İctihad Kapısı Kapalı mıdır?

Yakın yüzyıllarda, ictihad kapısının kapandığı iddia edilmiştir. Hâlâ bu görüşü savunanlar da bulunmaktadır. Halbuki, ictihadın kapısını kapamak, İslâmî hükümlerin uygulanmasının önünü tıkayıp, müslümanları çözümsüzlük yüzünden başka milletlerin hukuk ilkelerine yöneltmektir. Ya da İslâm’ı hayata uygulamayı zorlaştırmaktır.



Günümüzde yetkili müctehidlerin, veya müctehidlerin oluşturacağı konsey ve kuralların ictihadına şiddetle ihtiyaç vardır. Bu ictihad hiçbir zaman yeni mezhebler uydurmak, yeni namaz kılma veya hac yapma şekli icat etmek değildir. İctihadı böyle anlayanlar şüphesiz asıl maksadın uzağına düşerler, işi zorlaştırırlar. Bugün, Batıdan kaynaklanan modern kültürün, değişen hayat şartlarının, ortaya çıkmış sayısız hayat felsefesinin, yoğun iletişim kültürünün etkisinde kalan, bu gerçeklerle yüzyüze olan, yığınla ekonomik ve sosyal sorunlarla boğuşan müslümanların problemleri çözüm beklemektedir. Müslüman hukukçuların bunca yeni meseleye İslâmî fıkıh çerçevesinde çözüm üretmeleri, yani ictihad etmeleri gerekir.



İslâm hukukunda terim anlamıyla ictihad, fıkıh ile sınırlıdır. İctihadı geniş anlamıyla alıp, din konusunda söylenen her şeye, varılan her yoruma ictihad deyip, sonra da hepsini; ictihad kapısı kapalı kabul zannedildiği için reddetmenin mantığı yoktur. İctihad kapısını bu anlamda da kapalı tutanlar, câhil-âlim müslümanları kör bir taklitçiliğe, önceden gelip geçmiş ataları aynen izlemeye ve yeni meseleler karşısında ebkem (dilsiz) olmaya dâvet ediyorlar. Nitekim, İslâm âleminin son beşyüz yıllık geriliğinde bu kafa yapısının etkili olduğu inkâr edilemez.



Her şeyin adını iyi koymak gerekir. İlmin alanı çok geniştir. Eskiden olduğu gibi şimdi de insanla ve onun ihtiyaçlarıyla ilgili sayısız bilim dalı gelişmiştir. Bunların bilinmesi, öğretilmesi, uygulanması bir sorunu çözüyorsa, müslümanların bunun uzağında olması düşünülemez. Hikmet kavramına giren, İslâmın temel ilkelerine aykırı olmayan her şeyi, ihtiyaç kadar almak gerekir. Bu nedenle günümüzde korkunç boyutlara ulaşan bilgiden ve iletişimden yoksun olmak, başkalarının güdümüne ve giderek onların dünya görüşlerine girme tehlikesini beraberinde getirir.



Pozitif bilimlerde araştırma, cehd, fikir ürteme, deney yapma, düşünce geliştirme faydalı ve ihtiyaç olduğu gibi, İslâmî ilimler sahasında da aynı şeyleri yapmak hem faydalıdır, hem de gereklidir. Din’in anlaşılması, her devirde yaşanabilmesi için yeniden yorumlanması, günümüzde ulaşılan bilgi ve tecrübeleri de hesaba katarak yeni açıklamalar yapılması zararlı değildir. Yeter ki bu işleri yapanlar iyi niyetli olsun, İslâm’ın asıl kaynaklarına bağlı kalsın, İslâm’ı ve onun ilkelerini çağa, siyasî düzenlere ya da birilerinin keyfine uydurmaya kalkmasınlar. İslâm, hiç kimsenin çağına, keyfine, hevâsına, ölçüsüne, kafa yapısına uymak durumunda değildir. Ama bütün insanlar, Allah’a kulluk için İslâm’a teslim olmak zorundadırlar.



Tekrar edelim ki, bütün ilim dallarında yoğun bir çabaya (ictihada) ihtiyaç olduğu gibi, yeni fıkhî meseleleri çözmek için de -terim anlamında- ictihada ihtiyaç vardır.[85]



Lugat anlamı olarak güç, tâkat ve çaba anlamına gelen “ictihad”, bir şeyi elde etmek için olanca gücünü sarfetmek anlamında hakîkî; kıyas vb. yollarla hüküm çıkarmak anlamında ise mecâzîdir (Zebîdi, Tâcu'l-Arûs, Mısır 1307, II, 329).



“İctihad” kelimesi, Kur'ân-ı Kerîm'de zikredilmemiş, hadis-i şeriflerde ise her iki anlamda kullanılmıştır. Hz. Peygamber, düzgün namaz kılmayan bir sahâbiye "namazını yeniden kıl, çünkü sen namaz kılmadın!" demiş ve bu hal üç defa tekrar edilmiştir. Üçüncüde namaz kılan "bana doğrusunu öğret, vallahi ben elimden geleni yaptım" derken "ictehedtü (ictihad ettim)" ifâdesini kullanmıştır (İbn Ebî Şeybe, el-Musannef, Haydarâbâd, 1966, I, 156). Şu hadislerde mecâzî anlamında kullanılmıştır: "Hâkim hükmedip, ictihadda bulunur ve isâbet ederse ona iki ecir vardır" (Buhârî, İ'tisâm, 21; Müslim, Akdiye, 15; Ahmed bin Hanbel, III/187). Allah Rasûlü, Muaz bin Cebel'i Yemen'e yönetici olarak gönderirken; “Kitap ve sünnette hüküm bulamazsan ne ile hükmedersin?” sorusuna Muaz "Re’yimle ictihad ederim" diye cevap vermiştir (Ebû Dâvud, Akdiye, hadis no: 3592; Tirmizî, Ahkâm 3, hadis no: 1327; Ahmed bin Hanbel, V/230)



Bir terim olarak ictihad en eski fıkıh usûlü kaynağı olan Şâfiî (ö. 204/819)'nin er-Risâlesi'nde şöyle târif edilmiştir: "Her hâdise hakkında ya ona ait bir hüküm veya hak olan hükmün yolunu gösteren bir delâlet vardır. Hâdisenin açık hükmü varsa ona uymak gereklidir. Eğer muayyen bir hüküm yoksa, hâdisenin hak oları hükmüne götüren yolun delili ictihad ile aranır; İctihad ise kıyastan ibârettir" (Şâfiî, er-Risâle, thk. Ahmed M. Şakir, Mısır 1940, s. 477). En eski fıkıh usûlü kaynağında yer alan bu târif yeterli değildir. Çünkü ictihad, kıyas yoluyla olabileceği gibi, âyet ve hadislerde hâkim bulunan genel prensiplerden, kelime ve cümlelerin çeşitli delâlet ve inceliklerinden kıyas dışında kalan diğer istidlâl yollarından hüküm çıkarmak tarzında da olabilir. Bu duruma göre kıyas her zaman ictihada muhtaçtır, fakat ictihadın tek yolu kıyas değildir (Gazzâlî, el-Mustasfâ, Mısır 1324, II/229). Kıyas; hakkında âyet ve hadis bulunmayan bir meselenin hükmünü, aralarındaki ortak illet dolayısıyla, hakkında âyet-hadis bulunan meselenin hükmüne bağlamaktır (Şâfiî, el-Ümm, Mısır 1329, VII/85; Şevkânî, İrşâdü'l Fuhûl, Mısır 1937, s. 197).



Âyet ve hadislerden amelî (pratik) hükümleri çıkarma gücüne sahip oları fâkîh'e "müctehid" denir. İctihad ya şer'î delillerden hüküm çıkarma tarzında olur, ya da çıkarılan bu hükümlerin toplum hayatına uygulanmasıyla ilgili bulunur. Birinci kısma giren ictihad; şer'î kaynaklardan hüküm çıkaran müctehidlere mahsustur. Sahâbe, Tâbiîn, Tebe-i tabiîn ve mezhep imamları devrinde bu çeşit ictihadlarla İslâm hukuku sistemleştirilmiştir. Ancak üçüncü hicrî yüzyıldan sonra giderek ictihad yapanlar azalmış ve şartlarının ağırlığı sebebiyle bu kapının kapandığı kanaati uyanmıştır. Hanbelî, Zâhirî ve Şiî mezheplerinde, ictihad kapısı sürekli açık telâkkî edilmiştir. İkinci kısma giren ictihada gelince; hükümlerin toplum hayatına uygulanması bu tür ictihadda sürekliliği gerekli kılmıştır. İslâm hukukunun yürüyen ve yaşayan hayata intibâkını sağlamak, gelişen toplum hayatının yeni problemlerini çözmek için her devirde bu yola başvurulmuştur. Bunu yapanlara "tahrîc âlimleri" denilir. Bunlar, çıkarılmış hükümlerin illetlerini belirleyip yeni, benzer cüz'î meselelere uygularlar. Bu, hükümleri uygulama çalışması olup, böylece ilk müctehidlerin, üzerinde görüş beyan etmedikleri bir kısım meselelerin hükümleri de anlaşılmış olur (Muhammed Ebû Zehra, Usulü'l-Fıkh, Kahire, t.y., s. 379).



İslâm hukukunda, şer'î hükümler kesin delillere yani açık âyet ve hadislere veya icmâya dayanıyorsa ictihada yer verilmez. Âyet-hadis oları yerde ictihad yoluna gitmek câiz değildir.  Ancak nass'ların sübûtu ve delâleti kat'î/kesin olur veya bir konuda icmâ bulunursa ihtilâfa mahal kalmaz. Eğer nassların sübûtu veya delâleti zannî olup kesinlik ifâde etmiyorsa veya bir nasstan birkaç hüküm çıkarmak mümkün oluyorsa, ictihada başvurmak gerekir. Diğer yandan ictihad, en çok hakkında nass bulunmayan olayların hükümlerini belirlemek için yapılır (Abdülvahhâb Hallâf, Masâdiru't-Teşriî'l-İslâmî, s.10). Devamlı farklılaşan toplum hayatında yeni meselelerin zuhûru tabiîdir. Çözüm bekleyen problemlere eğilmek gerekir. Ayrıca birtakım amelî hükümlerin örf-âdet, istihsan, maslahat gibi... tâlî derecedeki delillere dayandığı düşünülürse problemin ağırlığı daha iyi anlaşılır.



Dayandığı Kitap, Sünnet ve icmâ delillerinden biri bilinmeksizin bir müctehidin sözünü alıp, bununla amel etmeye "taklid" denir. Fakat deliline bakmak, öğrenmek ve ictihadına katılmak sûretiyle bir müctehidin re'yini benimsemeye ise "ittibâ" adı verilir. Eş-Şevkânî (ö. 1250/1832)'ye göre, sahâbe, tabiîn ve etbâü't-tâbiîn içinden ictihad derecesine ulaşamayanlar muayyen bir müctehidi taklid etmiyor, onlardan problemleriyle ilgili delilleri sorup öğrenerek bunlara ittibâ ediyorlardı. Taklit bu nesillerden sonra zuhûr etmiştir (Hayreddin Karaman, İslâm Hukukunda ictihad, Ankara 1975, s. 206). Müslümanlar arasında taklid yerine, ittibâ ruh ve alışkanlığının geliştirilmesi toplumu giderek vahiyle, sünnetle ve icmâ-ı ümmetle karşı karşıya getirir. Bunun sonucunda vahiy ve sünnet, toplum üzerindeki etkisini gösterir.



İctihadın hükmü gâlip zandır. Yani bir meselenin ictihad ile sâbit olan hükmü yanılma ihtimali ile birlikte gâlip zanna dayanır. Bir müctehidin devamlı isâbet etmesi gerekmez. Hata etmesi de mümkün ve muhtemeldir. Bu yüzden Ebû Hanîfe, "bu bizim ulaştığımız en iyi sonuçtur. Kim bundan daha iyisine ulaşırsa ona uysun" derdi. İmam Şâfiî de; "bir hadis görürseniz ona sarılın ve benim görüşümü duvara çarpın" demiştir (Ebu Zehrâ. a.g.e, s. 388, 389). Mu'tezile'ye göre, her müctehid ictihadında isâbet etmiş sayılır. Çünkü hüküm, Allah nezdinde müctehidin ictihadına tâbîdir. Aksi halde insanlar güç yetiremeyecekleri bir yükümlülükle karşı karşıya gelmiş olur (Ömer Nasuhi Bilmen, lstılahat-ı Fıkhıyye Kâmusu, I, 243).[85]