Ümmet Bilinci

Modern ideolojilerin çözüldüğü, tükendiği ve yabancılaştığı bir dönemden geçiyoruz. Bütün bir insanlık, modern ideolojilerin öngörülerinin gerçekleşmediğini, bu ideolojilerin önyargılarının geçersiz olduğunu, bu ideolojilerin içerisinde yaşayarak öğreniyor. Modern ideolojiler; dengesizlikler, eşitsizlikler, zulümler ve soykırımlarla şekillenen bir dünya doğurdu. Modern ideolojiler, insanlığın, insanî/rûhî/mânevî/ahlâkî ihtiyaçlarına hiçbir yolla cevap veremediler. Daha doğru bir ifade ile, modern ideolojilerin insanlığın insanî/rûhî/mânevî/ahlâkî sorunlarına cevap aramak gibi bir kaygısı yoktu.



Modernizmin hâkim olduğu yıllar boyunca yaşanan insanlık dışı olaylar, özellikle müslümanlar için “ümmet bilinci”nin evrensel bir zorunluluk olduğunu göstermektedir. Ümmet bilinci, imânî bir zorunluluktur, ahlâkî bir zorunluluktur. Günümüzde İslâmî ideallerle, yaşanan gerçekler arasında, maalesef çok büyük boşluklar bulunmaktadır. Günümüzde İslâm ümmeti, kendisini kanıtlayamamaktadır. İslâm ümmeti, kendisini ve sorunlarını ifade edememektedir. İslâm ümmeti, İslâmî anlamları temsil edememekte, örnek olamamaktadır.



Bugünün dünyasında müslümanlar için, müslümanca yaşama özgürlüğü yoktur. İslâm ümmeti, İslâm medeniyeti bugün bir gerçeklik, yaşanan bir vâkıa olmaktan çıkmıştır. İçerisinde yaşadığımız dünyada bireysel anlamda inanma özgürlüğü varsa da; inandığımız değerleri harekete dönüştürme özgürlüğümüz yoktur. Müslümanlar, içerisinde yaşadıkları toplumları İslâm toplumlarına dönüştürmeyi başaramıyorlar. Taklide dayalı bir kültürle, düşünse, kültürel, sosyal, siyasal bir dönüşüm, yenilenme ve değişim gerçekleştirilemiyor.



Sömürgecilik öncesi dönemde, kültürel/sosyal/siyasal hareketler, uluslar/kavimler/ırklar üstü hareketlerdi. İnsanlık kültürü etnik sınırları aşan bir kültürdü. Sömürgecilik döneminde sömürgeciler; ümmet bilincini, ümmet gerçeğini, ümmet inancını kolaylıkla parçalayacak bir zemin buldular. İslâm ümmeti bünyesinde yaşanan içsel yabancılaşma, sömürgecilerin her türlü eylem ve etkinlikleri için büyük kolaylıklar sağladı.



Sömürgeciler halkları istedikleri kalıplara döktüler, halkları köklerinden kopardılar, halkları bağlı bulundukları anlam ve değer sistemlerinden uzaklaştırdılar. İslâm dünyasında ulus/devlet arayışları sonu gelmez sorunlar doğurdu. Sömürgecilik dönemiyle birlikte başlayan yüzeysel batılılaşma hareketleri, taklitçi gelenekçilikle bütünleşince, İslâm toplumlarında toplumsal ve kültürel doku derin bir şekilde bozuldu.



Biz müslümanlar; temel İslâmî inançlar merkezinde toplanan, farklı etnik kökenleri olan, farklı dilleri konuşan, farklı gelenek ve âdetleri paylaşan evrensel bir ümmet/milletiz.



Geçmişte İslâmî imparatorluklar bünyesinde gayr-i müslim uyruklar, iç işlerinde tamamen özerk, bireysel ve toplumsal özgürlüğe sahip dinî azınlıklar halinde örgütlenmiş olarak sorunsuz bir şekilde yaşadılar. İslâm, müslüman olan ve olmayan pek çok ulusu tek bir siyasal çatı altında topladı. Yüzyıllarca ırk ve benzer özelliklerde ayrım tanımayan bir İslâm ailesi içerisinde çeşitli ırklar ve dinler barış içerisinde bir arada yaşadılar.



İslâm, tüm etnik sınırları aşmaya son derece elverişli insanî bir öz taşır. Müslümanlar nazarında bütün insanlığın hayrını ve çıkarını düşünmeyen bir dünya görüşü ve hayat anlayışı, ahlâkî ve insanî olamaz.



Coğrafî ve ırkî sınırları bulunmayan, uluslarüstü, ülkeler ve halklarüstü bir dünya ve hayat görüşünün ifadesi olan İslâm, daha doğrusu İslâm anlayışı, bugün coğrafî ve ırkî sınırlara hapsedilmiş ve bu yolla ulusal ideolojilerle özdeşleştirilmiştir. Coğrafî ve ırkî sınırlar yüzünden evrensel İslâmî bütünlük ve özgünlük yitirilmiştir. Ulusal ideolojilerin ve ulusal sınırların denetimi altına alınan İslâm anlayışı, denetim altına alındığı ülkelerde her tür değişime kapalı, kokuşmuş bir muhâfazakârlığın ifadesi olarak yaşatılmak istenmektedir.



Tarih, biz müslümanlar için, özgürlük ve bağımsızlığın insanî ve ahlâkî bir yürüyüşüdür. Bugün müslümanlar olarak İslâmî kişiliğimizi temsil edememekteyiz. Bu durumdan hepimiz sorumluyuz. İçerisinde yaşadığımız dünyayı denetim altına alan; ulusal birlik, ulusal egemenlik, ulusal devlet, vatan, bayrak gibi kavramlar modern zamanlarda yüceltilen, takdis edilen, Avrupa kültürüne özgü tamamen “muğlak” kavramlardır. Bu kavramlar yoluyla bugün her ülkede halklar kendisinden olmayanları dışlamakta, aşağılamaktadır. Bütün bu tanımlar insanî değerlerin ve zenginliklerin sınırlarını daraltmakta, evrensel ilâhî ve insanî iklimi çölleştirmektedir.



Bugün, yeryüzünü ve bütün insanlığı ilâhî anlamlarla kucaklayan İslâm, bu çölleşmeyi durdurmak istemektedir. Bu çölleşmeyi biz müslümanlar durdurabiliriz. Bunun için de, bütün bir yeryüzünde ve hayatın her alanında ilâhî bağların dışında hiçbir bağ kabul etmeyecek şekilde özgürce düşünmeyi, özgürce karar vermeyi ve özgürce davranmayı öğrenmeliyiz.



İslâm, tarihten çekilmeye zorlandığı modern zamanlara kadar çok halklı, çok dilli, çok renkli yapılar kurdu. Bu yapıları yüzlerce yıl ayakta tuttu. İslâm, tarihin içinde olduğu dönemlerde insanlığı bölmedi, coğrafyayı bölmedi, dünyayı bölmedi. İslâm, farklı toplumsal oluşumları, fesad kaynağı olmamaları koşuluyla engin bir anlayışla karşıladı. İslâm, insanlık tarihinin en geniş, en kapsamlı, en kuşatıcı, en zengin kimliğinin ifadesi oldu. Bu zengin kimlik bugün ulusalcı, hânedancı ve kabileci ideolojiler aracılığıyla daraltılmış ve küçültülmüştür. Günümüzde her ulus son derece sınırlı bir gerçeklik haline gelmiştir. Bu sınırlı gerçeklik nedeniyle, hiçbir ulus, kendisini bütün bir insanlığın yerine koyma hakkına sahip değildir. Günümüzde bir ulusa bağlanmak, bir başka ulusu dışlamak anlamına gelmektedir.



İslâm’ın tarihten çekilmesiyle birlikte tüm dünyada milliyetçilikler güçlendi, insanlık küçük küçük parçalara ayrıldı. Tarih içinde yeryüzü çapında büyük cemaatler inşâ eden, büyük cemaatleri amaç edinen İslâm, içerisinde yaşadığımız dönemde, ulusal çıkarlar, hânedancı ihtiraslar, küçük kabile çekişmeleri ve farklı hizip rekabetleri için son derece basit ve sığ hesapların aracı haline getirilmiştir. Bu nedenlerle evrensel İslâmî söylem, hızlı bir şekilde yerelleşmekte ve maalesef bir hizip dili haline getirilmektedir. Günümüzde de hizip kendi kutsallığına kendisi karar vermektedir. Hizip bencilliği çok yaygın bir sapma haline gelmiştir. Bugün müslümanlar, temel İslâmî ilkelerden kopuk bir İslâmî mücâdele çelişkisi ile karşı karşıya bulunmaktadır. Hizip dili, ufukları küçültmekte, ümmet bilincini zayıflatmaktadır.



Dünyevî akılcılık çağında dünya, teknik anlamda zenginleşti; ancak insanî anlamlar açısından yoksullaştı. İslâm halklarının bu yoksullaşmanın dışında kaldığı söylenemez. Bugün bütün dünyada müslüman toplumlar da dâhil olmak üzere hayatın bütün alanlarında kapitalist bakış açıları, kapitalist hayat anlayışı ve kapitalist sosyal ilişkiler yürürlüktedir.



Bizler, müslümanlar olarak yeryüzündeki varoluş faâliyetlerimizi İslâmî ilke ve ahlâk sınırları içerisinde düzenlemek zorundayız. İslâmî ilkelerden bağımsız bir İslâmî mücâdeleden söz edilemez. Müslümanca varoluş hakkımızı, İslâmî anlamları yaşatarak ifade etmeliyiz. Hiç birimiz, hiçbir nedenle İslâmî bütünselliği bir kenara itemeyiz.



İman, insanî tüm yetilerin ve özelliklerin en yüce tezâhürüdür. İnsan, tüm insanî zenginliklere “iman”la ulaşır. Allah’ın mülkü üzerinde her alanda her tür birlik imanla sağlanacaktır. İman bağının zayıflatıldığı ortamlarda/toplumlarda/çağlarda köklü birlikler kurulamamaktadır.



Bütün bir varlık âleminde insanlık tarihi boyunca iki ana topluluk var oldu. Bunlar, Kur’an’ın ifadesiyle; Allah’ın taraftarları ve şeytanın taraftarları olarak anılırlar. Allah’ın taraftarı olan müslümanlar her koşulda Allah’a ait işaretler, özellikler, nitelikler ve davranışlar taşımak zorundadır. Allah taraftarı olan/olması gereken İslâm ümmeti, yalnızca bir iman bağı etrafında toplanan bir topluluğun adıdır. İslâmî inançlar açısından yalnızca Allah’a ibâdet edenlerle, Allah’a isyan edenler arasında bir eşitsizlik vardır. Biz müslümanlar, insanları toplumsal mevkîlerine, ya da siyasal konum ve güçlerine göre değerlendirmeyiz. Bizim için insanın değeri, maddî seviyesi ile değil; taşıdığı faziletlerle ortaya çıkar.



İslâm nazarında insanlar, başkalarının haklarını ihlâl etmemek ve İslâmî toplumu fesâda vermemek koşuluyla inanç ve düşüncelerini serbestçe açıklayabilirler. Müslüman olmayanlar, İlâhî yasalara karşı gelmemek şartıyla, anlaşmalarla sağlanacak her türlü haktan yararlanabilirler.



İslâm, bizlere kendilerine itaat edeceğimiz emir sahiplerinin ırklarının, renklerinin, ülkelerinin önemli olmadığını, emir sahiplerinin Allah’a, Rasûlü’ne ve Allah’ın koyduğu yasalara uygun hareket ettikleri sürece kendilerine itaat edilmesi gerektiğini öğretiyor. Peygamberimiz (s.a.s.), bir câhiliyye âdeti saydığı atalarla, soy sopla, kabile ve aşiretle övünmeyi kesinlikle ortadan kaldırmıştır.



Müslümanlar, bütün zamanların en büyük ailesidir. Müslümanlar, bütün adımlarını, bu büyük ailenin sağlığını ve geleceğini düşünerek atmalıdırlar. Müslümanlar olarak görevimiz, inançlarımızı, değerlerimizi, kavramlarımızı insanlık çapında geçerli olacak şekilde yükseltmektir. Her şeyden önce inançlarımızı, değerlerimizi, kavramlarımızı özgürleştirmeliyiz. Klişeleşmiş açılara teslim olmamalıyız. Modern Batı, kendi dünya görüşünü evrenselleştirmeyi başarırken; müslümanlar yerel, ulusal, bölgesel yönelişlerle kendilerini sınırlandıramazlar.



İçerisinde yaşadığımız dönemde kavim, ulus, ülke farklılıkları, evrensel bütünlük bilinci bozulduğu için, müslümanlar arası birlik ve dayanışmayı engelliyor. Evrensel ilke ve değerler temelinde algılanması/yaşanması gereken İslâm, yerel farklılıklar ve gelenekler nedeniyle parçalara bölünüyor. Evrensel ilkelere inanan müslümanlar bu inançlarını yerel kimi sapmalar nedeniyle somutlaştırıyorlar. Evrensel inançların temsilcisi olan müslümanlar, ulusal ve bölgesel sınırları aşmak zorundadır. Müslümanlar arası ilişkiler, uluslarüstü bir kültür ve medeniyet kurmaya, uluslarüstü bir birliği sağlamaya yönelik olmalıdır.   



Rabbimiz âlemlerin Rabbidir. Bütün bir yeryüzü mescidimizdir. Peygamber Efendimiz, sadece Arap ulusuna rahmet olarak değil; bütün âlemlere rahmet olarak gönderilmiştir. Biz müslümanlar, bir ırka, bir ulusa, bir ülkeye değil; Allah’a ibâdet için yaratıldık. Bütün bir yeryüzü bizim ülkemizdir. Bizler, bir ırkı, ulusu ve ülkeyi putlaştıramayız. İmanımızı bütün unsurlarıyla ifade edemediğimiz bir topluma ve ülkeye mecbur/mahkûm değiliz. Allah’ın arzında yeryüzünün halifeleri için sınırsız imkânlar, yerler, yurtlar yaratılmıştır. Hiçbir ırk, ulus ve ülke, inançlarımızdan daha değerli olamaz. Bizler, birbirimize iman bağı ile bağlı olan müslümanlarız. Bizler, bütün bir yeryüzünü dolduran tek bir hizbin mensuplarıyız.



Kendilerini evrensel İslâm hizbi ile ifade eden müslümanlar laik, liberal, modernist, demokrat dünya görüşü ve hayat anlayışını bir varoluş tarzı olarak seçenleri dost edinemezler. Bu çevreleri dost olarak seçenlerin Allah ile dostlukları ortadan kalkar. Nâmı, nişanı, derecesi, gücü, makam ve mansıbı ne olursa olsun, tercihlerini açıkça İslâmî dünya görüşü ve hayat anlayışı doğrultusunda yapmayan kimseler için, politik pragmatizm adına inançlarımızı asla terk edemeyiz. Müslümanlar, herhangi bir beşerî ideoloji, beşerî kurum ve kavramlar etrafında bu ideoloji, kurum ve kavramlara  inananlarla uzlaşamazlar. 



Rabbimiz, soyumuza, sopumuza, ırk ve rengimize, yaşadığımız ülkeye göre değil; kendisine yönelik ibâdetlerimize göre nimetler, bağışlar verecektir. Birliğin ve bütünlüğün temeli, İlâhî vahiydir. İlâhî vahiy, insanlığın bütün bir hayatını kuşatan tek ve mutlak gerçekliğin adıdır. Hangi âileden, kabileden, ulustan gelmiş olursak olalım, İslâm âilesi içerisinde hepimiz temel kardeşlik bağlarıyla birbirimize bağlanmalıyız. İslâm âilesi içerisinde hepimiz eşit hak ve sorumluluklara sahibiz.



Irk, bölge, ulus, kabile, dil, renk asabiyeti insanlığı fesâda veren, insanlığı parçalayan, insanlığın kamplara bölünmesine neden olan bir asabiyettir. İnsanlık, gerçek anlamda tek Allah inancını bütün boyutlarıyla bir bilinç halinde yaşadığı takdirde, bütün temelsiz ve yapay ayrımlar önemini yitirecektir. Bütün ilişkilerini yalnızca Allah için düzenleyen müslümanlar aracılığıyla bir kardeşlik iklimi kurulabilir. Irk, renk, dil, bölge farklılıklarına göre düzenlenecek olan insanî ilişkilerin ahlâkî temelleri yoktur.



İslâm, bütün ırkları içeren bir sistemin adıdır. İslâm’ın bütün imkânlarını herkes aynı ölçüler içerisinde paylaşır. İslâm tarihi boyunca birbirinden çok farklı etnik topluluklar, hayatlarını şeriat hukuku içerisinde düzenlediler. Irkçılık ve milliyetçilik, tarih boyunca her zaman düşmanlıklara ve savaşlara neden olmuştur, bugün de olmaktadır.



İslâm her topluluğu, rengi, insanı, İlâhî varoluşu idrâk edecek niteliklere doğuştan yetenekli telâkki eder. Ümmet, insanlık çapında temelleri olan bir gerçekliğin ifadesidir. Ulus-devlet, ırksal üstünlük fikrine dayalı olarak ortaya çıkmıştır. Ulus-devlet ya da etnik topluluk/grup temelinde insanlığın birliği asla sağlanamaz.



İslâm, insanlık için sınırsız bir bağıştır. Küfür ve şirk hiçbir nedenle mâzur görülemez. Çünkü küfür ve şirk insanın temiz fıtratının bozulmasıdır. Hizipçi, ırkçı anlayışlarla evrensel var oluş bilincine ulaşılamaz. Başka renkleri, ulusları, mezhepleri dışlayarak evrenselci olunamaz. Kavim merkezli bir “din” anlayışı, kavim merkezli bir düşünce ve kültür evrensel olamaz. Kavim merkezli bir İslâm anlayışı, İslâm’ın evrensel anlam ve amaçlarıyla bağdaşmaz. Tarih boyunca İslâm, pek çok renkleri, ırkları bünyesi içerisinde kardeş kıldı. İslâmî bir düzen altında bütün renkler ve ırklar evrensel insanlık anlayışının temsilcileri olarak barış içinde yaşadılar.



Herhangi bir topluluğu İslâmî değerlere sahip olmadığı halde, yalnızca kendi kavmimizden oldukları için savunamayız. İslâmî değerleri temsil eden bir topluluğu, bizim kavmimizden olmadıkları için tahkir edemeyiz. Âdil olmayan bir tarafgirlik, son derece aşağılık bir özelliktir. Herhangi bir halkı, yalnızca kavmî özellikleri nedeniyle yüceltmek, İlâhî adâlete kesinlikle aykırıdır. Mü’min bir halkı yalnızca kavmî nedenlere dayanarak dışlamak İâhî ölçülere ihânet etmektir. Kendi âilemizin, çevremizin, kavmimizin çıkarlarına aykırı olsa dahi, İlâhî adâletten ayrılamayız. İlâhî ölçüler şu ya da bu kavmi yüceltmek için kullanılamaz. İlâhî ölçüler, tüm insanlık için geçerli olan ölçülerdir. Bu bakımdan tüm İlâhî ölçüleri doğru yerlerine koymak gerekir.



İslâm’a çağırmak, insanı insanlığa ve fıtrata çağırmaktır. İslâm âilesinin adı, “ümmet”tir. Ümmet, bir inanç topluluğu olduğu kadar, bir siyasal topluluktur. İslâm âilesi bünyesinde düşünsel, kültürel bir birlik sağlanamadan siyasal bir birlik sağlanamaz.



İslâm, insanları İslâm âilesine çağırırken, zorlamaya başvurmaz. İslâm’a çağrılanlar kendi irâdeleriyle karar verirler. İnsanların baskı ve şiddet altında verdikleri hiçbir karar, hiçbir şekilde inandırıcı olamaz.



İslâm, herhangi bir özel halkın mutluluğunu değil; bütün bir insanlığın mutluluğunu amaçlar. İslâm, herhangi bir tarihsel dönemin değil; bütün zamanların gerçeğidir. Bir topluluğun farklı renklere sahip olması, bu topluluğa başka halkları sömürme hakkı vermez. İslâm, bütün insanlık âlemi içerisinde, bütün ilişkilerin bütün bir insanlığı ve hayatı yaratan Allah’a iman temelinde gerçekleştirilmesini ister. İnsanlık âlemi içerisinde İslâm, belirleyici tek farklılık olarak iman ve küfür farklılığını tanır.



Küfür; bütün bir varlığı ve hayatı yaratan irâdeyi ve bu irâdenin koyduğu yasaları inkâr etmektir. “İnsan”ın, kendisini yaratan irâdeyi tanımaması kadar boş, anlamsız, temelsiz ve saçma bir davranış olamaz. Küfür, başlı başına bir saçmalıktır.



Hangi renge, hangi ırka, hangi ulusa ait olursa olsun her müslüman, evrensel İslâm ümmetinin şerefli bir üyesidir. Müslümanlar için ırk ve kabile bağları değil; İslâm bağları önemlidir.



Müslümanlar, dünyevî/maddî konularda İslâmî ölçüler içerisinde kalmak kaydıyla, müslüman olmayanlarla da ilişkiler kurabilirler. Ancak, müslümanlar, kendilerini laik dünya görüşü, laik siyaset anlayışı ile izah eden oluşumlara katılamaz, bu oluşumlar içerisinde bulunanlarla ortaklık kuramazlar. Kabile, ırk, ulus bağları evrensel bütünleşmenin önündeki en büyük engellerdir. Kavim ve yurt asabiyetine sahip olanlar, evrensel gerçekliğin bilincine ulaşamazlar. Evrensel İslâm inancının temelini Yaratıcı’nın birliği düşüncesi teşkil eder. Bütün bir insanlık kendisini yaratan irâdenin öngördüğü yasalar/değerler etrafında bütünleşebilir.



İlâhımız tek bir ilâhtır. O’ndan başka ilâhımız yoktur. Milletimiz, tek bir millet; yani İslâm ümmetidir. Hepimiz aynı anlam ve amaçlara bağlıyız. Temel inançlarda ümmet olarak hepimiz aynı anlayışı paylaşıyoruz.



İslâm, insanlığın ortak değerlerini, ortak menfaatlerini korur ve gözetir. İslâmî bir  toplumda imtiyazlı kişi, imtiyazlı âile, imtiyazlı sınıf yoktur. İslâm, herhangi bir özel topluluğun kurtuluşunu değil; bütün bir insanlığın kurtuluşunu sağlamak ister. İnsanî bir toplumun inşâsında müslümanlar, kavmî çıkarlar gözetemezler.



Erdemli insanların sessizliği, kayıtsızlığı, bir toplumda çözülmeyi ve bozulmayı derinleştirir. Sosyal görevlerin yerine getirilmediği toplumlarda kötülükler artar. Yeryüzünde müslüman olarak bulunmak, iyilikleri yaymak, kötülükleri ortadan kaldırmakla mümkündür.



Hiçbir kavim, İlâhî yasaları kendi kavmini takdis etmek amacıyla istismar edemez. İlâhî yasalar, bütün halklar, bütün iklimler içindir. İnsanlar hakkında, halklar hakkında karar verilirken, renklerine ve kavimlerine bakılmaz. Yeryüzünde sürekli barış, bütün halkların haklarını âdil bir şekilde tanımakla sağlanabilir. İslâm, bütün halklara aynı derecede yakındır. İslâm, müslümanlardan, düşmanlarının haklarını da tanımalarını, dostları haksızlık yaptığında buna karşı çıkmalarını ister. İslâm nazarında güzel olan, bütün halklar için güzeldir. İslâm nazarında çirkin olan, bütün halklar için çirkindir.



İslâm, evrensel bir âilenin adıdır. Bu âile, bugün ne yazık ki sayısız parçalara bölünmüştür. Bu bölünmeden hepimiz sorumluyuz ve hesaba çekileceğiz. İslâm âilesi fertleri arasında sevgi, muhabbet, bağlılık ve merhamet esastır. Müslümanlar evrensel ölçüleri yitirdikleri için birbirlerine karşı sevgi ve saygılarını da yitirmişlerdir. Evrensel İslâm âilesi içerisinde kavmî imtiyazlara yer yoktur. Halkları sınıflara, derecelere ayıran, kimi halklarda çok özel yetenekler, çok özel ayrıcalıklar olduğunu iddia eden anlayışların evrensel İslâm âilesi içerisinde yeri yoktur. İslâm’ın kimi halkların özel ayrıcalıklarla ödüllendirildiğini iddia eden efsânevî düşünceye saygısı yoktur.



İslâm âilesi içerisine giren tüm kavimler, İslâm’ı en güzel şekilde kendilerinin temsil ettiklerine inanıyorlar. Her kavim, kendi kavmî özelliklerini desteklemek için İslâm’ın imkânlarını kullanıyor. Bu durum, İslâm’ın evrensel ve bütünsel açıklamalarını, yorumlarını büyük ölçüde engelliyor. Kimi kavimlerin ulusçu ve gelenekçi yorumları, İslâm dünyasında düşünsel ve kültürel birliğin sağlanmasını sürekli olarak geciktiriyor. Günümüzde de varlığını koruyan romantik bir tarih anlayışına göre, İslâm âilesi içerisindeki tüm kavimler, kendilerini dünyanın merkez kavimleri olarak görmektedir. Kimi kavimlere göre İslâm tarihi demek, yalnızca bu kavmin tarihi demek, İslâm kültürü de bu kavmin kültürü demektir.



Evrensel İslâm âilesi içerisinde içe kapanma dönemleri ulusçu akımların güçlenmesiyle başladı. Değişik toplumları, değişik halkları, değişik sosyal yapıları bünyesinde başarıyla barındıran İslâm âilesini parçalayan nedenlerin başında, kavim merkezli anlayışlar, kavim merkezli siyasal çekişmeler bulunmaktadır.



İslâm, doğuşuyla birlikte eski dünyanın yapısını tümüyle değiştirdiği gibi, evrensellik bilinci etrafında yeni bir bütünlük sağlayarak, yeni dünyanın yapısını da tekrar değiştirebilir. Müslüman olmak demek, hayatın her alanında putlarla ve put anlayışlarla savaşmak demektir. Müslüman olmak demek, hayatın her alanında Hakkı temsil etmek, bütün kötü ve yanlış yolları ortadan kaldırmaya çalışmak demektir. Bütün bir varoluş âlemindeki tüm zenginlikler ve güzellikler insan içindir. İnsan çalışma ve çabasıyla bu zenginliklere ulaşır. İnsan, kendisini İlâhî hikmetler ve güzelliklerle değiştirdiği takdirde bütün bir yeryüzü de değişecektir.



Evrensel âile bilinci temel açılarda uzlaşma ile sağlanır. Taklit ve tekrar yoluyla oluşmuş “gelenek”, din yerine konulamaz. Müslümanlar İslâm’ın özü, ruhu, anlamı ile uyum içerisinde bulunan geleneklerle, bulunmayan gelenekleri yerli yerine koymak zorundadırlar.



Biz müslümanlar, halkları birleştiren temel unsurlar üzerinde çalışmalı, ayrımcı her anlayış ve oluşum karşısında hassâsiyet göstermeliyiz. İslâm tarih ve kültürü yalnızca bir kavmin etkinliklerinden ibâret bilinmemelidir. Şu ya da bu kavmin tekelci görüşlerine itibar edilemez. Tüm tekelci görüşler, İslâm tarih ve kültürünün bir bütün olarak algılanmaması sonucunu doğurmaktadır. Tüm tekelci görüşler İslâm’ı dar bir çerçeve içerisine oturtmakta, İslâm’ın evrensel renklerine sırt çevirmektedir. Hangi mezhep ve meşrep içerisinde olurlarsa olsunlar, İslâm’ın aslî unsurlarını oluşturan temellerde, tarih boyunca dünya müslümanları arasında kendiliğinden ortaya çıkmış doğal bir ittifak var olagelmiştir. Ayrılık noktalarını daha çok kavim merkezli tekelci din anlayışları tahrik etmektedir.



Din, hayatın özü olduğu için, insanlık İslâmî bir duyarlılıkla hayatta kalabilir. İslâm, dünyayı insanın bozulmamış özü ve fıtratı üzerinde kurmak ister. İslâm, insanlık âlemi içerisinde temel sosyal bağ olarak evrensel insanî temelleri alır.



İslâm, kendisine ait özellikleri bulunan bir yapının adıdır. Günümüze özgü kalıplarla veya Batılı kavramlarla İslâmî yapı tanımlanamaz. Hangi kavimden olursak olalım evrensel bir ümmetin üyeleriyiz. Bu ümmetin üyeleri ortak bir duyarlılık ve bilinçle İslâm hukuku etrafında toplanır. İslâm hukuku bütün kavmî gerçekliklerin üzerindedir. Kavmî gerçeklikler, iyiliğin ve kötülüğün, hayrın ve şerrin, çirkinliğin ve güzelliğin kaynağı olamaz.



Kavmî ayrıcalıklar üzerinde ısrar eden kültürler Allah’a iftira ediyorlar. Âlemlerin rabbı olan Allah, ayrıcalık yapmaz. İslâmî inançlar geçici inançlar değildir. Evrensel İslâm toplumu inancı, bütün zamanlar içindir.



İslâm, hayatın özü olan değerleri hayata kazandırma savaşı vermektedir. İslâmî değerlerin yaşandığı bir dünyada sosyal bir bunalım ve çözülme olmaz. Bütün dünya müslümanlığı, iyilikte ve güzellikte, birbirleriyle sürekli olarak yardımlaşırlar. Kötülükler karşısında birbirlerini uyarırlar.



İslâm, aynı renklerin, aynı dillerin, aynı toprakların birliğini çok ilkel bir birlik sayar. İslâm, aynı inançların birliğini savunur. Her müslüman, günlük hayatında İslâmî sorumluluklarını yerine getirirken, aynı zamanda İslâmî hayat anlayışının yayılmasına da katkıda bulunmaktadır.



İslâm, kimseye özel bir konum vermez. Hiçbir müslüman verâset yoluyla kazanılmış ayrıcalıklara sahip olamaz. Bizim ölçütlerimiz, genetik ölçütler değil; bölgesel ve ulusal ölçütler değil; evrensel İlâhî ölçütlerdir.



Hiçbir sistem, evrensel ilişkiler geliştirme konusunda İslâm kadar müsait değildir. Buna rağmen, kendimizi yerel sınırlar içerisine hapsettiğimiz için, insanlığın yüreğine ulaşamıyoruz.



İslâm, bireylerin, toplumların birbirlerine yabancılaşmalarını önler. Çünkü İslâm cemaat içinde bütünleşmeyi ve cemaat dayanışmasını öngörür. Halklar birbirleriyle tanışıp bilişsinler ve yardımlaşsınlar için yaratılmışlardır. Müslümanlar, kendilerini herhangi bir milliyetle sınırlandırmazlar. İslâmî mücâdele, evrensel amaçlar içerdiğinden, siyasal sınırlara göre yapılamaz. Müslümanlar milliyet esasına dayalı bir siyasal mücâdeleye girişmezler.



Bugünün dünyası bütün cepheleriyle beşerî ideolojiler bataklığına dönüşmüştür. Modern uygarlık temel insanlık sorunlarına cevap verememiştir. Modern uygarlık etnik çatışmalara ve savaşlara çözüm bulamamıştır. Çağdaş dünyada insanla, insanî öz ve anlamlar arasına büyük uçurumlar girmiştir.



İlâhî vahiy, evrensel özelliklere sahiptir. İslâm, birleştirici tüm değerleri içerdiği için, tüm insanlık âilesine ulaşmak ister. Ümmet gerçeğinin tarihte karşılaştığı en büyük tahribat, ulus-devlet olgusu olmuştur. Ümmet bilincinin yeniden kurulabilmesi için yerel, bölgesel, ulusal farklılıkların aşılabilmesi gerekir. İslâm toplumunun yeniden inşâsı, kâmil insanın, kişilikli, bilinçli bireylerin yetişmesiyle başlar. Sağlıklı bir toplumsal bünye, nitelikli, derinlikli, ufuklu, erdemli bireylerden oluşur. Klişelerle, sloganlarla, tarafgirlikle köklü bir cemaat teşkil edilemez. Gerçek bir cemaat yapısı güçlü kişiliklerle inşâ edilebilir. Sağlıklı bir cemaat için bireylerin benliklerini arındırmaları gerekir. Bireyler, hayatın her alanında Allah’a yönelen bir bilinçle, eylemle, davranışla mükemmelliğe ulaşırlar. Sağlıklı, tutarlı bir kişilik bilincine sahip olanlar, sağlıklı bir cemaat bilinci oluştururlar. Sağlıklı bir ümmet bilincine, ancak sağlıklı bir cemaat bilinciyle ulaşılabilir.     



İçerisinde bulunduğumuz dönemde hem bireyin, hem cemaatin ve hem de ümmetin yapısı parçalandı. İslâm ruhunun ifadesi olan merkez kurumlar, hayatiyetini kaybetti. Câmiler ve mescidler toplumun yüreği olmaktan çıktılar. İslâm’ın ilk dönemlerinde mescidlerin/câmilerin sosyal, toplumsal, kültürel ve siyasal işlevleri vardı. Bugün câmiler, sadece namaz kılınan mekânlar haline dönüştürülmüştür.



Bugün, her müslümanın, önce kendi bilincine, içerisinde yaşadığı toplumun bilincine ulaşması gerekir. Ümmet bilinci, İslâm kardeşliğinin fiilî bir gerçeklik haline dönüşmesiyle ifadesini bulur. Ümmet bilinci, soyut bir düşünce değildir; yaşanan bir gerçekliktir. İslâm kardeşliğinin gerçek boyutlarıyla hayata geçirilmemesi durumunda, bütün müslüman toplulukların bir bütünlüğe kavuşturulmaları mümkün olamaz. 



Çok halklı, çok dilli, çok kültürlü yapılar; ulusal devletler ve ulusal sınırlar tarafından yok edildiler. Ulusal devletler ve sınırlar insanlık âilesini ve dünyasını sayısız parçalara böldü. Ulusal devletler, halkları ve insanlığı birbirine yabancılaştırdı. Her milliyetçilik, ırkçılık ve kabilecilik; insanlık tarihi boyunca çok kötü siciller aldı. İçerisinde yaşadığımız tarih döneminde de kötü siciller almaya devam ediyor.



İslâm, insanları kardeş kıldı. İslâm, insanlığı bir ümmet kıldı. İslâm’ın çağrısı, bütün halkları içine aldı. İslâm peygamberi (s.a.s.) bütün bir insanlık için bir müjdeci ve haberciydi. İslâmî tüm ilke ve hükümler, insanlığın dünya hayatını en güzel, en sağlıklı, en tutarlı şekilde düzenlemek üzere indirilmiştir. İslâmî değerlerin amacı, insanların en temiz/güzel şekilde yaşamalarına katkıda bulunmaktır.



Herhangi bir sınıfın, ulusun, bölgenin çıkarına dayalı olan ideolojiler/sistemler, ya da dinler, insanî olamazlar. Yirminci yüzyılda yaşanan büyük sarsıntılar, büyük insanlık acıları, bütün beşerî ideolojiler ve düzenlerin ahlâkî yetersizlikler, ahlâkî başarısızlıklar içerisinde bulunduğunu göstermiştir. Bugün, Batı kültür ve uygarlığına ait bütün kavram ve kurumlar, vazgeçilmez olmaktan çıkmaktadır. Batı kültür ve uygarlığına özgü maddesel değerler ve laik yapılar, insanî özü ve insanî anlamları bütünüyle kısıtlamıştır. Halbuki insanlık tarihi boyunca insanî mükemmelliği İlâhî ölçüler ve değerler sağlamıştır.



Yirminci yüzyılda uluslar arası siyaset, ikiyüzlülük ve bencillik temelleri üzerinde yükseldi. 20. yüzyılda İslâm dünyası denilen coğrafyada kültürel Haçlı seferleri yoluyla halkların bilinci zincire vuruldu. Kültürel Haçlı seferleri yoluyla, halkların zihinleri ve ruhları tutsak edildi. Ruhsal sömürgeleştirme yöntemleriyle halklar, kendi düşünce ve kültür iklimlerinden uzaklaştırıldılar.



Kültürel Haçlı seferleri ümmet bilincini, ümmet dayanışmasını, ümmet ahlâkını büyük ölçüde zayıflattı. İslâm dünyası denilen coğrafyada halklar, kültür sömürgeciliğine özgü tanımların terörü altında yaşıyorlar. Halklara kültür sömürgeciliğine özgü tanımlar ve resmî değerler zorla benimsetiliyor. Kültür sömürgeciliği yoluyla İslâm dünyası denilen yerlerde yaşayan halklar, çarpıtılmış, tahrif edilmiş, çelişkili bir kimlik içerisine sokuldular.



İslâm dünyasında, İslâm’ı sadece kültürel bir gelenek olarak algılayan anlayışların egemenliği yüzünden, kültürel Haçlı seferlerine gereği gibi karşı konulamadı. Yirminci y.y. boyunca İslâm dünyasında standartlaştırılmış resmî İslâm anlayışları üzerinden çalışıldı. Standartlaştırılmış resmî İslâm’a göre, İslâm, sadece kişisel/duygusal alanda yaşatılacak, İslâm’ın siyasal/kamusal işlevleri halklara unutturulacaktı. Bu yolla İslâm dünyasında halklar depolitize edildiler.



İslâm dünyasında ümmet ahlâkı ve bilinci, 18. y.y.dan bugüne gelinceye kadar büyük sarsıntılar geçirdi. Müslümanlar son üç yüzyılı siyasal bakımdan güçten düşerek geçirdiler. Müslümanların siyasal güçlerini yitirmeleri başlıca iki önemli nedene dayalıdır. Bu nedenler; dış ve iç nedenlerdir. Dış sebepler, Batının düşünsel, kültürel, bilimsel ve teknolojik zenginliklere sahip olmasıyla birlikte başlayan sömürgeciliktir. İç sebepler ise, müslüman toplumlarda yaşanan düşünsel, kültürel, ahlâkî ve ruhî çözülmedir. Müslüman toplumlarda bu çözülme dönemlerinde düşünsel ve kültürel hayatın, maddî dünya ile ilişkileri bütünüyle koptu. Müslümanlar bu dönemde genellikle soyut ve metafizik konular etrafında yoğunlaştılar. Sadece metafizik konularla sınırlı bir dinî hayat nedeniyle müslümanlar, İslâm’ın sosyal ve toplumsal bir siyaset olarak şekillenmesi konusu ile ilgilenmediler.



Sade bir hayat, kamu menfaatlerini içtenlikle temsil etmek, istikamet ve sadâkat şeklinde özetlenebilecek olan ilk döneme ait İslâmî siyasetin yerini alan çözülme dönemlerindeki iktidar ve ihtişam hırsı, şan, şöhret, saltanat, lüks tutkuları müslümanların kurduğu imparatorlukların en önemli yıkılış nedenleri arasındadır.



Modern dünyaya özgü bütün kavram ve kurumlar, ihraç edildikleri her ülkede dayatmacı kavram ve kurumlar olarak yerleştirildi. Bütün kavram ve kurumlar, ideolojik bir keyfîlik içinde kullanıldılar. Bugün, İslâm dünyası denilen bütün yerlerde modern kavram ve kurumların diktatörlüğü sürmektedir. Modern toplumlarda bütün değerler, birbirine karışmıştır. Modern Batı, kültürel bir sefâletin içerisindedir. Laiklikle birlikte hayatın özü tahrip edilmiş, hayat, formel kurallarla şekillendirilmiştir. Bütün spekülatif tarif ve tanımlardan kaçınarak söylemek gerekir ki, laiklik, bir “ateizm”dir. Laikleşme/ateizm, bölücü, parçalayıcı, ayrımcı özellikler taşır. İslâm, bütüncül anlamları temsil ederken, laiklik bölücü anlamları temsil eder. Laiklik, dinden, dinî olandan kaçıştır. Laiklik, maddî dünyayı, İlâhî düzenden bağımsız olarak algılamak demektir. Laiklikle birlikte din, kamusal alanın dışına sürülmüş, özel alana hapsedilmiştir.



Hayatın Allah’tan, İlâhî irâdeden bağımsız bir şekilde algılanması, ahlâkın, bilimin, siyasetin tüm İlâhî değerlerden soyutlanması şeklinde somutlaşan laik söylem, insanın Allah’tan bağımsızlaşarak kendi değerlerini, kendi yasalarını kendisinin üretmesi biçiminde hayata geçirilmiştir. Laiklik, “iman”a bir tepkidir. Laiklik, “dinî” kayıtsızlığın adıdır. Laiklik, belirsizlikler taşıyan bir tanımlamadır; basmakalıp bir kavramdır. Laik kültür nedeniyle insanî değerlerden uzaklaşma, bireycilik ve bireysel hazcılık, bir dünya görüşü haline gelmiştir. Endüstriyel kitle kültürü, teknik ve bürokratik akıl, insanlık çapında büyük bir bunalıma sebep olmuştur. Teknik ve bürokratik akıl, hiçbir insanî soruna cevap verememektedir. Sanayi kültürü, insanın kendisinden kopmasına neden olmuştur.                 



Günümüzde modern insan, içerisine düştüğü boşluk yüzünden erdemli bir çevre, erdemli bir topluluk aramaktadır. Laik boşluk yüzünden insanlar, daha insanî bir hayat tarzı istemektedir. Laikliğin toplum ve insanlık dışı kalacağı günler yaklaşmaktadır.



Laik kültürün bir klişe olarak kullandığı “din ve vicdan özgürlüğü” büyük bir safsatadan ibarettir. Din ve vicdan özgürlüğü, laik dünya görüşü açısından çok özel duygular olarak tanınmakta; ancak, din ve vicdan özgürlüğünün toplumsallaşması, toplumsal hayata çıkması kesinlikle kabul edilmemektedir. Modern zamanlarda temel inançlar laik kültür yoluyla yıkılınca toplumsal bütün bağlar da yıkıldı. Sosyal bünye dağıldı. Sosyal bünyenin birliği kayboldu. Biçimsel ideolojiler, düzenler, sistemler görüldüğü gibi sosyal bünyenin yeniden oluşturulmasını, yeniden yapılandırılmasını başaramadılar. Bütün dünyada, bütün toplumlarda yaşanan varoluş bunalımı çözümlenemedi. Modern dünyada, modern toplumlarda, bireysel çıkarları tüm insanî değerlerden üstün tutan bir anlayış egemendir. Modern insanın tüm eylemleri, ekonomik amaçlar etrafında yoğunlaşmaktadır. Modern hayat ve modern toplum, maddî/fizikî ölçülere göre tanımlanmaktadır. Modern dünyada ve modern toplumlarda dünyevîleşme tek inanç haline gelmektedir. Modern insan, insanî erdemlerle değil; tükettiği ya da sahip olduğu mallarla bir kişilik kazanmaya çalışmaktadır. Günümüzde bütün ilişkiler, bütün boyutlarıyla ticarîleşmektedir. İçerisinde yaşadığımız dünyada düşünsel ve kültürel hayat, soğuk ve içeriksiz kimi kavram ve kuramlarla sürdürülmektedir. Modern hayatın içerisinde, gönül zenginliklerinin ve aşkların yerini, lüks ve ihtiraslar almıştır.



İslâm, bütün müslümanları, insanlık hizmetinde iyilikleri temsil eden, kötülüklerle mücâdele eden hayırlı bir ümmet olarak tanımlamaktadır. İslâm’ın getirdiği bütün ahlâkî ve sosyal ilkeler, ümmet çapında bir dayanışmanın gerçekleştirilmesi içindir. Bütün bu mutlak gerçekliklere rağmen müslüman, bütün bir evrensel iklime geniş açılardan bakmayı başaramıyor, geniş açılı ilişkiler kuramıyorlar. İslâm merkezci bakış açılarını, İslâm merkezci ilişki biçimlerini, İslâm merkezci ahlâk anlayışını ortak bir insanlık bilinci haline getirmeye mecburuz. Kavim merkezci, hizip merkezci, grup merkezci bakış açılarıyla ümmet bilinci kurulamaz. Ümmet bilincinin sağlıklı bir şekilde inşâ edilebilmesi için “şûr┠ve “icm┠gibi kavram ve kuramların en geniş anlamda işletilmesi gerekir. Bir düşüncenin, bir kültürün, bir toplumun ve halkın kendisini dünya çapında kabul ettirebilmesi için, yerel ve ulusal sınırları aşması gerekir.



Tevhidî dünya görüşü ve varoluş biçimi olarak İslâm, bireye olduğu kadar, topluma; toplumdan bütün insanlığa uzanan bir bütünleşme yolu ve yöntemidir. Tevhid, bireyin iç ve dış hayatının, düşünce ve davranışlarının bütünlüğünü ifade eder. Tevhid, sosyal planda insan topluluklarının bütünleşmesini sağlar. Siyasal planda tevhid, ümmet çapında nihâî birliği gerçekleştirmek ister. İslâm, bütün dünyaya dağılmış, ancak aynı amaçlar etrafında toplanmış tek bir toplum örneğidir. İslâm, bireysel hayatı ve sosyal hayatı, siyasal hayatı, dinî dünya görüşü ve varoluş biçimi içerisinde bütünleştirir.



Kur’ân-ı Kerim; müslümanları, bütün bir insanlık için ortaya çıkarılmış, iyilikleri emreden, kötülüklerden alıkoyan, iman eden, namaz kılan, zekât veren, Allah'a ve Rasûlüne itaat eden en hayırlı ve vasat bir ümmet olarak tarif etmektedir. Müslüman olmak, aynı zamanda hakikatin, adâletin, faziletin ve takvânın sözcüsü, temsilcisi olmak anlamına gelir. Varoluşun anlamını hakikatle bütünleşerek, dünyanın anlamını adâletle bütünleşerek, hayatın anlamını faziletle bütünleşerek, ibâdetin anlamını takvâ ile bütünleşerek kavrayabiliriz.



Ümmet çapında bütün müslümanlar, iyilik ve adâlet temelinde birbirlerinin yardımcıları ve dostlarıdır. Müslümanlar, müslüman olmayanların da iyi olmaları için çaba harcarlar. Müslümanlar, müslüman olmayanların da kötülükten kurtulmalarını isterler. Müslümanların en büyük eylemi, insanları sürekli olarak Allah’a çağırmaktır. Allah’ı tanımak, Allah’ın bütün  irâdesine teslim olmak demektir. Müslümanlar için her şartta, her durumda, en üstün tutulması gereken tek gerçeklik, İslâm’a ait temel ilkelerdir. Müslümanlarla kâfirler ve müşrikler arasında hiçbir ortak yan yoktur. Allah’ın mutlak irâdesine karşı savaşanlardan insanî davranışlar beklenemez. Müslümanlar, günahkârların bağışlanmasını ve iyiliklerini dileyebilirler, ancak, müşrikler için böyle bir talepte bulunamazlar.



Müslümanlar, ortak ilkeler etrafında, ortak amaçları gerçekleştirmek üzere toplanan bir cemaat/ümmettir. İslâm ümmeti; ırk, renk, dil ve kültür sınırlarını aşan bir bilinci temsil etmektedir. Hiçbir müslüman, insanî ilişkiler çerçevesinde hiçbir insanın etnik kökenini araştırma ihtiyacı duymaz.



İçerisinde yaşadığımız dünya hakkındaki bilgilerimizin dünya çapında bir ilgi/dikkat üzerinde temellendirilmesi ümmet bilincinin bir gereğidir. İlgilerimizi, ümmet çapında genişletmek, düşünce, kültür ve bilinç alışverişini hızlandırmak, düşünsel ufkumuzun, anlayış, birikim ve gücümüzün zenginleşmesini sağlayacaktır. Ümmet bilincinin yenilenebilmesi için, önce insanın yenilenmesi gerekmektedir. Ümmet bilinci, bütün bir insanlığa açık bir bilinçtir.



Ulusalcı açılarla ortak insanlık kültürüne ulaşılamaz. Ulusal açılarla insanlık kültürü değerlendirilemez. Ulusal yaklaşımlarla insanlık sorunları çözümlenemez, insanlık acıları sonuçlandırılamaz. Ulusalcı her arayış ve çözümleme, insanı insanlık dünyasından soyutlar. Ulusal kimlik, ulusal kişilik, boyutsuz, derinliksiz bir kimlik ve kişiliktir. İnsanî anlamlar, insanî değerler ve insanî ufuklar, yalnızca bir ulus için değil; bütün bir insanlık içindir. Tarih boyunca bütün ulusçu hareketler, insanî temeller üzerinde değil; efsânevî temeller üzerinde yapılandırılmıştır.



İslâm kültürü, dünya çapında bir kültürdür; insanlık çapında bir kültürdür. İslâm ümmeti, insanları ırkları söz konusu olmaksızın bünyesi içerisine alır. İçerisinde yaşadığımız dünyada kültürün laikleşmesi, değersizliği, zevksizliği, bayağılığı, yapaylığı ve yüzeyselliği doğurmuştur. Bugünün dünyasında belirleyici tek unsur, fiziksel güçtür. Modern insan, içi boş kimi tanımlara/kavramlara tapınmakta, kalıplar ve klişelerle düşünmektedir. Kalıplara ve klişelere şartlandırılan yığınlar, bu yolla etkisizleştirilmekte ve köleleştirilmektedir. Günümüz insanının bütün ufku, fizik dünya ile sınırlıdır.              



Modern emperyalizm yoluyla sömürge haline getirilen müslümanların yaşadığı ülkelerde gerçekleştirilen yapısal kimi değişiklikler; müslüman toplumları Batılı kavram ve kurumlara bağımlı kıldı. Bu ülkelerde kavram ve kurumlarla başlayan bağımlılık, daha sonra siyasal yönetimin ve yönetici kadroların da sömürgecilerin denetimi altına girmesi sonucunu doğurdu. Müslümanların yaşadığı ülkeler, kendi halklarına bütünüyle yabancılaşmış, halklarla ve halkların değerleriyle ilgileri kopmuş, Batının ideallerini ve çıkarlarını benimseyen/savunan yöneticiler tarafından yönetilmektedir.



Günümüz dünyasında İslâm, bir mâneviyat ve kültür olarak dolaşımdadır. İslâm, siyasal/toplumsal bir sistem olarak, daha çok, gençlik çevrelerinde telaffuz edilmektedir. İslâm dünyasında İslâm’ın evrensel dili daha çok, genç kesimlerin kullandığı bir dildir. Müslüman gençlik, özellikle İslâm’ın özgün temelleri üzerinde yoğunlaşmakta, ulusalcı açıları, mezhepçi açıları aşmaya çalışmakta, ümmet ufkuna daha çok yaklaşmaktadır. İslâm gençliği bir yanda kendi evrensel değerleriyle bütünleşirken, bir diğer yanda da içerisinde yaşadığı çatıyı, dünyayı, hayatı tanımaya çalışmaktadır.



Bugün İslâm dünyası, ümmet çapında bir arayış içerisindedir. Bu arayış, zengin bir kültürel temele sahip bulunmakla birlikte, henüz güçlü siyasal zeminlere, perspektiflere, programlara sahip değildir. Yerel anlayış biçimleriyle sınırlı İslâmî oluşumlar nedeniyle, İslâmî arayış, ümmet çapında ortak bir yöntem dili gerçekleştirememiştir. Ümmet bilincinin yeniden tesis edilmesi, İslâmî arayışların dünya çapında etkili sonuçlar vermesini sağlayacaktır.



Ümmet bilincinin, ahlâkının, dilinin ve dayanışmasının yeniden kuruluşu sorunu, bugün müslüman halkların en önemli, en hayatî sorunudur. İslâm dünyasında yeni bir toplumsal yapı; hareketli, açık görüşlü, katılımcı bir cemaatçilikle birlikte, paylaşmaya ve dayanışmaya dayalı kardeşlikle inşâ edilecektir. Siyasal anlamda bir İslâmî mücâdele sürecine girmeden önce, bütün İslâmî anlamları içtenlikle yaşatan ve savunan bir İslâmî toplumun gerçekleştirilmesi gerekir.



Ümmet kurumunun yeniden siyasal anlamda hayat bulması, bir düş ya da ütopya değildir. Temel İslâmî anlam ve amaçlar doğrultusunda bireysel ve toplumsal hayatın yeniden yapılandırılması, ümmet planında yaşanacak bir gelecek için önemli bir başlangıçtır. Bugün İslâm dünyasında halklar, genellikle devletin öngördüğü din anlayışına bağlıdır. İslâm dünyasında devletler, dini hem devletin çıkarları için, hem de ilgili ülkelerin ve ulusların ulusal çıkarları için bir araç olarak kullanıyor. Böylece, bütün bir insanlığın ruhu olması gereken “din”, her ulus tarafından bölücü milliyetçilik akımlarını desteklemeye memur ediliyor.



Gerek resmî/ücretli “din adamları” denen kişiler ve gerekse modernist akımın içerisinde yer alan unsurlar, her ülkede statükonun araçları ve sesidirler. Bunlar her durumda geleneği ve muhâfazakârlığı savunurlar. Bu kesimlerin her çabası, ulusal devletin müslümanlar aleyhinde güçlenmesine katkıda bulunur. Bu kesimler, müslüman kitleleri İslâm’ın siyasal ve toplumsal amaçları dışında şekillendirmek için olağanüstü çabalar harcar. Her resmî ve modernist akım, İslâm’ın siyasal mücâdelesini düşmanca bir tavırla karşılamaktadır.



Müslüman toplamlarda en kuşatıcı, en genel, en derin bağlar; ümmet bilinci yoluyla sağlanmıştı. Bu toplumlar üzerinde yıkıcı etkileri olan sömürgecilik hareketleri; laikleşme, modernleşme ve milliyetçilik akımlarını doğurdu. Bu akımlar, ümmet ahlâkını parçalayan en önemli etkenler arasındadır.



Sömürge sonrası dönemde kurulan ulus devletler, yalnızca devlet ve ulusun çıkarlarıyla bütünleşen bir “din” anlayışını kurumlaştırarak, ümmet ruhuna büyük bir darbe indirdiler. Ulus-devlet döneminde ulusal/yerel kültür, dinin yerine geçti. İslâm da, bu yerel kültürün bir parçası sayıldı. Ümmet bilincinin parçalanması, müslüman gücünün de parçalanması sonucunu doğurdu. Bugün, müslüman toplumda ve müslümanların yaşadıkları ülkelerde Batının denetimi etkili bir şekilde sürüyor. Bu toplarda Batının kültürel ve siyasal yayılmacılığı devam ediyor. Bu toplumlar, kendi gerçekleriyle ilgili kararlar alamıyorlar. Bu toplumlarda her alanda gelişmeleri Batılılar belirliyor.



Müslümanların kendi toplumlarında her tür denetimi yitirmiş olmaları gerçeği üzerinde ciddiyetle düşünmek gerekiyor. İçerisinde bulunduğumuz dönemde, emperyalizme karşı mücâdele veren yerel İslâmî direniş hareketleri, ümmet çapında bir destek alamıyor. İslâm dünyası diye adlandırılan kesimde emperyalistlerin çıkarlarına göre şekillenen siyasal birimler, bugün de aynı çıkarlara hizmet ediyor.



Müslümanlar, yirminci yüzyıl boyunca yurtlarını/topraklarını askerî işgallerden kurtarmayı (Filistin dışında) başardılar; ancak, bu topraklar siyasal işgallerden kurtarılamadı.



Ümmet bilincinin zayıflamasıyla birlikte, siyasal bilinç de büyük ölçüde zayıfladı. Ümmet bilincini, tarih boyunca tahrip eden iç ve dış olgular, bugün de varlığını koruyor. İslâm ümmeti, bugün yapısal bir bunalım içerisindedir. Bu bunalımı aşmak için, bunalımı doğuran nedenlerle güçlü bir hesaplaşmaya girmek gerekir. Günümüzde dünya müslümanlığı, modern dünya karşısında tavırsızdır. Bu dünya ile hesaplaşmayı düşünmemektedir. İslâmî anlamları yıkan, yok eden bir dünya ile hesaplaşma çabası içerisinde bulunan müslümanlar, gelenekçi, görenekçi, mistik yapılar tarafından yalnızlaştırılmakta ve dışlanmaktadır.



İçerisinde bulunduğumuz dönemde müslümanlar olarak yeni bir dönüşüm süreci içerisinde bulunuyoruz. Bu dönüşüm süreci içerisinde müslümanlar, dünyanın dışında kalan bir kültürle dünyanın değiştirilemeyeceğini öğreniyorlar. Bu süreç içerisinde müslümanlar, İslâm’ın geleneksel anlamıyla sadece bir din değil; hayatı ve dünyayı bütünüyle kuşatan bir varoluş tarzı olduğunu kavrıyorlar. Bu süreç içerisinde müslümanlar, Peygamber Efendimiz’in (s.a.s.) yalnızca dinî bir önder olmayıp, aynı zamanda siyasal bir önder olduğunu, sosyal ve toplumsal bir düzenleyici olduğunu da anlıyorlar.



İslâm ümmeti bugün; düşünsel, kültürel, sosyal bir değişim özleminin içerisine girmiş bulunmaktadır. Değişim, ümmet bilincinin, ümmet ruhunun, ümmet ahlâkının bütüncül anlamda hayata çıkışıyla tamamlanacaktır.[13]