SİGORTA

Herhangi bir şeyde olabilecek bir zararın parayla karşılanacağının önceden garanti edilmesi.



Sigorta İtalyanca bir kelime olup, İngilizce "security" veya "insurance"; Fransızca "assurance" sözcükleri sigorta anlamında kullanılır. Bu sözcük ilk olarak Arapçada İbn Âbidin (ö. 1252/1836) tarafından "sevkara" veya "sükirta" şeklinde kullanılmış, günümüzde sigorta şeklini almıştır. Arapça eserlerde sigorta karşılığı olarak "ette'mîn", "et-tekâfülül-ictimâî" ve "et-tadâmun" terimleri kullanılmaktadır.



Yangından cam kırılmasına, su baskınından hırsızlığa, uçak düşmesinden veya gemi batmasından trafik kazasına, hastalıktan ölüme kadar çeşitli zarar ihtimalleri sigorta konusu olabilmektedir. sigorta, gelecekteki bir zararı garantilemek için şimdiden zarar etmeyi göze almak demektir.



Sigortanın tarihçesi tam olarak yazılmamıştır. Ancak sigortaya benzer bazı yardımlaşma kurumlarına eski çağlardan beri rastlanmıştır. M.Ö. 2000 yıllarında Yunan'da, Eski Roma ve Mısır'da yoksullara yardım yapan dernekler görülür.



Yine Mısır'da Hz. Yusuf'un yedi bolluk yılında depoladığı tarım ürünlerini, sonraki yedi kıtlık yıllarında dağıttığı bilinmektedir (bk. Yusuf, 12/47, 49). Roma İmparatorluğunda Roman Collegia'lar, üyelerine yardım eden ve cenaze masraflarını karşılayan derneklerdir.



İslâm'da Medine döneminde hazırlanan ilk anayasada yer alan ve kabileler arası yardımlaşmayı ön gören maddeler de bu niteliktedir.



Selçuklular döneminde esnaf ve tüccarın oluşturduğu "fütüvvet" ve "âhilik" adı verilen esnaf birlikleri de bu sınıf arasında yardımlaşmayı sağlamıştır (Ahmet Tabakoğlu, İktisat Tarihi, İstanbul 1986, s. 163).



Osmanlılarda loncâ teşkilatlarının kurduğu orta ve teâvün sandıkları ile esnaf vakıfları, esnafın karşılaştığı mâlî veya meslekî problemleri çözmede etkili olmuştur (Tabakoğlu, a.g.e., s. 414).



Günümüz anlamında sigortacılık ilk olarak İtalya'da deniz sigortacılığı olarak ondördüncü milâdî yüzyılda ortaya çıktı. Onsekizinci yüzyılda büyük sermaye şirketleri kurulunca, buna paralel olarak büyük ve profesyonel sigortacılık uygulamaları gelişti. Zaman içinde özel sigorta şirketleri yanında, devlet eliyle yürütülen sosyal sigorta kurumları ortaya çıktı.



Sigorta genel olarak ikiye ayrılır: Yardımlaşma sigortası ve ticari amaçlı sigorta.



1. Yardımlaşma sigortası:



Birden çok kişinin belli bir para ödeyerek, bunların bir fonda biriktirilip ticaret işinde ve verimli yatırımlarda nemalandırılması amacıyla oluşturdukları sosyal sigortalar bu gruba girer. Böyle bir sigortanın bütün primleri ve gelirleri, ortakları arasında sigorta sözleşmesine uygun olarak dağıtılır. Hastalandıklarında tedavi masrafları, emekliliklerinde emekli maaşı, ölümlerinde dul kalan eş ve küçük çocuklara maaş bağlanması bu yardımlaşmanın kapsamına girer. Her sigorta üyesi bir çeşit inan şirketi ortağı gibidir. sigortadan kendi ödediği primlerden ve bunların gelirlerinden fazlasını aldığı takdirde diğer ortaklar bu fazlalığı ona teberru etmiş, kendisinin, eş ve çocuklarının maaşının sona ermesiyle, sigortadan payını alamaması halinde ise, bu fazlalığı diğer ortaklara bırakmış sayılır. Günümüzde Emekli Sandığı, Sosyal sigortalar Kurumu veya Bağkur gibi kuruluşlar işleyiş biçimleri ıslah edilerek bu grup içinde yer alabilirler.



Diğer yandan belirli kişi, kuruluş veya meslek sahiplerinin kendi aralarında benzer yardımlaşma sandıkları kurmaları da mümkün ve caizdir.



Kur'an ve sünnette bu çeşit sosyal yardımlaşmaya teşvik eden nass'lar vardır.



Allah Teâlâ şöyle buyurur: "Yusuf dedi ki: Siz yedi yıl, önceki gibi ekin ekin; yedikleriniz dışında kalanı başağında bırakın " (Yusuf, 12/47);



"İyilikte ve Allah'tan sakınmada birbirinizle yardımlaşın; günah ve düşmanlıkta yardımlaşmayın " (el-Mâide, 5/2).



Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:



"Ben mü'minlere kendilerinden daha yakınım. Herhangi bir mü'min ölür ve arkasında mal bırakırsa; bu, mirasçılarrna aittir. Bir borç bırakırsa, bana getirin, çünkü ben onun mevlâsıyım" (Ahmed b. Hanbel, II, 334, 335);



"Hz. Peygamber Beni Nadir Hurmalarını satar ve ailesinin bir yıllık yiyeceğini ayırırdı" (Buhârî, Nafakât, 3; Müslim, Cihâd, 50). Hz. Peygamber malını vasiyet etmek isteyen bir sahabiye üçte birini vasiyet etmesini ve geri kalanı mirasçısına bırakmasını bildirmiştir (Buhârî, Cenâiz, 36; Müslim, Vasiyye, 5; Tirmizî, Cenâiz. 6). Seleme İbnül-Akvâ (r.a)'ten rivâyete göre, Hevâzin seferinde mücahidlerin azığı tükenmiş ve dara düşmüşlerdi. Develerini kesip yemek için Hz. Peygamber'den izin istediler. Kendilerine bunun için izin verildiğini duyan Ömer (r.a), binitsiz mücâhidlerin çok daha büyük sıkıntıya düşeceklerini düşünerek, durumu Allah elçisine arz etti. Hz. Peygamber herkesin geri kalan azıklarını getirmesini emretti. Azıklar karıştırıldı ve Rasûlüllah (s.a.s) hayır ve bereketle dua buyurdu. Sonra bu azıklar sahabelere dağıtıldı. Bu dağıtım işine "Nahd" yani "ortak kumanya" denildi (bk. Buhârî, Şerike, 1; Müslim, Fezâilü's-Sahâbe; Mâlik, Muvatta', Sıfatü'n-Nebi, 64).



2. Yangın, sel, kaza ve benzeri risklere karşı kurulan ticaret sigortaları: sigorta terimi daha çok bu ikinci şık için kullanılır. Bu çeşit sigorta yaklaşık iki asır kadar önce İslâm âleminde duyulmuştur. O devirde merkezi Avrupa'da bulunan sigorta şirketlerinin temsilcileri, deniz kenarında bulunan bazı İslâm şehirlerinde bulunup, Avrupa'ya giden gemilerle taşınan malların sigortasını yapmaya başlamış ve İslâm ülkelerinde bazı ortaklarda temin etmek suretiyle orada da yerleşmişlerdir. Bu çeşit sigortanın lehinde ve aleyhinde iki görüş ortaya çıkmıştır.



Çağımız İslâm bilginlerinden Mustafa ez-Zerkâ, Muhammed Abduh, Şeltut ve Muhammed el-Behiyy, sigorta şirketinin bir yardımlaşma şirketi olduğunu ve bu yüzden de sigortanın İslâm'a göre meşrû olması gerektiğini söylemişlerdir. Bunlardan Muhammed el-Behiyy şöyle demiştir: "Sigorta akdi bir satış akdi değil, mağdur olan kimselerin müsibetlerini hafifletip onlara yardım elini uzatmak için yapılan bir yardımlaşma ve dayanışma aktidir. İster mal, ister hayat sigortası olsun, dayanışma ve yardımlaşmadan başka bir şey değildir. Meselâ, köylü davarlarını; tüccar, ticaret malını; ev sahibi, evini, araba sahibi, arabasını sigorta ettiriyor. Çünkü zarara girmenin zor olduğunu, tek başına zarar yükünü kaldıramayacağını, ancak başkasının yardımıyla bu yükün hafifleyeceğini biliyor. Hayat sigortası yaptıran kimse de hayatını korumak için sigortaya baş vuruyor. Ecelin Allah'ın elinde olduğunu, zamanı gelince onu kimsenin geri bırakamayacağını biliyor. Sigortaya başvurmaktaki amacı, erken öldüğü takdirde aile fertlerine bir yardım kaynağı sağlamaktır" (el-Behiyy, el-Fıkhul-İslâmî ve Tetavvuruhü, s. 462).



Muhammed Hamidullah ve bazı İslâm bilginleri de devletin organize edeceği sosyal yardımlaşma nitelikli sigorta anlayışını benimser ve bunun Hz. Peygamber ile Hz. Ömer devrinde uygulama izlerinden söz ederler. Bu görüşe göre sosyal yardımlaşma yalnız ağır risklerde söz konusu olur. İslâm'ın doğuşu sırasında hastalıkların tedavisi önemli bir masraf gerektirmediği gibi; evi aile reisi kendi eliyle inşa eder, hatta malzemenin önemli bir bölümüne para da vermezdi. Böyle bir toplumda hastalığa ve yangına karşı bir sigortaya ihtiyaç duyulmaması tabiidir. Buna karşılık esirlik ve insan öldürmeye karşı sosyal yardım gerçek bir ihtiyaçtı. Bu yüzden Hicretin birinci yılında Medine site Devleti anayasasında bu sosyal dayanışma fonuna "maâkıl" denildi. Âkile veya maâkıl sistemi Medine'deki Arap kabilelerinin Hz. Peygamber tarafından yeniden teşkilatlandırılması ile birlikte düzenli bir şekil almıştır. Çünkü bir kimse savaşta esir düşse, onun kurtarılması için fidye (bk. Fidye” mad.), öldürme ve yaralamalarda ise diyet (bk. Diyet” mad.) ödenmesi gerekiyordu. Bunların miktarları çoğu zaman esir ve suçluların ödeme gücünü aşıyordu. Hz. Peygamber bu durumu çözüme kavuşturmak için karşılıklı yardımlaşma esasına dayanan âkile veya maâkıl sistemini kurdu. Buna göre, bir kabilenin mensupları kabile bütçesi için para yardımı yapacak; buna karşılık, ödeme gücünü aşan bir tazminatla karşılaşırsa bu bütçeden yardım bekleyecekti. Hatta kabile bütçesi de yeterli olmazsa diğer akraba ve komşu kabîleler onların yardımına gelecekti. Daha sonra âkile sistemi Hz. Ömer tarafından geliştirilmiş; insanların sahip olduğu meslekler askerî, mülkî, idari niteliklerine veya çeşitli bölgelere göre bir düzenleme yapılmıştır. Hür, âkil ve ergin erkeklerden oluşan âkile listesi deftere yazılınca, bunlara "Dîvân" adı verildi. Bazı müellifler dîvan uygulamasının Hz. Peygamber'in Müstalik oğulları gazâsından sonra, ganîmetlerdeki devlet hissesi olan humus'u (beşte bir) idare etmek üzere Mahmiye bin Cez'i tayin etmesiyle başladığını söylerler. Hanefîlere göre, diyet yükümlüsü, suçlu dîvan ehlinden ise, dîvandır. Bu durumda, diyet taksidi dîvan üyelerinin atâ veya rızıklarından (maaş) kesilir. Hz. Ömer'in uygulaması bu şekilde olmuştur. Eğer suçlu dîvan üyesi değilse bunun âkilesi, kabilesi, hısımları ve ödeme gücünü aşan tazminatlarda yardımlaşacağı diğer kimselerdir. Kendi kabilesi diyeti ödemeye yeterli olmazsa asabe sırasına göre en yakın nesep hısımları buna ilave edilir. Ancak buluntu çocuk, harbi ve zimmî gibi âkilesi olmayanın âkilesi beytül-mâl'dir. Suçu işleyen de âkileye dahildir. Ancak suçlunun eşi, babaları ve oğulları âkileye girmez. Kadınlar, küçük çocuklar ve akıl hastaları, âkile kapsamı dışındadır. Çünkü âkilenin diyeti yüklenmesi teberrü niteliğindedir. Bu sonuncular ise teberrü ehlinden değildir (el-Kâsânî, Bedâyiu's-Sanâyi', 2. baskı, Beyrut 1394/1974, VII, 255 vd.; el-Meydânî, el-Lübâb, tıpkı basım, İstanbul t.y., III, 178 vd.; ez-Zeylaî, Nasbu'r-Râye li Ehâdisil-Hidâye, I. baskı, y.y., 1393/1973, IV, 398; Muhammed Hamidullah, İslâm'a Giriş, Ankara 1961, . 200 vd.; "Âkile" maddesi).



Muhammed Hamidullahın sigortaya yaklaşımı şöyledir: Sigorta prensip olarak her bir kişinin yükünü azaltmak amacıyla mümkün olduğu kadar çok kimse üzerine bir tek kişinin yükünün dağıtılması demektir. İslâm, sermayeye dayanan sigorta şirketleri yerine, mütekabiliyet ve işbirliği ile zirvesinde merkezi hükümetin bulunduğu birimlerin oluşturacağı bir sigorta modelini öngörmüştür. Böyle bir yardımlaşma kurumu, oluşacak sermaye birikimini ticaret işinde kullanabilir. Sağlanan gelirler artınca, artık sigorta mensupları prim ödemekten muaf tutulabileceği gibi, kendilerine dönem sonlarında kâr dağıtılması bile söz konusu olabilir. İşte böyle bir yardımlaşma kurumuna prim ödeyerek üye olan kimse, karşılaşacağı yangın, sel felâketi, trafik kazası gibi her çeşit rizikolara karşı sigortalı sayılır.



Ancak sigorta edilenlerin ödediği prim oranına göre kârdan pay almadıkları sermaye sigortaları bir çeşit şans oyunu özelliği taşıdıkları için, İslâm'da hoş görülmezler" (Muhammed Hamidullah, a.g.e., s. 201, 202).



Sigorta Akdinin İslâm Dünyasına Girmesi ve Bu Konuda Yapılan İlk Araştırma:



Günümüz İslâm hukukçularından önceki nesil içinde, sigorta konusunu ve bunun İslâmî hükmünü ilk araştıran hukukçu İbn Âbidîn (ö. 1252/1836) olmuştur. Çünkü sigorta yöntemi hicrî onüçüncü yüz yıla kadar doğu ülkelerinde bilinmiyordu. Bu yüz yılda Avrupa sanayi kalkınmasına paralel olarak doğu ile batı arasındaki ticaret bağı güçlendi. Bu arada ithalatla ilgili sözleşmeleri yapmak üzere İslâm ülkesinde bulunan yabancı ticaret temsilcileri (müste'men-pasaportlu yabancı gayri müslim) aracılığı ile Avrupa'dan ithal edilen malların sigorta edilmesi yoluyla bu müessese İslâm dünyasına girmiş oldu. Bu temsilciler ithal edilecek mallar üzerine yapılan deniz sigortasından başlayarak sigortayı İslâm ülkelerine getirmiş oldular. İbn Âbidin sigorta akdini "Kitabül-Cihâd" bölümünde ve "Müste'men (pasaportlu yabancı gayri müslim)" konusu içinde incelemiştir. Çünkü bu akdi yapan yabancı gayri müslim tüccarlara bu ad verilir.



İbn Âbidîn'e göre deniz araçları ile nakil sırasında helâk olan eşyanın tazmini için yapılan deniz sigortası caiz olmayıp, aşağıdaki üç sebepten ötürü, helâk olan sigortalı malın bedelini almak caiz değildir.



1. Sigorta akdi şer'an gerekti olmayan bir şeyi borçlanmaktır. İslâm'da bir şeyi tazminle yükümlü tutulabilmek için, dört tazmin sebebinden birisinin bulunması gerekir.



a. Zararın haksız bir fiille olması. Öldürme, yıkma ve yakma.



b. Malın telefine sebebiyet vermek. Umuma ait bir yola izinsiz olarak çukur açmak ve buraya düşen bir insan veya hayvanın telefine sebep olmak gibi.



c. Emanet sayılmayan şeye el koymak. Gasp, hırsızlık, satılan malın satıcının elinde iken telef olması gibi.



d. Kefâlet sözleşmesi yapmak. Sigorta şirketi, meydana gelen zararı ne haksız bir fiil ile meydana getirmiş; ne malın telefine kendisi sebep olmuş; ne zarara uğrayan mala emin sıfatıyla el koymuş ve ne de bu zarara kefil olmuştur.



2. Sigorta akdi, ücret karşılığı emânetçilik yapanın, emânet bırakılan mal helâk olunca, bu malı tazmin etmesi niteliğinde de değildir. Çünkü mal sigorta şirketine teslim edilmemiş olup, belki gemi sahibinin elindedir. Ancak gemi sahibi aynı zamanda sigorta eden durumunda ise, bu takdirde emanetçi değil ortak işçi (müşterek ecir) olur. Emânetçi veya ortak işçi ise kaçınılması mümkün olmayan zararı tazminle yükümlü tutulmazlar. Ölüm, yangın ve batma gibi.



3. Sigorta, zarara maruz bırakmanın tazmini kabilinden değildir. Çünkü aldatanın zarar riskini bilmesi; aldatılanın ise bunu önceden bilmemesi gerekir. Sigorta şirketi tüccarı aldatmayı kasdetmez; meselâ, bir geminin denizde batıp batmayacağını önceden bilemez. Ancak, sigorta şirketi ve sigorta yaptıran tüccar hırsızlık, yol kesme gibi yol riskini önceden biliyorsa, sigortanın zararı tazmini caiz olur. Fakat sigorta akdi buna tam olarak uymaz. Meselâ, bir kimse diğerine "Şu yoldan git. Eğer malın gasp edilirse ben tazmin edeceğim" dese; zarar meydana gelirse, tazmin etmesi gerekir. Çünkü bu durumda, mal sahibi ile kefâlet sözleşmesi yapmış olur (İbn Âbidîn, Reddül-Muhtâr, Mısır, t.y., III, 273 vd. İstanbul 1985, IV, 170 vd.; ez-Zühaylî, el-Fıkhul-İslâmî ve Edilletüh, Dimaşk 1405/1985, IV, 443 vd.).



İbn Âbidîn'in sigortacıdan tazminat almanın caiz olmadığı görüşünü dayandırdığı esas, bundan ibarettir. Özetlersek, sigortacı bu akit ile, borçlu olmadığı bir şeye borçlanmaktadır. Temelde o, kendisine bir şey emânet (vedia); âriyet veya kira akdi ile bırakılan kimse gibidir. Bunların ise kastı, kusur veya ihmali olmaksızın meydana gelecek zararı tazmin sorumluluğu yoktur. Burada tazmin sorumluluğu akde konsa bile, bu şart geçerli olmaz.



Diğer yandan müslümanın yabancı ülkedeki bir sigorta şirketi ile akit yapması İbn Âbidin tarafından caiz görülmüştür. Buna göre, müslüman bir tüccar, dârul-harpteki bir sigorta şirketi ile sözleşme yapsa, telef olan malının sigorta bedelini, dârul-İslâm'da sigortacının vekilinden alsa bu mümkün ve caiz olur. Çünkü dârul-harpte harbi ile yapılan böyle bir akit, sonuç doğurmaz; sigorta bedelini onun rızası ile almış sayılır. Bir müslüman dârul-harpteki bir gayri müslimle ortaklık tesis etse, sigorta işlemlerini bu gayri müslim yapsa, zarar halinde, İslâm ülkesine gönderilen sigorta bedelini müslüman ortağın alması caiz olur. Çünkü sigorta akdi darul-harpte ve iki harbi arasında yapılmış sayılır. Onların malı kendi istekleri ile müslümana gönderilmiş olur (İbn Âbidîn, a.g.e., IV, 170).