o) Duanın Psikolojik Cephesi:

Tatmin edilmemiş sonsuz istek ve arzularımız şuur altına atılarak bizde umulmayan zamanlarda çeşitli buhranlara, iç sıkıntılarına yol açar. Dua ile en gizli, en mahrem duygularımızı dile getirir, içimizi boşaltır, ümidimizi kuvvetlendirir, korkularımızı hafifletiriz. Dua, içimize eşsiz bir rahatlık verir, gerginliklerimizi giderir. Dua ile kendimizi Allah'a daha yakın hissederiz. Duasız bir insan, ışıksız bir mahzene benzer. Duasız insan, yalnızlığın karanlık hapishanesi içinde çırpınan bir zavallıdır. Dua ile benlik duvarlarını aşabiliriz. Çünkü dua, engel ve uzaklık tanımaz. Zaman ve mekânlar ona engel olamaz. Dua ile sonsuz aczimizi yüce Allah'ın sonsuz kudretine bağlama saâdetine ereriz. Dua ile ruh gücümüzü kanatlandırırız. Duada iç varlığımız aydınlanır. Duada kendi gücümüzle değil; Allah'ın sonsuz gücüyle iç ve dış düşmanlarımıza meydan okuruz.



İbadet yapmamak ve dua etmemekten dolayı ruhları aç kalan nice insanlar vardır ki, uygarlığın bütün lüks ve konforu, ellerindeki servet ve imkânlar onları mutlu edememiştir. Huzurdan yoksun olan bu zavallılar, vicdanlarıyla baş başa kalmaktan korkarlar. Onların çılgınca eğlence ve kahkahaları iç varlıklarında tutuşan yangını maskelese bile, kendilerini için için kemirmekten asla kurtaramaz. Hatırdan hiç çıkarmamak gerekir ki, ruhun da beden gibi birçok ihtiyacı vardır. Bu hususları gözden uzak tutan yanlış düşünce ve tavırlar, bugün insanlığı buhranlara sürüklemekte, kıvrandırmakta, onu gönül huzurundan yoksun bırakmakta ve felâketine yol açmaktadır. İçimiz iman nuruyla parlamadıkça, ruh yaralarına merhem olan ilâhî emirler yerine getirilmedikçe, ibâdet ve dualarla içimizi aydınlatmadıkça ne içimizin kasveti kaybolur, ne de dünya ve âhiret mutluluğuna kavuşabiliriz.[365]  



Dua, Allah ile kul arasında bir iletişimdir. Dua etmek için yalnız Allah'a doğru kendini yöneltmeye doğru bir çaba gerekir. Bu çaba; zekâ ve aklın itmesiyle değil, sevgiyle ve gönülle olmalıdır. Mesela, Allah'ın büyüklüğünü derinden düşünmek dua sayılmaz. Fakat bu derin düşünce, aşk ve imandan bir öz ile yoldaş olarak gerçekleşiyorsa, işte o zaman dua olur.[366]



Dua; ruhun, kalbin ve gönlün, kısacası insanın manevî varlığının Allah'a yönelişidir. Dua  esnasında insanın, bu yönelişe engel olan hususlardan ilgi ve alâkayı kesip dua için hazır hale gelmesi gerekir. Dua, çağırmak, dâvet etmek anlamında olduğu için, iç dünyamıza Rabbimizi dâvet edeceğimiz zaman, dâvetten önce, gelecek misafirin rahatsız olacağı şeylerden iç mekânımızı temizlememiz gerekiyor. İçimizde O'na aykırı duygular olmaması gerekir. Mesela, parayı her şeyden çok seven bir insan, bu putu içinde taşıdığı müddetçe Allah'ı kalbine nasıl yerleştirecek, ve O’na gönülden teslimiyetle nasıl dua edecek?



Evimize çok saygı duyduğumuz bir kimse geleceği zaman tedirgin oluruz. Bu tedirginliği "acaba gereken hürmeti, saygıyı gösterebilecek miyiz? Rahat ettirebilecek miyiz? Bu konuda bir yanlışlık yapar mıyız?" diye yaşarız. İşte Rabbimiz gibi, varlığımızın kendisine fedâ olduğu ve karşısında bir "hiç" olduğumuz varlık karşısında dua ederken aynı his ve duyguları duymamız gerekir.



Duanın hakikati, kulun Rabbinden yardım dilemesidir. İstenilen varlık, her zaman isteyenden üstündür. Kul, isteyen makamında olduğu için, zillet ve perişanlığını Allah'a arz etmeli ve dua ederken bu makamda olduğunu unutmamalıdır. Yoksulluğunu sevgi ve saygıyla Allah'a sunmalıdır.



Genellikle felsefî, bilimsel ve düşünsel çaba, araştırma, tahlil ve incelemeler sonucu elde edilemeyen şeyler; aşk ile, sevgiliye bağlanma ile ve içten gelen bir coşku ve samimiyetle elde edilebilir. Güçlü iman, "yapar". Anahtarı bizde olmayan her kapı, ancak aşkın, inanç ve ihlâsın mucizevî gücünün saldırıya geçmesiyle kırılabilir, açılabilir. İmkânsız olan şey, aşk emredince teslim olmak zorunda kalır. Sevginin, aşkın, fedakârlık ve samimiyetin anlamını iyi kavrayanlar için Allah'ı tanımak çok kolaydır. Nasıl? Bir gülün kokusunu algılamanın rahatlığıyla!.. Allah'ın huzurunda olduğumuzu hissedebiliriz ki, her yer O'nunla dopdoludur. O her yerde vardır.[367]



Cibril hadisinde Rasûlullah (s.a.s.) "ihsan"ı tarif ederken, "ihsan; Allah'ı görüyormuş gibi ibâdet etmendir. Sen O'nu görmüyorsan da O seni görüyor."[368] buyuruyor. Bir insan, Allah ile ilişkilerinde ihsan derecesine ulaşmışsa, o makamın hisleriyle dolmuş ve coşmuşsa, duanın hükmüne vâkıf olmuş demektir. Çünkü dua yapan insan, dâvet edeceği varlığı her an yanında hatta şah damarından daha yakın hissediyorsa, O'nu maddî dilinden ziyade aşkın ve imanın diliyle "Ya Rabbim, Sen zaten benim halimi görüyorsun. Gördüğün bir şeyi tekrar Sana dilimle anlatmak benim için edepsizlik olur. Artık gereğini sen bilirsin. Senden gelen her şeye râzıyım" der. Yanlış anlaşılmasın; ihsan derecesine ulaşmış kimselerin artık ellerini kaldırıp da dilleriyle Allah'a dua etmeleri gerekmediği söylenmiyor. Şüphesiz Rasûlullah (s.a.s.), ihsan makamında olduğu halde, o, hayatının her bölümünde ölene kadar ellerini açıp diliyle dua etmiştir. Burada aşk, sevgi ve imanla kurulan fizikötesi bir halin öneminden bahsedilmektedir.



İnsan, yeryüzünde sürdürdüğü hayatında hangi konumda olursa olsun, -zengin, fakir; yüksek makamların sahibi, makamsız; çevresi geniş veya kimsesiz-  her an duaya muhtaç bir varlıktır. Bu, her yönümüzle sınırlı ve zayıf bir yaratık olmamızın sonucudur. Tüm insanlar, duaya aynı oranda muhtaçtır. Ama herkes için duaların, isteklerin mâhiyeti farklı olabilir. Biz, fakir kimselerin zenginlerden daha çok duaya muhtaç olduklarını zannedebiliriz. Aynı şekilde çevresi kalabalık, adamları çok olan kimselerin, yalnız insanlardan daha az duaya ihtiyaç duyabileceklerini de sanabiliriz. Eğer biz böyle düşünüyorsak, duayı anlamamış sayılırız.



Mesela; fakir bir insan düşünün. Ellerini açmış, Allah'ın "Rezzak" ismini anarak rızkının genişletilmesini istiyor. Bu noktada zengin insanın dua etmesine gerek yok diyebiliriz. Halbuki bu noktada, zengin insan da ellerini açıp "Ya Rabbi, beni Karun gibi şımartma. Bana vermiş olduğun nimetlerin şükrünü edâ etmeyi bana nasip ve müyesser kıl" diye dua etmelidir. Görüldüğü gibi, her ikisi de duaya muhtaç. Hatta bize duaya daha az ihtiyacı var gibi gözüken zenginlerin, belki de fakirlerden daha çok ihtiyacı vardır. Çünkü varlıkla imtihan edilmek, yoklukla sınanmaktan daha zor ve tehlikelidir. Çünkü, "insan kendini müstağnî (kendini kendine yeterli) gördüğü zaman azar, tâğutlaşır." (Alak: 96/6-7)



"Ey insanlar! Allah'a muhtaç olan fakirler sizsiniz. Zengin ve övülmeye lâyık olan ancak Allah'tır." (Fâtır: 35/15) Ebû Zer (r.a.)'dan rivâyet edildiğine göre Rasûlullah (s.a.s.) şöyle buyurdu: "Allah azze ve celle buyurdu ki: 'Ey kullarım! Hepiniz açsınız; ancak Benim yedirdiklerim müstesna. O halde sizi yedirmemi isteyin ki, yedireyim. Ey kullarım! Benim giydirdiklerim dışında hepiniz çıplaksınız; o halde sizi giydirmemi isteyin ki, giydireyim. Ey kullarım! Sizin öncekileriniz ve sonrakileriniz, cinleriniz ve insanlarınız, yüksek bir yerde toplansalar da hepsi Benden (ayrı ayrı şeyler) isteseler, Ben onlardan her birine isteğini versem; bu, Benim yanımdaki (hazine)lerden ancak denize daldırılan bir iğnenin (sudan) eksilttiği kadar eksiltebilir."[369]



Demek ki insan ne kadar güçlü ve zengin olursa olsun, Allah karşısında kendini yoksul görmeli. Zaten insan, kendini yoksul görmezse başkasından istemenin bir anlamı olmaz. Kudsî hadiste Cenâb-ı Allah'ın "Hepiniz açsınız ve çıplaksınız. Ancak benim yedirdiklerim ve giydirdiklerim hariç" demesi dikkat çekici bir husustur. Çünkü nice zenginler vardır ki, hâlâ halkı sömürmenin yollarını aramaktalar. Aç olmasalar böyle davranırlar mı? Yine nice gardırop dolusu elbiseleri olmasına ve üzerinde giysisi olmasına rağmen, orası burası çıplak insanlar var. Çünkü giyinirken Allah'a ihtiyaç duymadan hevâlarına göre giyiniyorlar.



İnsan Allah'ın karşısında devamlı surette şu duyguları hissetmeli : "Ya Rabbi, beni Sen var ettin. Varlığımı Senin sayende sürdürüyorum. Sen bana her şey veriyorsun.  Verdiklerinin  ve  iyiliklerinin sayısı, bilemeyeceğim kadar çok. Ama bunların karşısında ben Sana yeterince kulluk yapamıyorum. Ben çok günahkâr ve isyankâr bir kulunum. Aslında yanına varmaya da utanıyorum. Yanına gelecek yüzüm yok. Fakat senden başka gidecek bir yerim de yok. Kapına geldim, beni geri çevirme, yanında bana da bir yer ver ve beni bağışla..."



Evet, dua için asıl hazırlık ruhî hazırlıktır; ruhî ve kalbî manada bir yöneliştir. Yoksa fizikî olarak bedeni kıbleye yöneltip elleri açmak ve alışılmış cümleleri otomatik olarak söylemek dua edenin sadece basit bir dış görünüşüdür. Dili, ezberlediği klişeleşmiş dua metinlerini otomatik olarak bilinçsizce seslendirirken o, mânevî varlığıyla bir başka işin peşinde, maddî hayatın içinde olabilir.



Dua anlatılmaz, dua yazılmaz! Dua, kulun Allah ile diyaloğa geçmesidir. Dua, yalnız dilde gerçekleşen bir olay değildir; onun gerçek yeri ruhtur. Dua sözden ziyade histir, coşkudur.[370]