3- Din Unsuru:

İslâm ümmetinin en temel birleştirici ögesidir. Yalnız bu unsur ölçü alındığında, Peygamber'in gönderilişi (bi'set) ile başlayan dönemden sonra ümmet iki önemli gruba ayrılmaktadır: Hz. Muhammed (s.a.s.)'in nebîliğini kabul edip iman edenler, O'nun risâleti ile gelen hayat şeklini yaşayanlar ve bu statüye dâhil olmayıp genel anlamı ile "küfür" dairesinde kalanlar. Yani, ümmet-i icâbet ve ümmet-i dâvet.



İnanmayanlar da ümmet çerçevesi içinde kalırlar. Yalnız, onlara, kendilerine dâvetin ulaştırılması gereken kitle olarak bakılır. Çünkü Peygamberimiz'in risâleti bütün insanlığadır. Önceki peygamberler ise dar bir çerçevede gönderiliyorlardı. Rasûlullah (s.a.s.) ise kıyâmete kadar insanlığın tek peygamberidir:



"De ki: 'Ey insanlar! Gerçekten ben sizin hepinize, göklerin ve yerin sahibi Allah'ın (gönderdiği) elçisiyim. O'ndan başka ilâh yoktur. O diriltir ve öldürür. Öyle ise Allah'a ve O'nun ümmî Rasûlüne, Allah'a ve O'nun kelimelerine gönülden inanan Rasûlüne iman edin ve O'na uyun ki, doğru yolu bulasınız." (7/A'râf, 158)



"Muhammed, sizin erkeklerinizden hiç birinin babası değildir. Fakat O, Allah'ın rasûlü ve peygamberlerin sonuncusudur. Allah her şeyi hakkıyla bilendir." (33/Ahzâb, 40)



Birden çok ırkı barındırması, ümmet içinde bir ırk veya dil sorunu çıkarmaz. Kur'ân-ı Kerim, ırkların çokluğunu insanlar için kaynaşmaya gerekçe olarak açıklar (49/Hucurât, 13). Hiçbir ırkın veya rengin diğerine üstünlüğü düşünülemez. Üstünlüğün tek ölçüsü, takvâ (Allah'ın emir ve yasaklarında ısrarlı bir gözetme ve tatbik)dır. Son Peygamber'in Araplar içinde ve onlardan biri olarak gelmesi, Araplara ümmet içinde bir ayrıcalık getirmez. Onlar da diğer ırklar gibidir. Peygamber (s.a.s.) Vedâ Hutbesi'nde özellikle Arap kelimesini kullanarak: "Arab'ın aceme (Arap olmayan), acemin de Arab'a üstünlüğü" gibi bir anlayışı reddetmiştir. Peygamber'in onlardan olması gibi lütuf dışında, ümmet içinde hiçbir ayrıcalık yoktur Araplar için. İslâm, ırk sorununda çağlarla aşılamayacak büyük ölçüler getirmiştir. İslâm'ın değer ölçüsü şudur: Irkları Allah yaratmıştır. Kaynaşma ve yardımlaşmaya bir yoldur bu ırklar. İnsanların hepsi bir babadandır. O baba da toprak asıllıdır. Üstünlük, beşerî ölçülerle değil; takvâ iledir.



Diğer yandan da, her ulusun kendi dilini, hatta şîvelerini konuşmasını, İslâm'a ters düşmeyen kültür ve örflerini devam ettirmesini çok doğal kabul eder İslâm. Ancak, ümmet olarak ibâdet konularında dil Arapça'dır. Kur'an ve Sünnet/hadis Arapça olarak kalacaktır. Bütün ümmet, ezanı, namazdaki sûre ve duâları Arapça okurlar. Kur'an'ın ve hadislerin Arapça oluşları, Kur'an'ın Arap dilinde i'câz, bu dilin ümmet içinde tabiî bir yükseliş göstermesini, saygı bulmasını sağlar. (Ama bu konuda aşırıya gidip "kutsal dil" anlayışı güdülmemelidir.)



İslâm ümmetinin coğrafyasında gündeme gelen "Dâru'l-İslâm", sadece müslümanların yaşadığı yer şeklinde anlaşılmamalıdır. Bu deyimin kapsamı, Kur'an ve Sünnet'in tatbik edildiği yer şeklindedir. Bir Dâru'l-İslâm'da, müslümanların dışında zimmîler ve müste'menler de bulunabilir. Bulunuşlarının  da resmî vasfı vardır. Müste'men, geçici bir süre için kalmasına izin verilen gayr-ı müslimler için kullanılan bir deyimdir. Geniş anlamı ile yabancı diplomatlar da bu statüde sayılabilir. Zimmîler ise, sürekli İslâm toprağında yaşayan gayr-ı müslimlerdir. Normal vatandaş sayılmışlardır. Devletin askerî ve yüksek düzeyde sivil kademelerinde görev alamazlar. Bunun hâricinde müslümanlarla, (istisnâlar dışında) aynı hakları paylaşırlar. Askerî hizmetlere iştirak etmemelerine karşılık olarak, kişi başına belli bir vergi (cizye) öderler.



Ümmetin siyasî yapısında başta halife (imam veya emîru'l-mü'minîn) vardır. Halife, Peygamberimiz'in Medine'de kurduğu ilk İslâm devletinin devamını, fiilen yaşatıp temsil etmek için vardır. Halife de müslümanlardan bir müslümandır. Dokunulmazlığı, yargılanmazlığı gibi olağanüstü vasıflar taşımaz. Yürtütmede Kur'an ve Sünnet ile belirlenmiş veya icmâ ile sâbit konularda tek seçeneği o naslardır. Onların dışında kalan genelde, ictihada müsait problemlerde ve tatbikatlarda şûrâ ile çerçevelenmiş bir yetkisi bulunur.



Şûrâ, halifeyi ve uygulamalarını murâkabe (kontrol ve denetleme) edebilen kurula verilen isimdir. Ancak, makam olarak halifenin üstünde bir siyasî makam yoktur. Meselâ; ordunun yönetime müdâhalesi tasavvur edilemez. Şu kadar ki, ordunun ileri gelen kurmay heyeti, şûrâ meclisinin üyeleri olarak konuşabilir ve devreye girebilir. Şûrâda görev alabilecek kitleye genel olarak "ehl-i hal ve'l-akd" adı verilmiştir.



Yönetenleri ve yönetilenleri ile, ümmet içinde bir sınıflaşma, ne teorik ve ne de pratik alanda vardır. Yönetimin en üst tabakasındakiler, halkın içine en az haftada bir defa inerek, onlara Cumâ namazı kıldırmak durumundadırlar. Kur'an ve Sünnet'in insanlara tatbikinde hiçbir ayrım olamaz. Ümmetin her ferdi, Allah'ın bir kuludur. Her kul, kulluğunu yapmak durumundadır. Yönetenler kadrosu ise, kulluğuna biraz daha fazla sorumluluk eklenmiş kitledir.[6]



.............. .............. .............. ..............