, arzularına uymak asla doğru olmayan bir pisliktir. Bu pisliğin de insanda bulundurulması asla doğru değildir.



Böylece halk, ruhi hayattan yeteri kadar faydalanmıştır. Mecburiyet ilmenklerinden salınmış, şehevi lekelerden arınmış olan bu ruh aleminde yüzmektedir. Yüksek fikirler ve rüyalar kadar güzel duyguların ufuklarında uçmaktadır. Arkasından, fıtratın boğazlanması sonucu tamamen sonucu sinirilmiş olan beden, pısırıklıkta son hadde varır. Neticede, hayata hiç bir müsbet katkıda bulunmayan korkunç (selbiye) çekimserlik ve bana necilik herkesi sarar. Herkes, kendi iç alemini yaşar; elini soğuk sudan sıcak suya koymak istemez. Ne bir eser ortaya koyar ne de yapılmış bir şeyi yıkayım der; ne çevresinde olup bitenlere bakıp iyinin, güzelin hakim olması yönünde birtek adım atar ve ne de bir bozuk düzenin değiştirilmesi yolunda çalışır.



Görülüyorki, ne beş duyu ölçüsündeki madde ve ne de hiç-duyu ölçüsündeki mana sadra şifa vermiyor. Her ikiside hak yoldan uzak bunların... Her ikisi de Allah’ın lutfettiği hakiki halifelikten, yüce yaratıcının:



“Ben yer yüzünde bir halife yaratacağım.” (Bakara: 2/30)



Mealindeki ayet-i kerimeden kastediği, fıtratı ve yolu uyarınca işleyen raşit halifelikten ayrılmaktan başka bir şey değildir, bunların...



İslam, bahsettiğimiz bu iki varlıktan her ikisini de birlikte ele alır. Ne maddecilik ve ne de ruhçulukta olduğu gibi, en doğru ve fıtrata en uygun olan yoldan ayrılmaz.



İslam, hem beş-duyu çerçcevesi içerisine giren ve hemde beş-duyunun hudutları dışında kalan bütün insani değer ve varlıklara inanır.



İnsanın duyumlanan maddi varlığına inanır; çünük o, bir avuç topraktan yaratılmıştır:



“Ben muhakkak çamurdan bir insan yaratıcıyım.” (Sad:38/71)



Beş-duyunun tanıdığı her varlığın isteklerini kabul eder ve kuvvetlerine inanır. Değerlerinden hiç bir şeyi gözden kaçırmadan bu varlıkları tam manası ile kabul eder. Güç ve kuvvetlerinde de hiç birşeyi boşa gidermez.



Beş-duyu çerçevesi içerisinde insanın her türlü istek ve ihtiyaçlarını takibederek, onun, yiyecek, içeçek, giyecek, barınacak, kadın ve mal ihtiyaçlarını bol bol karşılar. Yer yüzünde mimari eserleri meydana getirmek ve bir takım nizamlar ve mediniyetler kurmak için, bütün güçlerini seferber eder.



İslam, yalnız insanın  maddi varlıklarına değil; aynı zamanda  ruhi varlık  ve değerlerine  de inanır. İnsanda Allah’ın  ruhundan bir nefha (üfrük) bulunduğuna da inanır:



“Artık onu en: insanın hilkatini” tamamlayıp içerisine de ruhumdan üfürdüğüm zaman kendisi için derhal “Bana) secdeye kapanın.” (Sad: 38/72)



Bu ruhi alemin isteklerine ve kapsamı içerisine girenbütün kuvvetlere inanır ve ruhun istediği akide, üstün örnek ve her türlü yücelikleri ona verir. Ruhi alemin bütün güçlerini seferber ederek onları, nefsin ve toplumdaki kötü insanların ıslahı; daima değerini kaybetmeyen hak ve adaletin yürütülmesi yolunda kullanır. Böylece insan, Allah’a bağlanmış, varlık ve ilhamını mevlasından almış olur.



Ne yalnız  bu ve ne de öteki...



İslam’ın meziyeti, ne yalnız insan hayatının zamamını içerisine almış olmasında ve ne de insanı ilgilendiren her çeşit kuvetleri kabul etmiş olmasındadır.



İslamın gerçek meziyeti, insan fırtratını bahsettiğimiz hakikatten daha derin bir şekilde izlemesindedır.



İnsanın varlığı, beden ve ruhtan müteşekkildir; veya aklı, beden ve ruhtan ayrı bir varlık olarak kabul edecek olursak, beden, akıl ve ruhtan müteşekkildir. Aslında bu varlığın parçaları (beden, akıl, ruh) birbirinden ayrı değildir. Yani insan varldığı, ne ruh veya akıl ile hiç bir ilgisi olmayan başlı başına bir bedendir; ne beden veya ruhla hiç bir irtibatı bulunmayan mustakil bir akıldır ve ne de akıl veya bedenle hiç bir bağı olmayan yalnız başına bir ruhtur. İnsanbirbiri ile kaynaşmış, parçaları (beden, ruh, aklı) birbirine sıkı sıkıya bağlı bir varlıktır.



Bazı nizamlar, bu parçalar arasındaki zahiri ayrılığa aldanmışlar ve bunları başlı başına birer varlık olarak kabul etmişlerdir. Bunun sonucu olarakta, vucuda tapınma, akla tapınma veya ruha tapınma prensiplerinde birine saplanıp kaldıkları için, insanın gerçek varlığını unutmuş ve hakiki kıymet ölçülerini heder etmişlerdir.



Uzmanlaşma yolunda gelişen ilmi araştırma da tabiatıyle aldatılmış ve gayesine varma imkanını kaybetmiştir. Dolayısıyla insanı: akılsız beden, bedensiz ruh veya ruhsuz akıl olarak taksimata tabi tutmuş; bunların herbirini diğerinden ayrı olarak incelemeye koyulmuş ve incelediği şeyin (insan) olduğunu zannetmiştir!..



Oysa ki, gözle görülen hakikat bu değildir.



Evet insan hayatında bazı anlar vardır. Bu anlar da insana, katkısız vücut veya katkısız akıl veyahutta katkısız ruh anı imiş gibi gelir.Yani, insan bazı anlar da kendisinin yalnız beden, bazen yalnız akıl, bazı anlarda da yalnız ruh olduğunu zanneder. Halbuki işin aslı böyle değildir.



Bu yanılma, insanın bu üç andan biri -mesela, aklın hakim olduğu an, içerisinde bulunması esnasında akıl hakimiyeti anının devamlı olacağına aldırmasından ileri gelmektedir.



Saf ruh an. Bütün tarih boyunca yeryüzende görülen en parlak an... en büyük ruhun en yüksek parıltısı... Rasülüllah (s.a.v.) e vahyin inipde temiz ruhunu, hatta bütün yer yüzünü hiç görülmedik bir şekilde nura garkettiği an yokmu, işte bu an bile, başlıbaşına bir ruh anı; yalnız ruhun hakim olduğu an değildir.



işte bu gerçeğin Kur’anı Kerimdeki ifadesi:



“O’nu (Kur’anı) acele (kavrayıp ezber) etmen için /Cebrail vahyi iyice bitirmeden) dilini onunla depretme. O’nu (göğsünde) toplamak. O’nu (dilinde akıtıp) okutmak şüphesizbize aittir.” (Kıyame: 75/16-17)



Aklın ve bedenin unutulduğu bu anda bile tamamen bedeni bir hareket... Rasülüllah (s.a.v.) in dili harekete geçiyor. Belki kendisinin konuşmakta olduğunun bile farkında değil Rasülüllah (s.a.v.)... ama inen Kur’an Ayetlerini unutma korkusu. Kur’an ayetlerini ezberleme hırsı ile kalbinin derinliklerinden gelen bir fısıltı -inmekte olan ayetleri tekrarlamaya çalşıma şeklinde- dudaklarından dökülüyor. Rasülüllah’ın... Görüyorki, en büyük ruhun en yüksek parlayışı, en parlak anında hem beden, hemde ruh aynı zamanda hareket geçmişlerdir.



İnsan, derin bir düşünceyedaldığı zaman beden ve ruhunu unutur. Ama bu unutma aslında şekli bir unutmadır. Çünkü, insan böyle bir anda dikkatini birtek noktaya taksif ettiğinden tam bir dalgınlık içerisindedir. Vücudunun harhangi bir yerinde bir ağrı, sızı duyacak olsa, başında bir zonklama veya midesinde bir açlık veya susuzluk hissedecek olsa, derhal kendine gelecek ve ayrılmış olduğu bedenine tekrar dönecektir.



İnsan kuvvetli bir benedi arzuya kapıldığı zaman, aklı ile olan irtibatı kesilir ve sıktına sürükleyici arzular biner. Fakat bu duruma düşmüş olan kimse, bu tatlı arzulara dalmış iken, çok defa bu arzuların uzun süre devam edeceğini zanneder. Üstelik, bu bedeni arzular, insanın akli ve ruhi taraflarından ayrılmış da değildir. Buradaki ayrılık, tamamen görünüştedir. Bu anda ortada aklı ilgilendiren bir mevzu olmadığından, akıl istirahate çekilmiş v esusmuştur. Bu sırada insanın aklına üzücü bir fikir veya, unuttuğu mühim bir hatıra gelse, kendisini kaptırmış olduğu bu bedeni halden hemen uyanacak bir anda duyguları değişecektir.



Her değişik durum karşısında insanda muayyen duygular galebe çalacak veya insanı meydana getiren beden, ruh veya akıl unsurlarından biri meydana çıkacaktır. Fakat bu duygu ve unsurlar, insanın diğer yönleri ile olan irtibatını katiyyen kesmiyecek ve onlardan hiçbiri  bir yönde tamamen müstakil olmıyacaktır.



İnsanın iç alemindeki varlıklar bazı anlarda bir yanı diğer yanlara galebe çalacak kadar, nasıl birbiriyle birleşiyorsa, dış alemdeki varlıklarda, hayat gerçeklerinde öylece birlelirler. Aslında insanın hiçbir işi diğer işlerinden kesin çizgilerle ayrılmış değildir. Görünüşte insana mustakil gibi gelse de aslında insanın diğer işlerinden tamamen arınmış bir işi örnek olarak bilegösterilemez.



İnsanın maddi hayatı, akli ve ruhi hayatından ayrılamaz. Ruhi duyguları maddi gerçeklerden sıyrılamaz. Akli düşünceleri de bütün hayatı ile irtibat halindedir.



İnsan varlığının hakikati bu... Fakat, insanlar, maddi, akli veya ruhi istek ve gayretlerine daldıkları zaman zahirde görünen durum şudur: Bu istek veya gayretlerden biri ortaya çıktımı, diğerleri muvakkaten gizlenir ve ortada bariz olarak görünmezler.



Yalnız, görünmemek demek, bunların birbiriyle olanbağının kopması demek değildir.



İnsanın şahsi varlığı, hareketli, yumuşak ve her zaman işlenebilen bir varlıktır. Belli bir kalıpta dondurulmuş değildir. Daima görünme ve kaybolma halindedir. Durup dinlenmek bilmeyen bir hareketlilik içerisinde - bir yanı ortaya çıktımı, arkasından diğer yanı hemen gizlenir, insan varlığının... Fakat, onun meziyeti işlenmeye elverişli olmasındandır. Bu elverişlilik, diğer unsurlarıyla olan irtibatını kesmeden, başka başka şekil alma ve devamlı hal değiştirme imkanı verir, insana durmadan... Bu bakımdan insan, teşbihte hata olmaz, devamlı hal değiştime imkanı verir, insana durmadan... Bu bakımdan insan, teşbihte hata  olmaz, devamlı şekil değiştiren bukalemuna benzer. Ama bu varlık herne kadar halden hale girsede yine bir bütün olarak mevcuttur.



İnsan her ne kadar bazı anlarda, bir tarafının ortaya çıkması ile diğer yanlarının yok olduğunu zannedersede, bu onun iç alemindeki diğer varlıklarından tamamen sıyrılması anlamına gelmediği gibi yürürlükte tutulan bazı inanç veya nizamlar, insana herne kadar başka inanç veya nizamdan başka bir nizam yok manasına gelmez. Bu, insanın iç alemindeki diğer varlıkların ortaya çıkan varlık tarafından altalanması demektir. Yoksa, ortaya çıksın çıkmasın, insandaki varlıklar, hiçbir zaman birbirlerinden ayrılmazlar. 



Herhangi bir inanç esası veya herhangi bir nizam ruhun yokluğunu ileri sürerse veya Allah diye bir şey yoktur; biricik hakikat maddedir (alemin hakikati maddeye münhasırdır);1 maddi tarafı olmayan hiçbir şeyin hakikatle hiçbir alakası yoktur; insanlığın bütün hayatı maddi gelir ve iktisadi düzendir derse, geçici olarak insanın ruhi, vicdani ve fikri taraflarını ölüme terketmiş olur. Fakat, bu gibi fikirler toplumda ilel-ebed yaşamaz. Şayet yaşayacak veya yaşatılacak olursa, tarihte bazı milletlerde görüldüğü gibi, bu millet de ölüme mahkum olur.



(1) Bu, materyalizmin en karakteristik vasfıdır.



İnsanın sadece bir tarafını ele alılp onu, diğer taraflarıdan ayıran her nizam bu hayata düşmüştür, düşecektir. Bu çeşit nizamlara uyan milletler, herne suretle olursa olsun ölüme mahkumdurlar.



Allah’ın yeryüzüne hitabı demek olan İslam, bu hatadan tamamen salimdir. Mensuplarını fıtrata muhalefetten korur.



O’ insanın her yönüne, bedinine, aklına, ruhuna ve bu unsurların bütün istek ve kuvvetlerine inandığı kadar; insani olan her şeyin tam bir birlik, beraberlik ve muntazam bir bağlılık içerisinde olduğuna da inanır. O’ göre, Allah’ın çizdiği yoldan asla ayrılmayan dürüst fıtratın tek birtarafını alılp, diğer taraflarını atmak veya bunları birbirinden ayırmak imkansızdır.



Bundan dolayı İslam, insanın iç aleminde, beden, akıl ve ruh arasında hiç bir ayırım yapmadığı gibi, dış aleminde de bu ayırıma asla yer vermez. Bilakis bu, güçleri birbirine tam manasıyla bağlanmış ve fevkalade kaynaşmış olan mükemmel fıtratı ile birlilkte ele alır ve ana prensiplerin bu esasa göre tayin eder.



Ruh, akıl ve beden...Bunların hepsi birbirine bağlı ve birbiriyle kaynaşmış birtek varlıktı. Adıda insandır.



Ruh, akıl ve beden, hepsi hayatta birbirine bağlı ve birbiriyle kaynaşmış olarak iş görürler.



Bazen bu varlıklardan beri diğerlerine galip gelerek, diğerleri gizlenebilir veya sahayı, galip olan varlık veya fikre terkedebilir. Fakat bu, hiç bir zaman, beden, akıl ve ruhtan müteşekkil olan bu varlıkların birbirinden ilgilerini tamamen kesmeleri demek değildir. Eğer böyle olacak olsa, yani:Bu insani varlık veya unsurlardan biri ortaya çıkınca, diğerleri ile olan ilgisi tamamen ortadan kalkacak olursa, hayat felce uğrar.



İnsanın eli... Bir başına iş görür, hareket eder, tutar ve bırakır; bunları görünüşte tek başına el yapar ama, vucudun diğer organlarından tamamen ayrı olarak değil...



El, her an damarlar, kan ve sinirlerle irtibat halindedir. Eğer bir an için eli, damar ve sinirlerden ayıracak olsak el, değil iş görmek, hayatiyetini kaybeder. İşte, insana ait varlık ve unsurlarda aynen böyledir. İnsanı insan eden her parça “ruh, akıl ve beden”, vucuttan bir parça olan el gibidir. Görünüşte müstakil, aslında en sıkı bir şekiled birbirine bağlı birer parçadır bunlar...



İslam, insanın fıtratı ne ise ona göre hareket eder. İnsanı meydana getiren unsurların tümünü hesaba katarak, insanın değerlendirir ve bu hususta fıtratı adım adım takibeder.



Bazen bir tarafının ortaya çıkıp diğer yanının kaybolması sureti ile, neden falan fikir ortaya çıkıyorda, ben çıkmıyorum, gibi bir geçimsizliğe düşmeden, güzel bir müsamaha içerisinde fıtratla birlikte yürür. Bir bakarsın, ibadetle meşgul; bir bakarsın tefekkürle, bir bakarsın işle, bir de bakarsın mal kazanmakla meşgul eder inanı...



Yalnız, bunları yaparken bütün unsurlar birbiri ile tam manası ile bağlanmış ve kaynaşmış olacaktır. Çünkü İslam, hiç bir unusurun diğer unsurlardan ayrı kalmasına asla müsaade etmez. Hiç bir zaman bir tarafın ortaya çıkışı ile diğer tarafların ezilmesine veya öldürülmesine asla göz yummaz.



İbadet, hiç bir zaman yalnız ruhun hareketi  değil; hem beden, hem akıl ve hemde ruhun hareketidir. Namaz, bu gerçeği gayet net bir şekilde orataya koymakta; aynı zamanda hem beden, hem akıl ve hem de ruhu içerisne almaktadır. Sonra, her iş, insan, esnasında Allah’a yöneldiği sürece, ibadettir.



İslami örfte bu böyledir.



Çeşidi ve hedefi ne olursa olsun, tefekkür zamanı insan her an Allah’ı hissetmek ve duymak durumundadır. Tefekkür ve düşünme anında insan, ruhu ile olan bağlantısını da kesmez.



İslam, yalnız bedenle ilgli olan birşeyi de, hiç bir zaman ruhtan ayrı mütalaa etmez.



Şayet bu yemek veya içmek ise, Allah’ın ismi iledir. Allah’ın ismine bağlanmak da, ruhi bir bağdır. Şayet helal yoldan cinsi arzunun tatmini ise, yine aynışekilde... Başlarken bismillah çekilir... Bu konuda Rasulullah (s.a.v.) buyuruyor ki: (Muhakkak ecir (ve mükafat)vardır! (Bunun üzerine bazı kimseler) dediler (ki): Ya Rasulullah -Bizim (herhangi)ni haram (yol) da kullansa, o (kimse) ye günah (ve ceza) yokmu, o (kimse) ye günah (ve ceza) yokmu idi, ne dersin (iz)?.. Aynı şekilde (bu kimse) o (şehvet organı)nı helal (yol) da kullandığı zaman, o (kimse)için, o (organı) nda ecir (ve mükafat)ı vardır.)23



(2)Müslim rivayet etmiştir.



İktisat, istihsal ve sırf dünyaya ait nizamlarda aynen böyledir. İslam, bunların hiç birini topuyla insani varlık ve unsurlardan ayırmaksızın tedavi eder. Yok şurada, nefsi ve ruhi bağlardan ilgisi kesik iktisat kanunları varmış; burada ruhi kanunlarla alakası olmayan materyalist kanunlar varmış... İslam, böyle şeyleri asla kabul etmez.



İslam, bütün nizamlarını da bu hakikatın temelleri üzerine kurar ve bütün sistemlerini, hiç bir varlığı diğerinden ayrı olmayan, birbirine bağlı ve bir biri ile kaynaşmış beşeri fıtrat ve kabiliyet esası üzerine bina eder. Bazı durumlarda insan varlığının çeşitli yönlerinden biri diğerlerine galebe çalsa bile, bu esas değişmez.



İslamın tamamen dünyaya ait olan; evlenme, boşanma, veraset, iktisadi düzen, sulh, harp, siyaset ve benzeri kanunları hep inanç esası üzerine kurulmuştur ve bütün bunlar beden, aklı ve ruhla sıkı sıkıya irtibat halindedir. Hepsi deKur’an-ı Kerim’de Allah’ı yöneliş, Allah korkusu, Allah’tan sakınma ve takva ile kaynaşmış olarak işlenmiştir.



İslam’ın insanlara yön verme konusundaki tamamen ruhi gibi görünün hükümleri ile, yalnız ruhi tasviye ve arınma kastedilmiş değildir.



Cin olsun, insan olsun, bütün yaratıkların yaratılış gayesi olan başlı başına ibadet ve kulluk da öyle:



“Ben cinleri de, insanları (başka bir hikmetle değil)ancak bana kulluk tesinler diye yarattım.” (Zariyat: 51/56)



Bu ayet-i kerime ile kastedilen de yalnız Allah’a ibadet değilidr. Çünkü, kulları Ona ibadet etmiş-etmemiş, Cenab’ı Hak için hiç bir şey değişmez. Çünkü, Cenab-ı Hakka kullarının yaptıkları ibadetin hiç bir faydası olmadığı gibi; ibadet etmemeleri de, Ona hiç bir zarar getirmez. Zira O, herşeyden müsteğnidir:



“Ben onlardan bir rızık istemiyorum. Bana(yemek) yedirmelerini de istemiyorum.” (Zariyat: 51/57)



“Kim savaşırsa ancak kendisi için savaşmış olur. Zira Allah elbette (bütün)alemlerden gani “ve mübteğni) dir.” (Ankebut: 29/6)



Yaratılışın gayesi olan ibadeti, Allah-u Teala’nın, nefislerin ıslahı ve yeryüzünde hayatın düzene girmesi için bir vesile kılması; Onun, insanlara lütuf ve kereminden başka bir şey değildir. Sonra da, Cenab-ı Hakkın bol lütuf ve keremi, insanları ibadet sebebi ile sevaplandırma yönünde tecelli etmiştir. Oysa ki ibadet, insanın kendi nefsi için işlediği bir ameldir. Allah’a gelince; O, değil, insanlar; bütün alemlerden müsteğnidir. Hiç bir kimseye ve hiç birşeye asla muhtaç değildir.