Neden Âhirete İnanmalıyız?

Aslında bu soruyla birlikte kendimize bir çok soru daha yöneltmeli­yiz. Ahirete neden inanmamız gerektiği noktası o zaman aydınlana­cak­tır. Önce sosyal hayatımızda yaşadığımız gerçeklerden hareket ede­lim ve insanların bu dünyadaki hesaplaşmalarına bir göz atalım. Haksızlığa uğ­ramayan he­men hiç bir kimse yoktur. En güçlü insanlar, her istediğini zorla yaptırabi­lenler, krallar ve imparatorlar bile zaman zaman çok büyük haksızlıklara uğradıklarını söylerler. Bu bir yana, ger­çekten tarihin her döneminde zül­mün, terör ve işkencenin, en kor­kunç örnekleri bu dün­yada yaşanmıştır ve yaşanmaktadır. Nice haklar yenmiş, nice namuslar kirletilmiş ve nice can­lara kıyılmıştır. Birçok in­sanın, değil yalnızca malı ve meşru hakları, bilakis namusu ve canı gibi en değerli varlıkları bile saldırıya uğramakta, haksız yere kanları akı­tılmakta ve bir hiç uğruna ha­yatlarına son verilmektedir.



Peki bu karışıklıklar, bu zorbalıklar sonsuza dek hep böyle sürüp gi­de­cek mi? Haklar çiğnenecek, zayıflar ezilecek, zâlimlerin yaptıkları yanla­rında mı kalacaktır? Ama başımızı kaldırıp kâinâta şöyle bir bak­tığımızda görü­yoruz ki: İnsan tasavvurunu aşan bu muazzam varlık âleminin ya­radılı­şından, küçük bir yağmut taneciğinin bulut­tan yere inmesine varın­caya ka­dar cereyan eden bütün olayların hiç bir noktada şaşmayan olağa­nüstü incelikte hesapları, sebep ve sonuç­ları vardır.



Şimdi bu iki tabloyu yanyana koyalım, birbirine tamamen aykırı olan bu iki gerçeği karşılaştıralım. Bir cephesini, özellikle canlılar ara­sın­daki ilişki­lerin oluşturduğu bu iki gerçekten birinde âdetâ anarşi ve kaos egemendir. Hemen hiç bir şey mutlak ideale ve mutlak adalete da­yanma­maktadır. En güzel emekler, en büyük fedakarlıklar, en er­demli, hatta en yüce ve en kut­sal söz ve davranışlar bile ancak övül­mek sure­tiyle ödüllendirilmektedir. İnsan övgüsü ise hiç bir zaman mutlak bir ölçü olamaz. Çoğunluğun öv­güsü, olsa olsa bir tolerans ve bir yaklaşık­lık ifade eder ve övgüler birbirin­den çok farklıdır. Hatta bi­rinin göklere çıkardığı şeyi, bir başkası çirkin gör­mekte ve aşağılamak­tadır.



Buna karşın, yine Allah'ın eseri olan doğa sistemlerinin ve arala­rın­daki ilişkilerin oluşturduğu ikinci cepheye baktığımızda görüyoruz ki bu cephe tamamen matematiksel bir şekilde işlemekte ve bu sistem­ler oto­matik ola­rak işlevlerini yerine getirmektedirler. Örneğin cisimle­rin, maddelerin ve kütlelerin hareketleri, titreşimleri, hızları, çekim ve tep­meleri, akımları, ay­rışmaları, çökme ve açığa çıkmaları, nötr­leşme­leri, kaynama, buharlaşma, donma ve erime dereceleri, kırılma ve yan­sıma­ları, keza canlı yapıları mey­dana getiren sistemlerin işleyiş şekilleri ve bu sistemlerdeki hayat olayları, canlı cansız ilişkileri ve ta­biatın den­gesini sağ­lamada bütün bunların görev ve rolleri akılları durduran şaşmaz ve ince hesaplara dayanmaktadır.



Peki bu kadar dakik işleyen, asla sekmeyen ve şaşmayan böylesi ha­rika bir düzen ve disiplinin yaratıcı ve yöneticisi, nasıl olur da aynı za­manda bu sistemin bir parçası olan insan adındaki eserini başıboş bı­ra­kır, sonsuza dek onun, istediği şekilde davranmasına ve üstelik yap­tıkt­ları­nın da yanında kalmasına izin verir?    



Öyle ise bu iki cephe arasında çelişki gibi görünen bu durum geçici­dir ve mutlaka akıllı ve irâdeli yaratıklar yargılanacaktır. Cünkü Allah (cc) onları ve özellikle insanı diğer varlıklardan çok farklı yaratmıştır.  Allah (cc)'ın eserleri arasında ondan daha imtiyazlı bir varlık yoktur.



Örneğin melekler ve cinler de insanlar gibi akıllı ve irâdelidirler. Ama insan meleklerden de  cinlerden de daha özgür, daha bağımsız, daha çok yönlü ve daha zevklidir. Bu nedenle insan, sanat icra eder, müzik yapar ve dinler, olayları kritik eder, aklı ve irâdesi sayesinde düşü­nür, he­saplar ve ta­sarlar. Ondan sonra da kendince doğru, haklı ya da zorunlu gör­düğü ge­rek­çelere tutunarak seçimini yapar. Bu gerekçelerin, insan tarafından doğru, haklı  ya da zo­runlu bir hükme bağlanması, tamamen onun kişisel ve özgür irâdesinden doğar.



Dolayısıyladır ki insanların düşünce, görüş, inanış ve kanaatları ara­sında sürekli bir çatışma vardır. Bu çatışma, hayvanlar arasındaki kav­ga­lar gibi iç­güdüsel ve basit değil, bilakis, irâdeli ve genellikle ön­ceden plan­lıdır. İnsanın en haksız ve en vahşi davranışı bile muha­kemeli bir kriti­ğin sonu­cudur.  Onun içindir ki düşmanlıkları da ba­zan kuşaktan kuşağa zincirleme devam eder. Kan davaları, din, mez­hep, ırk ve milli­yet bilin­cine dayalı savaşlar bunu kanıtlamaktadır. Bu kavgalarda hangi taraf daha güçlü ise da­ima o, egemen olmaya çalışır. Yani insanlararası ilişki­lerde ölçü, her ne ka­dar yasalarla, geleneklerle, din ve ahlâk kural­ları ile belirlenmekte ise de in­sanın duyguları ve psikolojisi bu ölçüleri zaman zaman gizliden gizliye reddeder. Bu yüzden kaba güce baş vurur. Bütün haksızlıkların, dengesizlik­lerin ve mutsuzlukların kaynağı da işte budur.



Temelde ilâhî bir hikmete dayanan sürekli eşitsizliklerin neden ol­duğu haksızlıklar mutlak surette bir sonuca bağlanacak ve nötr bir or­tam sağlana­caktır. Bu da bir âhiret hayatının, bir hesap ve bilançonun kesin, kaçınılmaz ve şart olduğunu kanıtlamaktadır. Akıllı ve özgür insanın vicdanı, mantığı ve sağduyusu bunun tersini yalnız reddet­mekle kalmaz. Aynı zamanda (ileri sürülebilecek böyle bir tezi) bir hiç sayar ve onu asla tartışmaya yanaşmaz, hatta buna isyan eder ! Bu ger­çeğe bir örnekle açık­lık getirmekte yarar vardır.



Ahirete (yani ölüm sonrası yeniden dirilişe, hesaba, sırata, cennete, ce­henneme ve ebedi hayata) asla inanmadığını söyleyen insanların her birine denilse ki:



“Tamamen haksız yere ve faili mechul kalmak üzere kesinlikle öl­dü­rü­leceğin bir sırada ve - ölümü âdetâ her nefeste solumaya başladığın böy­lesi korkunç dakikalarda - seni bu tanıma sığmaz haksızlığa uğrat­mak ve bir hiç uğruna hayatına son vermek isteyen kimseye (ya da kimselere) karşı içinde hiç bir intikam duygusu sezmez misin?”



Böyle bir soruya muhatap olan sağduyulu, ruh sağlığına sahip ve aklı başında hiç bir insanın “Hayır.” demesi düşünülemez. Çünkü in­san bıçak altına yatan koyun değildir. Haksız yere idam cezasına çarptı­rıl­mış nice insanların sehpa üzerinde “Ben suçsuzum!” diye haykır­dık­ları bir ger­çektir. İşte insanın içinde haksızlığa karşı doğan ve kendi­li­ğinden bir kö­rüklenme ile kabaran, irâdeli, gerekçeli ve pek anlamlı bu itiraz ya da in­tikam duygusu Allah'ın âhiretteki mukadder, kesin, ideal ve mutlak ada­letini haber ver­mektedir ki âhirete inanmayan in­san bile bir haksızlığa hedef olduğu za­man bunu yapanın, hakettiği ce­zaya mutlaka çarptırılaca­ğına -her şeye rağ­men- içinden gizli gizli ina­nır. Ama bunu diliyle ikrar etmediği ve ev­ren­sel bir realite olarak ka­bul etmediği sürece mümin sa­yılmaz.



Ahiret inancı olarak bu gizli duygunun insandaki varlığına gelince, far­kında olsun ya da olmasın, onun doğasına kazınmış kesin bir mü­hür gibi zâten vardır. Çünkü insan, diğer bütün canlılardan farklı ola­rak -akıl kay­nağına bağlı- engin bir iç dünyaya sahiptir. Çeşitli inanış­lar, kültürler, anla­yışlar, yorumlar, fanteziler, sanatlar, ilimler ve fel­sefeler insanın bu zengin iç dünyasını haber veren kanıtlar cümbüşü­dür. Ondaki bilinç ol­gusuna da­yanan içsel fenomenler o kadar kalaba­lık, o kadar zengin, o ka­dar çetrefil ve karmaşıktır ki psikoloji bilimi bu derinliğin içinde âdetâ tı­kanmış, hatta bo­ğulmuştur! İnsanoğlu büyük bö­lümünü dışa vurama­dığı bu engin dünya­sını biyolojik ya­şamıyla ancak sürdürebilmektedir. Bu yaşam sona erince onun tanım­lara sığmaz dünyasının, verilen son ne­fesle geri dönüşsüz ola­rak bir mum gibi sö­nüverip ebediyyen kayıplara karışması hiç bir şekilde açıklanamaz! Dolayısıyla bu biyolojik yaşam sü­resince insanın, nefes­ten he­ceye işle­diği her fiilin bir muhasebesi -zamanı gelince- kesin olarak yapıla­caktır. [309]


ÂHİRETE İMAN
A harfi