3- Teâmül Bulunması:

İmam Muhammed eş-Şeybânî'ye göre, hakkında nass (âyet-hadis) bulunmasa da, vakfedilmesi teâmül haline gelen menkullerin vakfı geçerlidir. Kitap, ev, balta, gelinlik, el-bise, mutfak eşyası, mushaf, bazı kitaplar, dinar, dirhem (nakit para) ve mislî (standart) menkuller bunlar arasında sayılabilir. Örf ve teâmül; toplumda, İslâm'a aykırı olmayan bir işin çokça yapılmasıyla gerçekleşir. İmam Muhammed burada istisna' (eser sözleşmesi yapma) aktinde olduğu gibi "istihsan" deliline dayanarak kıyası terketmiştir. Bu duruma göre,bu beldede menkul bir malın vakfedilmesi örf ve âdet halini almışsa, bu çeşit menkullerin vakfı geçerli olacaktır (Serahsî, a.g.e., V, 2083-2087; İbn Kudame, el-Muğni, V, 585).



Osmanlı İmparatorluğu uygulamasında, "teâmül" kriteri esas alınarak, örfleşmiş bulununca menkullerin vakfı caiz görülmüş ve nakit para vakfı da menkul kapsamına alınmıştır. Hanefiler dışındaki üç mezhep, prensipte para vakfına karşı değildir. Ancak asıl, para vakfına cevaz veren ve vakfedilecek nakit paraların işletilme yöntemlerini belirleyen, Hanefî müctehidlerinden İmam Züfer'dir.



Maddî bir karşılık beklemeden başkalarına yardım etmek gibi ulvî ve fevkalâde bir düşüncenin mahsûlü olan vakıf müessesesi, yüzyıllardan beri islâm ülkelerinde büyük bir ehemmiyet kazanmış, sosyal ve ekonomik hayat üzerinde derin tesirler icra etmiş olan dinî ve hukukî bir müessesedir. İnsan fıtratında mevcud olan yardımlaşma hissi, şüphesiz ki insanlık tarihi kadar eskidir. Bu his, dinî emir ve hükümlerle birleşince daha bir kuvvet kazanır. İslâm ülkelerinde vakıfların, asırlarca büyük bir fonksiyonu icra etmesinin sebebini burada (dinî his) aramak lâzımdır. Çünkü "insanların en hayırlısı, insanlara faydalı olan; malın en hayırlısı, Allah yolunda harcanan (başka bir ifade ile vakfedilen), vakfın en hayırlısı da insanların en çok duydukları ihtiyacı karşılayandır" prensibinin mânasını çok iyi bilen Müslümanlar, bu yolda birbirleri ile âdeta yarışırcasına vakıf eserler kurmuşlardır.



İslâm âleminde vakıfların dinî bir mahiyet taşıması, onların devamlılığını sağlıyordu. Nitekim, dinî inanç ve düşüncesinin güçlü olduğu müesseseler olarak vakıflar, siyasî çalkantı ve idarî istikrarsızlıklar dışında kalıyorlardı. Bu sayede onlar, Müslüman toplum hayatında istikrar ve devamlılık sembolü olarak devam ediyorlardı. Nitekim, vakfedilen gayr-i menkuller, herhangi bir sebeple müsadere edilemeyeceği, kullanım sahası değiştirilemeyeceği ve vakfiyedeki esaslara aykırı davranmadıkça mütevellileri değiştirilemeyeceği için bu müesseseler, siyasî ve idarî müdahalelerin dışında kalıyorlardı.



İslâm dünyasında önemli bir müessese olarak vakıfların oynadığı rol, çok büyüktür. Bu bakımdan, onun kuruluşu ile ilgili hukukî kaide ve prensipler ortaya konmuştur. Buna göre vakıfların kuruluşu tescil, vasiyet ve fiille olmaktadır (Açıklamalar hakkında geniş bilgi için bk. Ziya Kazıcı, Vakıflar, İstanbul 1985, s. 37-38).



İslâmiyet, kuruluşundan itibaren ulvî ve insanî gayeleri hedef alan her müesseseyi geliştirmeye çalıştığı için vakıfları da faydalı görerek onları teşriî sahasına almıştır. Sadaka, Kurban ve Zekât gibi ictimaî müesseselerin gayesi de fakir ve yoksulları bu sıkıntılarından kurtarmak olduğundan, İslâm'da önemli bir mevkiye sahip kurumlar olarak vaz' edilmişlerdir.



İslâm dünyasında, vakıfların geniş bir şekilde yer edip gelişmesinde Hz. Peygamber'in biraz önce bahs ettiğimiz hadisinden başka, bizzat kendisinin de vakıf yapması, önemli bir âmil olmuştur. Hz. Peygamber Medine'de kendisine ait bulunan hurma bahçesini vakf edip hâsılatını "havadis-i dehr"e yani İslâm'ın müdafaasını icab ettirecek hadise ve mübrem ihtiyaçlara tahsis etmiştir. Aynı şekilde Fedek hurmalığını da yolculara vakf ettiğini biliyoruz (Ömer Hilmi Efendi, İtifu'l Ahlaf 10; Ömer Nasuhi bilmen, Istılah, IV, 304). Kur'ân-ı Kerîm ile Hz. Peygamberin emir ve tatbikatları Müslümanlar için uyulması gereken bir vazife telakki edildiğinden bu konuda mü'minler aramda âdeta bir yarış sürüp gitmiştir.



Hz. Peygamber'in ashabı da O'nun yolunda yürüyerek çeşitli vakıflar kurmak suretiyle insanlığa hizmet ettiler. Nitekim Câbir (r.a) "Ben, Muhacir ve Ensar'dan mal ve kudret sahibi bir kimse bilmem ki vakıf ve tasaddukta bulunmuş olmasın" (Bilmen, a.g.e., IV, 304) diyerek bu durumu belirtmek ister. Bunun içindir ki, Müslüman şehir, kasaba ve köylerde sayısız vakıf vücuda getirilmiştir.



İslâmî yardımlaşma prensibinin bir sonucu olarak ortaya çıktığını gördüğümüz vakıflar, İslâm ülkelerinin tamamında sayılamayacak kadar çok ve önemli hizmetler ifa ediyorlardı. Hz. Peygamber ve halifelerinin kurdukları vakıflardan sonra, imkânı olan her Müslüman, böyle bir tesis kurmak için büyük bir gayretle çalışıyordu. Bu durum, sadece zengin Müslümanları değil, aynı zamanda devlet başkanlarını ve devletleri de harekete getiriyordu.



Emevîler zamanında vakıflar çok genişledi. Hatta bu dönemde ilk defa yeni yeni teşebbüslerde bulunuldu. Nitekim hicrî 88 senesinde Emevî halifesi Vefid b. Abdillmelik, Ümeyye Camü için ilk defa köy ve mezraları gelir getiren birer kaynak olarak vakfetti.



Emevîlerden sonraki Abbasî devletinde vakıflar daha bir gelişme gösterdi. Hatta bu devlette vakıflar o derece ehemmiyetli bir tesis haline geldi ki, bular için vakıflar nezareti adında bütün vakıfları kontrol eden ve onların bir sisteme bağlanmasını sağlayan teşkilatlar kuruldu (İsmail Hakkı Uzunçarşılı, Osmanlı Devleti Teşkilatına Medhal, Ankara 1970, 10).



Abbasîler devrinde, İslâm camiasının muhtefif siyasî parçalara ayrılması ve nihayet Büyük Selçuklu Devleti'nin kurulması ile Doğu Müslümanlarının Türk hakimiyeti altına girmesi vakıf müessesenin bir kat daha inkişafına sebep oldu. Selçuklu devletinin "Fatimî-Şiî" hareketine karşı takib atiği Sünnîlik siyaseti, devletin her tarafında yeniden birçok dinî müessesenin vücuda gelmesi ve bilhassa bir çok medresenin açılmasına sebep oldu. Büyük bir malî güce sahip olan Selçuklu sultanları, şehzadeleri ve devlet adamları ile ileri gelenler vakıf kurma bakımından birbirleri ile adeta yarışıyorlardı. Selçuklulardan sonra ortaya çıkan Harzemşahlar, Atabeğler, Eyyubîler, Mısır Memlukluları ile Anadolu Selçukluları sülaleleri hakim oldukları yerlerde malî güçleri oranında vakıflara önem verdiler.



İslâm dünyasında ayrı bir yeri bulunan Osmanlı devleti de vakıflara büyük bir önem verdi. Bu devlette, camiler, medreseler, türbeler, ribatlar, tekkeler, mektepler, köprüler, hastahaneler, sulama yol ve kanalları, kervansaraylar, imâretler vs. gibi bir çok dinî hayrî tesis hep vakıflar sâyesinde vücuda getirildi. Onlar diğer müessaelerde olduğu gibi vakıf konusunda da kendisinden önceki Müslüman devletleri örnek aldılar. Nitekim, Osmanlı devletinde, daha ilkbeyler zamanında başlayan devletin siyasî ve malî kudretinin inkişafına paralel olarak gelişip artan vakıfların, Osmanlılar dönemindeki ilk müessisi Orhan Gazi olmuştur.



Orhan Gazi, İznik'te ilk Osmanlı medresesini kurarken, onun idaresi için, yeterince gelir getirecek gayri menkul vakfetti. Bu medrese kısa bir müddet zarfında kudretli ilim ve devlet adamları yetişti. Sultan Orhan'ın yaptırdığı ilim ve hayır müesseleri bir hayli fazladır. Nitekim günümüzde Adapazarı şehrinde halen Orhan Bey Camii ve Kandıra'da Orhan Camii adı ile anılan camiiler ile yine Adapazarında medrese, Bursa'da bir cami, zaviye, misafirhane ve ziyâret inşa ederek bunlara vakıflar tahsis etti. Bu hayır eserlerin görevlieri olan müderris, imam, hafız, nakib, tabbah, hakim ve bevvab gibi kimseleri de tayin etti (Ali Himmet Berki "Vakıf kuran ilk Osmanlı Padişahı" Vakıflar Dergisi V, 127-128).



Orhan Gazi'den başlayarak Osmanlı padişahları, sultanları, vezirleri, emirleri, zengin tebaa, pek çok vakıf yaptılar. Konunun fazla uzamaması için bunlara temas etmiyoruz.



Vakıfların idaresi nâzır adı verilen görevlilerce yapılmaktaydı. Zaman içinde idare şekillerinde devlet ve imkanlara göre değişiklikler yapıldı. Kendi vakfı için ilk nâzır tayin eden bizzat Hz. Peygamberdir. Hicretin ilk iki asrında vakıflar "Vâkıf' tarafından tayin edilen mütevellilerce yönetilirdi. Nâzır, mütevellilerin kontrolcusu olarak, onların işlerinin tamamlanmasına nezâret ederdi. Bunların genel murakabesi de "emiru'l-mü'minîn" olan hafifeye aitti. Abbasiler döneminde bu işi halifeler yapıyordu. Yıldırım Bayezid, her vilayete "müfettiş-i ahkâmı'ş-şer'iyye" tayin ederek vakıf işlerini teftiş ettiriyordu. Osmanlılar döneminde özel şahıslar tarafından kurulan vakıflarla mütevelliler meşgul olmuş, bunlar kadılar vasıtasıyla teftiş ve murakabe edilmişlerdir. Her kadı, kendi mıntıkasındaki vakıfları emrindeki müfettişlerce teftiş ettirdiği gibi, bazan bizzat kendisi de bunları teftiş ederdi. Bununla beraber payitaht kadısı (İstanbul kadısı), bütün vakıfları teftiş yetkisine sahipti (Daha geniş bilgi için bk. Kazıcı, Vakıflar, 7072).



Osmanlılar döneminde 1242 (m. 1826) yılında kurulan Evkaf Nezareti'nden önce vakıflar, vâkıflarının şartlarına göre idare ediliyor ve bunlar ayrı nezâretlerce murakabe ediliyorlardı. Bu nezâretler: Haremeyn, Vezir, Şeyhülislâm, Tophane ümerası ve İstanbul kadıları nezâreti idi. Osmanlıların sonuna kadar devam eden Evkaf Nezâreti, 3. 3. 1924 tarihinde çıkarılan 429 sayılı kanunla ilga edilerek Başkanlığa bağlı bir umum müdürlüğe havale edildi. Böylece Vakıflar Umum Müdürlüğü kurulmuş oldu. Cumhuriyetten sonra vakıf mevzuatında ilk mühim değişiklik 5. 6. 1935 tarih ve 2762 sayılı kanunla yapıldı. Bu değişikliklerle vakıf müessesesi kuruluş gayelerinin ve vakıf şartlarının tamamen dışına çıktı ve toplum için görmüş olduğu fonksiyonlar yok edildi.



İslâm dünyasında dinî, kültürel, askerî, sivil, iktisadî, ictimaî, su ve spor gibi sahalara varıncaya kadar hemen her sahada kurulmuş bulunan vakıflar büyük bir hizmet ifa etmişlerdi. Sırf Allah rızasını kazanmak için bu tesisleri kuran insanlara bugün de ihtiyacımız var.



Para Vakfı Ekonomik faaliyetlerin özü ve itici gücü kâr unsurudur. Üretim, dolaşım, paylaşım veya tüketim safhalarından herhangi birisinde kâra hak kazanabilmek için, İslâm hukuku önce, yapılacak ticaret işinin meşrû olmasını ister. İkinci olarak da şu üç unsurdan en az birisinin bulunmasını şart koşar: Emek, sermaye ve tazmin etme riski. İslâm'da bu üçüncüsü "Vücûh Şirketi"nde ortaya çıkar. Bu da, iki veya daha çok kişinin sermayesiz, borç para kullanmak veya vadeli mal alıp satmak suretiyle elde edecekleri kân, borçların riskini üstlendikleri orana göre paylaşması esasına dayanır (es-Serahsî, a.g.e., XIII, 83, XXI,17,18, 20, 21, 24).



İslâm toplumlarında finans sorunu, İslâm'ın çıkışından 24. yüzyıl başlarına kadar, karz-ı hasen dışında büyük ölçüde risk esasına ve kâr-zarar ortaklığı prensibine dayalı olarak çözümlenmiştir. Muddrebe (emekle sermayenin işbirliği yapılarak, kân aralarındaki anlaşmaya göre paylaşması ve zarar sermayenin katlanması yöntemi), Müşareke (sermaye ortaklığı, kârın paylaşılması anlaşmaya göre, zarara katlanma ise kural olarak sermaye oranlarına göre olan ortaklık), Sanâyi' (taahhüd işleri yapma), Ziraat Ortakçılığı (emek ve toprak sahibi ortaklığı ve kiralama (leasing) bunlar arasında sayılabilir. 13.cü yüzyıldan itibaren giderek büyüyen para vakıflar da önemli bir fınans kaynağı oluşturmuştur. Ancak vakıf paraların kullanımında temelde islâmî olmayan bazı uygulamaların da vuku bulduğunu ve bunu mütevellilerin işi bilmeyişine hamletmek gerektiğini belirtelim. Diğer yandan vakıfnâmelerde yer alan bazı hukuk terimlerinin, yanlış yorumlanmasının da bu uygulamalarda etkili olduğunu söylemek mümkündür.



>>>>>



'Vakıf', sözlükte hapsetmek, alıkoymak demektir. Zamanla bu anlam genişleyerek, bir malı mülkiyetin devri sonucunu doğuran tasarruftan alıkoyup gelirini devamlı olarak ihtiyaç sahiplerine bağışlamak anlamını kazanmıştır.



'Vakf'ın çoğulu, 'evkaf' veya 'vukuf'tur.



'Vakıf', isim olarak vakfedilen mal anlamındadır.



Kavram olarak 'vakf'; kendisinden faydalanmak mümkün ve mubah olan bir malı, Allah'ın mülkü olarak devrini-satışını yasaklayıp gelirini toplumun mülkü haline getirmektir.



Böylece mal, vakfedenin mülkü olmaktan çıkar, Allah'a âit bir mülk olarak geliri, kullanılması toplumun emrine ve hizmetine verilir. Vakfı yapan kimse, vakfın kullanma ve işletme şartlarını yazılı veya sözlü olarak açıklar. Vakıf da şartlara uygun olarak yönetilir, insanların faydasına sunulur.



Hiçbir maddî karşılık beklemeden, sırf Allah (cc) rızâsı ve sevap içn başkalarına yardım niyetiyle meydana gelen vakıflar, yüzyıllar boyu İslâm ülkelerinde önemli bir görevi yerine getirmiş, sosyal ve ekonomik hayat üzerinde olumlu etkiler bırakmış hukukî ve dinî kurumlardır.



İslâm'ın yardımlaşma ve malı Allah yolunda sarf etme anlayışından doğan vakıf sistemi, Kur'an, Sünnet ve icmâya (İslâm bilginlerinin söz birliğine) dayanır.



Şu hadis oldukça dikkat çekicidir:



"Âdemoğlu öldüğü zaman, amel defteri kapanır. Devamlı bir sadaka (sadaka-i câriye) meydana getirenler, topluma faydalı bir ilim bırakanlar ve kendisine hayır duâ edecek sâlih çocuklar bırakanlar gibi üç sınıf hâriç (bunların amel defterleri kapanmaz)." (Müslim, Vasıyye 14, hadis no: 1631, 3/255; Ebû Dâvud, Vesâyâ, hadis no: 2880, 3/117. Hadisin bir benzeri, İbn Mâce, Mukaddime 20, hadis no: 241)



Kur'ân-ı Kerim'de sadaka vermek ve infak etmek hakkında çok sayıda âyet vardır. Mü'minler sürekli olarak Allah yolunda infak etmeye, mallarından bir kısmını sadaka olarak ihtiyaç sahiplerine vermeye teşvik ediliyorlar. Malı Allah yolunda harcamanın bir tohumda yedi başağı, her bir başağında da yüz tanesi olan ekin gibi bereketli olacağı örneği verilir (2/Bakara, 261).



Rabbimiz (cc) buyuruyor ki:



"Sevdiğiniz şeylerden Allah yolunda infak edinceye kadar asla iyiliğe (birr'e) ulaşamazsınız. Her ne infak ederseniz, şüphesiz Allah onu bilir." (3/Âl-i İmrân, 92)



En büyük hayra ulaşmak isteyen ilk dönem müslümanlarından bugüne kadar sayısız müslüman, mallarını Allah yolunda harcadılar ve bir kısmını da sürekli olarak insanların hizmetine bağışladılar.



Bu âyet geldikten sonra birçok sahâbî mallarını, tarla ve arâzilerini, kimileri arâzilerinin gelirlerini Allah yolunda ihtiyaç sahipleri için vakfettiler. Peygamberimiz (s.a.v.) de bu konuda diğer mü'minlere örnek olarak bazı mallarını vakfetmiştir.



Bilindiği gibi yeryüzünde ilk vakıf, Beytullah olan Kâbe'dir. Kâbe'yi Allah'ın emriyle yapan Hz. İbrâhim ve Hz. İsmâil onu, kıyâmete kadar gelecek mü'minler için vakfetmişlerdir (2/Bakara, 125)



İslâm tarihinde henüz Hz. Muhammed'in sağlığında başlamak üzere vakfetme anlayışı müslümanlar arasında yerleşmiş, bugüne kadar gelmiştir.



İslâm tarihinde yalnızca insanlar için değil, hayvanların bakımı ve tedavisi için bile vakıflar kurulmuştur. İnsanların gıda, sağlık, barınma, eğitim, ibâdet, ulaşım ve ticaret işleri için vakıflar meydana getirilmiştir.



İslâm âleminde vakıfların bu kadar yaygın olmasını müslümanların dînî hislerinde ve onların Allah (cc) rızâsını kazanmadaki arzularında aramak gerekir. "İnsanların en hayırlısı, diğer insanlara faydalı olandır. Malın en hayırlısı, Allah yolunda harcanan, vakfın en hayırlısı da insanların en çok ihtiyaç duyduklarını karşılayandır" prensibi önemli bir rol oynamıştır.



Kur'an'da vakıf kelimesi geçmemekte, ancak bu anlama gelecek birkaç eş anlamlı kelime geçmektedir. İyilik yapmak, sadaka vermek, ihsanda bulunmak ve başkalarına yardımı teşvik eden diğer ifâdeler gibi.



Hadislerde vakf yerine daha çok 'habs' kelimesi kullanılmıştır. Yine birçok İslâm hukukçusu 'habs' veya 'hubs' kelimelerini vakıf kelimesi yerine kullanmışlardır. Bazı kaynaklarda ise vakıf yerine 'sadaka' kelimesi geçmektedir. Eğer verilen sadaka; dokunulmaz, yani vakfedilmiş ve sürekli olarak bağışlanmışsa vakıf adını alır.



Hangi adla anılırsa anılsın, vakıf kurumu; hem mü'minlerin Allah yolunda mallarını vermeleri açısından, hem de insanların çok farklı ihtiyaçlarının karşılanması açısından son derece önemlidir. Vakıflar sâyesinde nice güzel eser ayakta kalmış, hizmetler yürütülmüş, insanların ihtiyaçları karşılanmıştır.



Vakfedilen malda şu şartlar aranır:



1- Mal, kendisinden yararlanılan bir mal (mal-ı mütekavvim) olmalı,



2- Malın şekli, miktarı belli olmalı,



3- Vakfeden kimsenin kendi mülkü olmalı,



4- Mal ifraz edilmiş (bağımsız birim haline getirilmiş) olmalı.