İslâma Göre Dâr Anlayışı:

        



İslâmdaki ‘dâr’ anlayışının temelinde İslâmí ilkeleri gereği gibi uygulamak, daha iyi müslümanca yaşamak, müslümanların güvenliklerini sağlamak, onların din ve dünya işlerini daha iyi yürütmelerini temin etmek amacı bulunmaktadır. İslâm, ilkel toplumlardan beri fetiş (kutsal) haline getirilen toprağa aşırı bağlılık hurafesini yıkarak, insanı doyuran ve botanik ile jeolojinin konusu olan ‘vatan’ anlayışı yerine, insanın inancını hür bir şekilde yaşayabildiği, orada kendini emin (güvenli) hissettiği ‘dâr-ülke’ anlayışını koydu.



Peygamberimiz (sav), tebliğ görevini rahatça yapamadığı için inancı uğruna doğup büyüdüğü ve çok sevdiği  Mekke’yi terketmiş,  İslâm’ı hayata hakim kıldığı Medine’ye hicret etmiş ve orasını kendine vatan edinmişti.



‘Peygamberimizin bu davranışı müslümanlara vatan anlayışı hakkında yeterli bilgi vermektedir. O’nun tavrının bugünkü ‘vatan’ anlayışı ile ilişkisi olmadığı açıktır. O ayrıca Mekke hayatında ve Medine hayatının ilk onaltı ayında, müşrik arapların, dedeleri saydıkları Hz. İbrahim’in aziz bir hatırası kabul ettikleri Kâbe’yi bırakıp, Kudüs’e doğru namaz kılmıştı. Onun bu tavrı, her ne kadar müşrik araplar için onur kırıcı olsa da müslümanlara öğretmek istediği vatan anlayışı ile ilgiliydi.  Hatta O’nun Mirac yolculuğu bile, mü’mine sınırlı bir toprak parçasına ait olmayı değil, dünya ile yetinmeyerek evrensel insan olduğunu ve evrenin gerçek Sahibine ait olduğunu öğretir.



İslâm, aynı zamanda müslümanın aidiyet duygusunu, basit ve ilkel soy, kabile, aşiret, kavim, sınıf, cinsiyet, renk gibi kendisinin seçmediği ontolojik unsurlardan arındırarak; onu daha yüce düzeye çıkarmıştır. O insanı, ırkçılık, kabilecilik, sınıfçılık, renkçilik ve benzeri ilkelliklerden kurtarıp, kendi gayreti ile elde ettiği ve insanlığın değişmez değerlerini temsil eden evrensel kimliğe kavuşturur. Bu kimliğe ulaşmış bir müslüman kendini sınırlı bir coğrafyayla, bir toprak parçasıyla, ya da belli bir soy, kabile, ülke, ideoloji ve sınıfla ifade edemez. O artık bütün evrenin dile getirdiği evrensel koroya uyan bir ‘müslüman’dır. Çünkü o bilmektedir ki yerde ve gökte olan her şey Allah’ın iradesine ve evren için koyduğu kanunlara isteyerek ve istemeyerek uymaktadır. Bunu Kur’an şöyle dile getirmektedir:



“Sonra gaz bulutu halinde bulunan fezaya yöneldi. Ona ve yere ‘ister gönül rızasıyla ister rızasız gelin-teslim olun’ dedi. Onlar da ‘gönül rızasıyla geldik-teslim olduk’ dediler.” (Fussilet: 41/11)



Toprak ta Allah’ın hükmüne teslim olan ve böylece müslüman sayılan evrenin bir parçasıdır. Bir toprak parçasının hidayete açılması, o toprak üzerinde Allah’ın hükmüne uyulması; toprağı ait olduğu kozmik gerçekle buluşturmaktır. Bir toprak parçasını İslâm’ın hidayetine kapatmak, o toprağı onun tabiatına aykırı olarak şirke, küfre, isyana vatan yapmak ona ihanettir. Gönül rızasıyla Rabbine teslim olan yerleri, Allah’ın davetine gönül rızasıyla evet diyen mü’minler vatan edinirler. İnsana düşen, yeryüzünde bulunan bu tabi dengeyi şirkle, isyanla ve fesatla bozmaması, bu evrensel koroya Rabbinin hükümlerine uyan bir kul olarak katılmasıdır.



İslâm; küresel düzlemde insanlığın değişmez değerleri, kozmik bazda ise kainatın uymuş olduğu kanunlar bütünüdür. Öyleyse toprağa yapılacak en büyük ikram; onu fesat ve isyanla kirletmek değil, onu İslâm’a açmaktır, onun üzerinde İslâm’ı yaşamaktır. Bu nedenle bir beldenin İslâm’a açılmasının adı, işgal veya sömürü değil; fetih’tir. Müslümanlar, İslâm’ın diriltici soluğuna kavuşan beldelere ‘dâr’ yani ‘yurt’ adını verirler ve orasına ‘dâru’l İslâm’ derler.



İslâm kendisine ‘dâr-yurt’ olan beldeyi hemen medenileştirir. Daha doğrusu orasını medine haline getirir. Her iki kelimenin aslı ‘temeddün’dür. Temeddün; ‘bir dine sahip olmak, dine uygun bir yaşama biçimi olan bir beldeye mensup olmak, medenileşmek’ demektir. Bunun anlamı, İslâmla insanlar bir nizama, düzene ve hayatı güzelleştirici ilkelere ve bu ilkelerin güzellikle yaşandığı beldelere kavuşurlar.  Yaşadıkları beldeler kendileri için gerçek ve medení bir ‘dâr-yurt’ haline gelir.’[61]



İslâm, müslümanların siyasí güç oldukları ve İslâmí ilkelerin yerli yerinde uygulandığı beldelerde daha güzel yaşanır. Bu da ancak müslümanların İslâmí bir otorite kurmalarıyla ve Allah’ın indirdikleriyle hükmetmeleri sayesinde olabilir.



Ne yazık ki eski sömürgecilik döneminden sonra müslümanların yaşadığı beldelerin çoğu bu imkandan yoksun kaldılar. İslâm alemi parçalandı ve dünyayı parsellemek isteyen işgalcilerin eline düştü. Parçalanan İslâm coğrafyasının her bir parçasına sahip olan güçler, müstevlilerin (işgalcilerin) temsilcileri gibi davrandılar. İslâm beldelerinde  şirk ve inkâr rüzgârları estirildi.  Müslümanların sahip olduğu beldeler ‘dâru’l İslâm’ olmaktan çıkarılmaya ve işgalci güçlerin istedikleri bir şekle getirilmeye çalışıldı. Çünkü çağdaş sömürgecilik (yeni kolonicilik) böyle gerektiriyordu. Bir çok İslâm ülkesinde İslâmın siyasetini gündeme getirmek, Allah’ın hükümlerinin uygulanmasından, Kur’an’a uygun bir hayat kurmaktan bahsetmek gericilik-irtica, çağdışılık ve hatta suç sayılır oldu. [62]