B) Râbıtayı Bir Ayrıntı Olarak İşlemiş Bulunan Kitaplar, ya da Kitapçıklar;

                      



 1. Avârif'ul-Maarif:



Bu kitabı, yukarıda genel niteliklerinden söz edilen kitaplardan şu iki ne­denle hariç tutmak doğru olur:



•Avârif'ul-Maarif, diğerleriyle karşılaştırılamayacak kadar düzeyli bir eserdir.



•Kitabın yalnızca bir yerinde (ve ne ilginçtir ki bir tesâdüf eseri olarak şeyh-mürîd ilişkisine ayrı­lan bölümde) kullanılmış olan râbıta sözcüğün­den amaç, asla Nakşilik'deki râbıta değildir.



Eserin metni Arapça yazılmıştır ve elimizdeki nüsha, Abdulqâdir el-İyderûs'a ait Ta'rif'ul-İhya ile Gazalî'nin, karşıtlarına cevap verdiği, el-İmla adlarındaki iki kitapla birlikte bir cilt içinde Mısır'da basılmıştır. Üzerinde herhangi bir tarih yoktur.



Kitabın yazarı, Omar b. Muhammed b. Abdillah b. Muhammed - Şihâbuddîn Ebulhafs es-Suhrewerdî- dir. H. 539-632, M. 1145-1234 tarihleri ara­sında yaşamıştır. Abdulkâdir Geylânî'nin çağdaşı ve öğrencisi­dir. O'nu, adaşı olan (Gnostik tasavvufun temsilcisi) Şihâbuddîn Suhrewerdî (Yahya b. Habeş el-Maktûl)  ile karıştırmamak gerekir.



Aşağıdaki ifadesinde görüleceği gibi bir rastlantı da olsa râbıtadan ilk kez söz eden bu zattır. Ancak bu, bir bakıma doğru bir tesbit sayılmaz. Çünkü bu gerçeği, yazarın aşağıdaki sözlerinden anlamak mümkündür.



Yazar, kitabının: «Âdâb'ul-Mürîd'i Maa'sh-Sheyh» (Yani: Mürîdin, şeyhe karşı uymak durumunda olduğu kurallar) adı altındaki 51'inci Bölümde şun­ları kaydetmektedir:



«Duydum ki -Allah rahmet eylesin- Şeyh Abdulqâdir'e fakir bir ziyaretçi geldiğinde kendisine haber verilir, O da çıkar, yoksulla tokala­şır, fakat onunla oturmaz; Sonra da hemen özel odasına dönermiş. Halbuki fakirlerden olmayan biri gelince çıkıp karşılar ve onunla oturur­muş. Durum böyle olunca fukarâdan biri O'nun, yoksul kimselere yüz ver­memesini, tersine başkalarıyla daha çok ilgilenmesini içinden yadırgamış. Şeyh, adamın bu düşündüklerini haber alınca şöyle demiş: »



«– Doğrusu bizim zavallı kimselerle olan râbıtamız (ilişkimiz) daha can­dandır. Çünkü o, bizden sayılır ve onda yabancı bir düşünce yoktur. Bu yüz­den ona karşı gönüllerin sevgi alışverişiyle yetiniriz; Sadece dış görü­nüşle bir arada bulunmak yerine böylesini daha yeğleriz. Fukarâ toplulu­ğundan olma­yan birine gelince böyle bir kimse, hep geleneklere ve dış görü­nüşe bağlıdır. Dolayısıyla ona dış görünüş bakımından uygun bir muame­lede bulunulma­dığı zaman yabancılaşır. Öyle ise mürîdin şeyhe karşı gö­revi, gizli olsun aşikar olsun her zaman dört başı mamur olmaktır.»[36]



 Bu sözlerin, Nakşî râbıtasıyla ne kadar alakalı olduğu ortadadır. Çünkü yukarıdaki anlatımlar içinde «bizim zavallı kimselerle olan râbıtamız» cüm­lesinde kullanılan râbıta sözcüğü, tamamen tesadüfidir. Üstelik sırf herhangi bir olasılıkla bu ifade, râbıtayı kanıtlamak üzere Nakşibendîler ta­rafından gü­nün birinde ileri sürülebilir düşüncesiyle buraya tarafımızdan aktarılmıştır. Ne ilginçtir ki Nakşibendîlerin bundan hiç haberleri yoktur. Eğer haberleri ol­saydı bu fırsatı hiç kaçırırlar mıydı?! Tevbe Sûresi'nin 119'uncu ve Mâide Sûresi'nin 35'inci âyet-i kerîmelerini râbıtaya kanıt gös­termeye kadar işi var­dıranlar, acaba Suhrewerdî'nin, Nakşi Tarîkatı'nın ku­rucusu Şah-ı Nakşibend'den 155 yıl önce; Râbıtayı ilk kez tanımlamış bu­lunan Halid Bağdâdî'den ise 592 yıl önce ölmüş olmasına hiç aldırış eder de O'nun, -yukarıdaki sözleri arasında- tesadüfen kullandığı râbıta kelimesine hemence­cik sahiplenmezler miydi?



Haşa! «Allah-u Teâlâ'da eriyip gitmek tabir edilen devlet»'e[36] nail ol­duklarına inanan ve tabiatıyla gizli aşikar ne varsa her şeyi bilmeleri gere­ken (!) Nakşibendîlerin, Suhrewerdi'ye ait bu sözlere rastlamamış olmaları elbette ki şaşılacak bir şey değil, fakat onların içinde yüzdükleri çelişkilerden mutlaka biridir.



 



2. Raşahât Ayn'ul-Hayât



Râbıta konusu ile ilgili en önemli kaynak budur. Çünkü (büyük ihti­malle) Raşahât'dan önce, içinde Nakşibendî râbıtasının söz konusu edildiği başka bir kaynak yoktur.



Farsça yazılan bu kitaba ilişkin bilgilere gelince,



Yazarı, Ali b. Hüseyn el-Vâiz el-Kâşifî el-Beyhaqıy (H. 867/M. 1462-H. 939/M. 1533) dir.



Ünlü bilgin, Molla Câmî'nin bacanağı olan bu zat, Afganistan'ın, Hindikuş Dağları eteğindeki tarihi Herat Kenti'nde doğdu ve orada öldü. 



Rûhânile­rden, Nâsıruddîn Ubeydullah el-Ahrâr'ı, biri, H. 889 da, diğeri ise, H. 893 de olmak üzere iki kez, ziyaret ettiğini ve sohbetlerinde «Daima silsile-i Nakşibendîyye ulularının hasâis, şemâil, menâkıb ve fazâ­ili» nin anlatıldığını yazmakta ve H. 909/M. 1500 yı­lında da Raşahât'ı ta­mamladı­ğını söylemektedir.



Yazar, Khuwâce Ubeydullah'ın sohbetlerinde duyduklarını ve izlenimle­rini bu kitapta toplamıştır. (Farsça’dan Türkçe’ye tercüme edilmiş olan) ifade­siyle bunu şöyle anlatmaktadır:



«...Ve hâtır, ol cem' ve tertibe müsta'cel ve âzim oldi; Ve bu silsile-i şerîfe ulula­rı­nın, hulefâ ve ashâbının, tabaka ba'de tabaka ahvâlinden her nesne ki yine bu tâife-i aliyye'nin kütüb-i mu'teberelerinden müteferrik görmüş idi, veyahud Khuwâce Hazretlerinden vesâir bu silsile azizlerinden bilâ vasıta istimâ' it­mişti; ter­tib-i layık ve terkib-i muvafık ile bu mecmuada derc eyledi; Ve ânı Khuwâce Hazretleri'nin, şemâil ve menâkıb-ı zikri ile (ki bu te'lifden maksûd-i aslî ve bu tasnifden illet-i gaiyy-i evvel idi) itmame eriştirdi.»[36]



 Meşhur bibliyografya ansiklopedisi Keşf'uz-Zunûn, bu kitabın te'lif dü­ze­nini şöyle açıklamaktadır:



«Tertibi: Bir giriş, üç bölüm ve bir sonuç şeklinde yapılmıştır.»



«Giriş, rûhânîlerin kronolojik sıra ile hayatı ve Nakşî zinciri hakkında­dır.»



«Birinci Bölüm, Ubeydullah-ı Ahrâr'ın menkıbelerine;»



«İkinci Bölüm, O'nun sohbetlerinde dinlenilen bazı gerçeklere ve bilgi­lere;»



«Üçüncü Bölüm, O'nun kerâmetlerine ilişkindir.»



«Sonuç ise O'nun ölümünü konu almaktadır.»



İzmir Kadısı, Trabzonlu Muhammed Ma'ruf b. Muhammed eş-Şerif el-Abbasî tarafından III. Sultan  Murad zamanında (H. 993/M. 1585 yılında) Türkçe’ye çevrilmiş olan Raşahât'da, iki yerde râbıtaya ilişkin çok kısa anla­tımlar vardır.



Birincisi şöyledir:



«...Ve yine Khuwâce Hazretleri buyurdular ki: Çün Mevlânâ Ya'kûb (Aleyhirrehme) Hazretleri'nden icâzet istedim, Huwâcegân (Kaddesellah'u ervâhahum)[36] tariklerini bittemâm beyân eylediler. Çün râbıta tarikini be­yana başladılar, buyurdular ki: “Bu tarikayı ta'limde dehşet etmeyesün ve tâ­lib ve müstaidlere eriştiresün.“»[36]



  İkincisi ise Hz. Peygamber (s)'in, Hz. Ebubekr hakkında buyurduğu bir ha­dis ilgisiyle yazarın kullandığı şu ifadedir:



«...Ol Rasulullah (s) bu hadis-i şerifte ol ma'nâya işaret buyurmuşlar­dır ki: Cümle tarikler ve nisbetler muhabbet nisbeti yanında mesduddur ve mak­sûda mûsıl olan, nisbet-i hubbiyedir, gayrı değildir. Hak Sübhânehu ve Teâlâ ile bende mâbeyninde vâsıta olmağa layık olan bir sâhib-i devlete râ­bıta, bu nisbet-i hubbiyeden ibârettir.»[36]



 İşte Raşahât'ın râbıta hakkında kaydettiği bilgiler bunlardır. Bundan da anlaşılmaktadır ki, râbıta, Nakşibendîlerin en eski ve en önemli kaynaklarından olan bu kitabın yazıldığı yıllarda ilk kez konuşulmaya başlanmış­tır. Özellikle XIX. yüzyılın başlarında Halid Bağdâdî tarafından kurumlaştı­rılan râbıtanın, o günlerde çok sade bir düşünceden öteye gitme­diği tahmin edil­mektedir. Nitekim -daha önce de ifade edildiği gibi- bu se­bepledir ki râ­bıtayı epeyce araştırmış olan bir ilahiyatçı, bu konuda hazırla­dığı bir çalış­masında:



«Râbıta hakkında bilgi veren kaynaklar, oldukça muahhar devrin mah­sulleridir.» ifadesini kullanmıştır.»



Öyle ise Halid Bağdâdî'ye mal edilen râbıta konulu kitapçıklar ve mek­tup­lar eğer gerçekten O'na aitse, râbıtayı ilk kez bir tarîkat kuralı olarak belli bir formüle oturtan kişinin, bu zat olması gerekir ki O da M. 1778-1826 yıl­ları ara­sında yaşamış olan Irak Kürtlerinden bir şeyhtir.



Dolayısıyla özet olarak diyebiliriz ki: Râbıta, ancak Halid Bağdâdî'nin ya­şadığı XIX. yüzyılın başlarından beri günümüzdeki tanımıyla, ya da bu ta­nıma en yakın bir yorumla benimsenmeye başlamıştır.



 



3. Risâle-i Tâciyye



Bu kitapçığın metni Arapça’dır. Nakşibendîler arasında kısaca Tâciyye ola­rak da bilinen bu risâle, gerek Halid Bağdâdî'ye mal edilen “Risâle'tun Fi Tahqıyq'ır-Râbıta“ adlı mektupta, gerekse son zamanlarda İstanbul'daki Nakşî ruhanîlerinden birinin öncülüğünde hazırlanan «Ruh'ul-Furkan» adlı ki­tapta, râbıtayı kanıtlamak için referans olarak gösterilmiştir.[36]



Risâlenin yazarı, Tâcuddîn b. Zekeriyya b. Sultan el-Osmânî el-Hanefi, Hindli Nakşibendî rûhânîlerindendir ve O da Rabbânî gibi Muhammed Bâqıy-Billâh'ın halîfesidir. Nakşiliği Hicaz'da ya­yan O'dur. Mekkeli Ahmed b. Allân'ı Nakşiliğe bağlayan da yine O'dur. Raşahât adlı tasavvuf konulu ki­tabı, Farsça’dan Arap­ça'ya çevirdiği söylen­mektedir. Fakat öğrenciliğe kabul et­tiği Bin Allân'ın yar­dımıyla bu kitabı tercüme ettiği ihti­mali büyüktür. Çünkü Tâcuddîn'in Arapça’yı iyi kullanamadığı tahmin edilmektedir.



Aynı zamanda Raşahât adlı kitapla çok meşgul olduğu anlaşılan bu şa­hıs, belki bu yüzden şartlanarak emsallerinden daha fazla râbıta üzerinde durmuş­tur. Nitekim Nakşibendî râbıtasından ilk kez söz eden kitap, Raşahât ise de, konuya ilişkin hemen hiç bir açıklama içermemektedir. Halbuki Tâcuddîn'in yazdığı kitapçıklarda râbıtanın, belli ölçülerde boyut­ları çizil­miştir.



Tâcuddîn, bu risâlesinde râbıtaya ilişkin olarak ilginç bir açıklama yap­mak­tadır. Bunun en yaklaşık çevirisini ve (anlaşılabilmesi için) genişletil­miş iza­hını şöyle sunmak mümkündür:



«İkinci yol, (yani Allah'a ulaşmak için izlenecek ikinci yol): Müşâhede makâmına ulaşmış (Allah'ı görebilecek düzeye çıkmış) ve zâtî Tecellîyât ile ta­hakkuk etmiş (Allah'ın kişiliğinden yansımalarla aynen O'nun gibi bir ki­şi­liğe sahip olmuş) bir şeyhe râbıta yapmaktır...»[36]



 Bu yollu anlatımı bir miktar daha sürdüren Tâcuddîn'den önce râbıta hakkında bu genişlikte açıklama yapmış başka bir Nakşibendî rûhânîsine rast­lanmamıştır. Dolayısıyla (Raşahât'dan anlaşıldığı kadarıyla) bu sözcüğü ilk kez yalın anlamda kullanmış olan Ya’qûb-i Çarkhî 'den sonra râbıtanın ku­rumlaşma sürecini başlatan Tâcuddîn b. Zekeriyya'dır.



4. Âdâb'ul-Meshîkhat'i wa'l-Mürîdîn



Şeyhliğin ve mürîdlerin kuralları adını taşıyan bu kitapçık da yine Tâcuddîn b. Zekeriyya'ya aittir ve yazarın yukarı­daki risâlesi ile birlikte İstanbul Üniversitesi Kütüphânesi, Nadir eserler Bölümü'nde 3650 sayı altında kayıtlıdır.



Kitapta râbıta ile ilgili olarak şu ifadeler yer almaktadır:



«Râbıta ile izlenecek yola gelince bu, şeyhe yapılacak gönül râbıtasıdır.»



«O'nu görmek “Allah anıldığı zaman..." (mealindeki âyet) gereğince on­lar­dan yararlanma sonucu çıkar. Tıpkı “onlar Allah'ın sohbet arkadaşları­dır..." (hadisi) gereğince zikirden fayda sonuçlandığı gibi. Çünkü şeyh bir oluk gibi­dir, feyiz onun okyanusundan akar. Eğer (mürîd) râbıtada bir ko­pukluk göre­cek olursa, "kişi sevdiği ile birliktedir..." (hadisi) gereğince şey­hinin şeklini hayâlinde korumaya çalışır. Çünkü şeklin (zihinde) korunma­sıyla mürîd, ay­nen şeyhin niteliklerini ve manevi hallerini kazanır. Tıpkı şeyh için daha önce söz konusu olduğu üzere...»[36]



 Râbıtanın kurumlaşma sürecini başlatan biri olarak Tâcuddîn b. Zekeriyya'nın, Hind kökenli ve Rabbânî ile çağdaş olması, O’nunla birlikte aynı mistik at­mos­feri solumuş bulunması, bu inancın gerek tarihi, gerekse iç yüzü hakkında yeterli bir fi­kir vermektedir. Doğum tarihi bilinmeyen yazar, H.1050/M. 1641'de Mekke'de ölmüştür. 



 



5. "İmâm-ı Rabbânî" Olarak Bilinen Ahmed Fârûqıy'nin



    187 Sayılı Mektubu



Bu mektubun aslı Farsça’dır. Eşref Kâbulî  adında bir kişiye hitaben ya­zıl­mıştır.



Bu mektupta râbıta hakkında herhangi bir tanım yoktur. Aynı zamanda nasıl uygulanacağına ve şartlarının ne olduğuna ilişkin bir açıklama da bu­lunmamaktadır. Sadece «râbıtanın, mürîdi (Allah'a) ulaştırmada en yakın yol» ve «mürîd için zikirden daha yararlı olduğunu» anlatmaktadır.



Bununla birlikte Rabbânî, Nakşibendî Tarîkatı'nın eski rûhânilerinden Ubeydullah-ı Ahrâr'ı referans göstererek, O'nun Fakarât adlı eserinden, «Pirin gölgesi, hakkın zikrinden evlâdır» meâlindeki sözünü de bu mek­tupta nak­letmektedir. Buna göre Nakşibendî Tarîkatı'ında «mürîd için şey­hin gölgesi Allah'ı anmaktan daha üstündür.»



Allah'ı zikretmenin, bütün ibâdetlerin özü ve en makbulü olduğu bizzat Kurân-ı Kerîm'in nasslarıyla sabitken[36] şeyhin nasıl olur da gölgesinin, Allah'ı zikretmekten daha üstün olabileceği eğer Nakşilere sorulacak olursa, çok büyük ihtimalle cevapları en azından: «Sen İmâm-ı Rabbânî'den ve O'nun üs­tadlarından daha mı iyi biliyorsun?!» şeklinde olacaktır. Çünkü tarîkat meselelerinde açıklama istemek yoktur. Hele tartışma hiç yoktur. Ya sınırsız ve kesin bir teslimiyetle şeyhin her dediğine Kur'ân'ın bir nassı imiş gibi inanacaksınız ya da onlara göre taş gibi sert bir yüreğe ve zindan gibi kapkara bir vicdana sahipsiniz.



En basit bir kavramı bile en zor ve anlaşılmaz sözlerle ve en dolambaçlı yollardan giderek kendilerine göre açıklamayı adet ve marifet sa­yan Nakşi­bendîler, yukarıdaki konuyu açıklamakta şâyet biraz daha nazik davranmayı düşünecek olurlarsa belki de şöyle diyebilirler:



«Efendim Allah'ı tanıyabilmek ve O'nu anmak için mutlaka bir kılavuza, bir yol göstericiye ihtiyaç vardır. Erbâb olan bir rehberden yoksun ola­rak izle­necek yol tehlikelerle doludur. Bu nedenledir ki Allah'ı zikretmek gibi son derece önemli bir görevi yaparken her şeyden önce mürşidin kıla­vuzluğuna ihtiyaç vardır. Dolayısıyla "onun gölgesi bile zikirden daha ev­ladır" denilmiş­tir.»



Hiç kuşku yok ki Allah'a gerçek anlamda kulluk yapabilmek için her şey­den önce O'nun koyduğu sistemin bütünlüğüne bağlı kalmak şarttır. Her in­sanın, keyfi biçimde bir ibâdet şekli seçerek Allah'a kulluk etmesi elbette ki yanlışlıkların en büyüğü olur. Nitekim râbıta da bunlardan biridir. Ama Müslümanlar Allah'a en uygun biçimde kulluk etmeyi, "Nakşî rûha­nîlerinin gölgesini Hakk'ı zikretmekten daha üstün tutarak" değil, her­halde Kur'ân ve sünnetin ışığında yol gösteren İslâm âlimlerinin rehberli­ğinde öğrenmek du­rumundadırlar.     



6. Sharh'us-Silsile'til-Murâdiyya



Râbıtaya yer vermiş olan bu kitapçığın metni Arapça’dır. Küçük bir yazma risâle olup İstanbul-Süleymaniye Kütüphânesi'nde, Keçecizâde Bölümü-721 sayı altında kayıtlıdır.



Yazarı, Derviş Ahmed et-Trabzonî'dir. Notlarından O'nun, Muhammed Murâd adında bir Nakşibendî şeyhi ile haşır neşir olduğu anla­şılmaktadır. İşbu Muhammed Murâd'ın, Rabbani'nin mektuplarını Farsça­’dan Arapça’ya çe­virmiş olan Özbek kökenli Muhammed Murâd-ı Kazânî olması ihtimali büyük­tür.



Böylece, râbıtanın geçmişi açısından değerlendirilecek olursa bu kitapçı­ğın da diğerleri gibi eski olmadığı anlaşılmaktadır.



7. Er-Risâle'tul-Medeniyye



Arapça, 91 sayfadan ibaret el yazısından kopya bir kitapçıktır. Ez-Zumrud’ul-Anka adı altında derlenmiş kitapçıklardan oluşan bir mecmu­anın birinci risâlesidir. Yazarı Nimetullah b. Ömer'dir.



Kitapçığın girişinde verilen bilgiler, Halid Bağdâdî'nin henüz ünlen­me­den bu kitapçığın kaleme alındığını göstermektedir.



Medîne-i Münevere'nin ileri gelenlerinden “Cemel'ul-Leyl“ lakaplı bir arkadaşının isteğiyle bu kitabı yazdığını ifade eden yazar'ın verdiği bilgiler şöy­ledir:



«Nakşibendî şeyhi olmakla ünlenmiş birinin etrafında fır dolanan, söz­le­rine uyup isteklerine alet olan insanları görünce (bu konuya ilişkin) bazı kar­maşık meseleleri çözüme kavuşturmak ve zamane şeyhlerin yaptığı uy­gun­suz ve yeni şeyleri defetmek amacıyla ortaya çıkma cesaretini gösterdim (...) Ve bu kitabı, hayır ve ihsanı yayan, ülkenin derinliklerine kadar ulaş­mış kafir­lerin boynunu kopararak ortamı güvenliğe kavuşturan, kefere ve fecerenin yarattığı dehşeti gideren ve İslâm’ın zayıf düşüp çöktüğü bir sırada dini güç­lendirmeye çalışan Ahmed Hânoğlu, Mustafa Hânoğlu Sultan Selim Hân'a armağan ettim.»



Bu kitapçık Dimaşk’da[36] hicrî 1295/mîlâdî 1798 yılında yazıl­mış­tır. Halid Bağdâdî, 1811 yılında tarîkatını yaymaya başladığına göre yaza­rın kötü­lediği Nakşî şeyhinin, Bağdâdî, ya da halîfelerinden biri olması ih­timali yok­tur. Fakat önemli bir gerçeği ortaya çıkarmaktadır. O da şeyhler arası ün ve çı­kar yarışından kaynaklanan düşmanlığın, Nakşî şeyleri arasın­dan eksik ol­madığıdır. Küfrevîler'le Arvâsî'ler ; Cizreli Şeyh Kadri ile Şeyh Seydâ ve Ömer Öngüt'le Süleymancılar arasındaki düşmanlıklar gibi...



Kitabın 43'üncü sayfasında çok kısa, ancak doğrudan; 77'nci sayfasında ise üstü örtülü bir anlatımla râbıtadan söz edilmektedir.



8. Terceme-i Risâle-i Hâlidiyye



Bu kitap, Osmanlıcadır. İncelemeye alınan nüsha 56 sayfadan ibarettir.



Mütercimi, El-Hâc Şerif Ahmed b. Ali'dir.



Halid Bağdâdî'ye mal edilen bu risâlenin aslı, (kitabın sonundaki nota göre) Şeyh Âşık Efendi'nin tâlimatı üzerine H. 1257'de Mısır'da Türkçe’ye çevrilmiştir.



İstanbul Kütüphânelerinde, hatta Halid Bağdâdî'nin can fedâ hayranları olan Nakşibendî şeyhlerinin elinde bile bu kitabın orijinal nüshası bulun­ma­maktadır. Ancak Halid Bağdâdî hakkında kapsamlı birer araştırma ürünü olan iki kaynak vardır ki, ikisinde de O'nun, ayrıca «Risâle'tun fi Âdâb'iz-Zikri Fi't-Tarîqa’tin-Naqshabandiyya» adı altında bir eseri bulundu­ğuna işaret edil­mektedir. Büyük ihtimalle tercümeye konu olan metin bu risâleye aittir.



Söz konusu iki kaynağa gelince bunlardan biri, Iraklı araştırmacı Abbas el-Azzâwî'ye ait “Mavlânâ Khâlid an-Naqshabandî“ başlığı al­tında, (önce Bağdad Kürt Enstitüsü dergisinde yayınlanan ve daha sonra) ki­tap haline geti­rilen notlarıdır. İkincisi ise, Muhammed Muti' el-Hâfız ile Nizar Abaza tara­fından hazırlanan «Ulemâ'u Demashq wa A'yânuha Fi'l-Qarn’it-Thâlith Ashar el-Hijrî» adlı kitaptır.



Mısır'da yapılan bu tercüme, H.1262'de Bulak'da basılmış ve “Dâr'ul-Kutub'il-Mısriyya“'da 572 sayı altında muhafazaya alınmıştır.



Kitabın bir nüshası İstanbul-Süleymaniye Kütüphânesi Düğümlü Baba Bölümü'nde 278 numarada kayıtlıdır.



Ayrıca İstanbul-Çarşamba'daki tarîkatçılar tarafından da bu risâlenin bir örneği, İsmet Garibullah'a ait manzum Risâle-i Qudsiyye ile aynı kapak içinde birleştirilerek basılmıştır. Üzerinde hiç bir tarih, adres ve yayınevi adı yoktur.



Süleymaniye Kütüphânesi'ndeki nüshanın 7. sayfasında, diğer nüsha­nın ise 10. ve 11. sayfalarında râbıtaya yer verilmiş tarîkat âdâbının ikincisi olarak işlenmiştir.



 



9. El-Hadîqa'tun-Nediyye, Fi't-Tarîqat'in-Naqshabandiyya



Bu kitap 122 sayfadan ibaret, Arapça bir risâledir. Elimizdeki nüsha, İstanbul'da bir yayınevi tarafından 1984 yılında kopya ile basılmıştır.



Modernist Nakşibendîlere ait bir ansiklopedinin «İstifâde Edilen Eserler» başlığı altındaki kaynakça bölümünde bu kitap, Muhammed el-Hâni'nin eseri olarak gösterilmiştir. Bu doğru değildir. Bilakis yazarı, Halid Bağdâdî'nin halîfelerinden Muhammed b. Süleyman el-Bağdâdî'dir.[36] Ölüm tarihi H. 1234 olarak gösterilmektedir ki bu, mîlâdî 1818'e rastlar. (Iraklı araştırmacı Abbas el-Azzâwî “Hediyyet'ul Arifîn adlı kitapta ge­çen bu tarihin doğru olamayacağını, çünkü Kütüphânesinde, yazarın, 1829'da kendi eliyle yazdığı kitaplar bulunduğunu“ kaydetmektedir.)[36]



Araştırmacı el-Azzâwî'nin de epeyce önem verdiği bu kitap:



a) Giriş,



b) Şeyhlerin menkıbeleri



c) Mürîdler için gerekli hususlar, olmak üzere üç bölümden oluşmakta­dır. Sekseninci sayfada râbıtaya yer verilmiş, râbıta tarif edilmiştir.



10. Risâle'tun Fi Âdâb'it-Tarîqa'tin-Naqshabandiyya



 Bu da 85 sayfadan ibaret Arapça yazılmış bir kitapçıktır. Ez-Zumrud’ul-Anka adlı mecmuanın ikinci risâlesidir. Bu mecmuanın bir nüshası, Türkiye Diyânet Vakfı İstanbul-Bağlarbaşı, İslâm Araştırmaları Merkezi’nde: 297.7 NM. Z 46644 sayı altında kayıtlıdır.



Kitapçığın yazarı, Lübnanlı Şeyh Ahmed b. Khalîl el-Biqâî'dir. Muhammed Rüstem Raşid'in kalemiyle H.1249 yılında yazılmış, sonra Ispartalı Mehmed Koca adında biri tarafından kopya edilmiştir. Yazı okunaklıdır.



Yazar Ahmed el-Biqâî, Halid Bağdâdî'nin halîfelerindendir. Buğye'tul-Wâjid adlı mecmuada bulunan Bağdâdî'nin vasiyetnamesinde, el-Biqâî'nin adının geçtiği şöyle bir ifade yer almaktadır:



«Söz konusu malımın üçte birinden, Şeyh Ahmed el-Biqâî'ye ve Şeyh İsmail ez-Zelzelewi'ye olan borcumun karşılığı olarak ödenecektir.»[36]



 Bu sözlerden Bağdâdî'nin, bu halîfesine borçlandığı anlaşılmaktadır.



El-Biqâî'nin yazmış olduğu «Risâle'tun Fi Âdâb'it-Tarîqa’tin-Naqshabandiyya» adlı kitap, bir ayrıntı olarak râbıtaya en çok yer veren bir özel­liğe sahiptir. Kitabın hemen tümü, mürîdi şeyhe kayıtsız şartsız bağla­maya ve onu bu doğrultuda şartlandırmaya yönelik anlatımlardan oluş­makta­dır. İçindeki ilginç açıklamalardan biri de (çeviri olarak) şöyledir:



«Tarîkat büyüklerinin yüksek hizmetleri, mürîdi imkan derekesinden vücûbun zirvesine kadar yüceltir. (Vacip olanı, Caiz olan şeye tercih ettik­leri için onları yüceltir.) Onlar, durumları ve mevcutları, şeriatın ahka­mına tabi kılarlar (Olayları şeriat ölçülerine göre değerlendirirler.) Zevkleri ve bil­gileri dinî ilimlere hizmet ettirirler. Şeriatın nefîs mücevherâtını, ne çocuk­lar gibi vecdin (mistik coşkunun) cevizine (oyuncağına), ne de ma­nevi hal (denen duygusal tezahürlere) değişirler. Ne sofilerin saçma sapan sözlerine aldanırlar, ne de nassı (Kur'ân ve sünnetle sabit olanı) bırakıp (Muhiddin-i Arabî'nin) Fusûs ve Fütûhât-ı Mekkiye (gibi kitaplarına) ka­pılma dereke­sine düşerler. »



«Onlar daima sünneti seniyyeye yapışmışlardır (...) Ancak eğer fazladan manevi haller ve coşkularla da şereflenirseler, bunu en büyük bir nimet ka­bul ederler. Yoksa bunu, (yani coşku ve kerâmetleri değil, sırf şeriat ahka­mına göre yaşamayı) yeterli bir mutluluk sayarlar. Çünkü bu mutluluk var olursa onunla birlikte ancak her şey var olabilir. Nitekim Hind Brahmanistlerinin, Yogilerin[36] ve Yunan filozoflarının da görünürde bir­çok Tecellîleri (akıl almaz, olağandışı ve esrarengiz) gösterileri, İdealist ke­şif­leri ve tevhidî ilimleri vardı. Ancak yıkıcılıktan ve rezaletten öte bir na­sip­leri yoktu.»



Bütün Nakşî topluluklarının, yukarıdaki görüşlere aynen katılacakla­rına, (Yani Muhiddin-i Arabî ve O'nun görüşünde olan vahdet-i vucutçu­lara karşı aynı kanâate sahip bulunacaklarına) ih­timal vermek güçtür. Şu var ki zaten Nakşîliğin, çeşitli düşünce ve inanış­ların sentezinden oluştu­ğuna ba­kılacak olursa, bu tarîkata bağlı olanların, birinden diğerine değişen inanış ve düşünce tutarsızlıkları içinde bulunacakları her zaman beklenebi­lir.



Ayrıca, yukarıdaki alıntıda odaklanan ilginç bir nokta daha göze çarpmaktadır. Dikkat edilirse yazar, kerâmet olarak sergilenen olağan dışı hadiselerin pek önemli olmadığını vurgulamak isterken «Nitekim Hind Brahmanistlerinin, Yogilerin ve Yunan filozoflarının da görünürde bir­çok akıl almaz, olağandışı ve esrarengiz gösterileri (…) vardı» diyor. Aslında yazarın bu cümlede Brahmanizm’den ve yogilerden söz etmesi iki noktadan sebep önemsenmelidir:



Bunlardan biri şudur: Bugünün bilgi ve kültürden yoksun Nakşi şeyhlerinin, Brahmanizm ve yoga hakkında hemen hiçbir bilgiye sahip bulunmamalarına karşın, bu şahıs söz konusu kavramlar hakkında malûmatlıdır. Dolayısıyla günümüz insanının daha çok aydınlanmış olması akla gelirken bunun Nakşilikte tersini görüyoruz.



İkinci nokta ise, Brahmanizm ve yogadan az çok haberdar olduğu anlaşılan Bağdâdî’nin bu halîfesi, Nakşîliğin Hind dinlerinden etkilendiği yolunda öteden beri ortaya atılan düşünceleri –herhangi bir tartışmanın kalabalığına boğulmadan- burada kurnazca defetme becerisini göstermiştir!



 



11. Sahîfe'tus-Safâ l'i-Ehl'il-Wafâ



Dokuz sayfalık Arapça bir kitapçıktır.



Süleyman Zühdî adında Halid Bağdâdî'nin mürîdlerinden biri tarafın­dan kaleme alınmış ve yine O'na ait, nazım-nesir 18 parça risâlecikle bir­likte “Mecmua'tu Resâil, alâ Usul'il-Khâlidiyye“ adı altında toplanmış ve “ez-Zumrud’ul-Anka“ adlı mecmua içine üçüncü kitap olarak yerleştiril­miştir.



Yazar bu risâlede, «kalbin ıslahı için» bir nebze öğütlerde bulunmak is­te­diğini ileri sürmekte ve genellikle râbıta üzerinde durmaktadır. Sırf râbıta ko­nusunda yazdığı Tabsira'tul-Fâsıliyn  adlı kitabındaki belirsiz üslûbunu bu­rada da sergilemektedir.



12. Nahja'tus-Sâlikin wa Bahja'tul-Muslikîn:



Bu da yukarıda adı geçen kitapçığın yazarı tarafından H.1288'de Taif'de ka­leme alınmıştır. Aynı mecmua içine yerleştirilmiş 22 sayfalık Arapça bir risâle­dir. Nakşibendî Tarîkatı'nın temel ilkeleri olan sekiz maddeyi açıkla­dıktan sonra râbıtadan da bir nebze söz etmektedir.



13. El-Bahja'tus - Seniyye Fi Âdâb'It - Tarîqa'til - Aliyye'til –



      Khâlidiyye'tin - Naqshabandiyya



Arapça yazılmış olan bu risâle, Muhammed b. Abdillâh el-Khânî'ye aittir. Bu zat, Halid Bağdâdî’nin en ünlü halîfelerinden biridir ve Nakşi-Hâlidîler’in edîbi olarak tanınan Abdulmecîd b. Muhammed b. Muhammed el-Khânî’nin de büyük babasıdır 



Kitabın (İncelemeye alınan nüshasının) sonundaki nota göre Mehmed Talat Paşa tarafından -büyük ihtimalle- Suriye'de H.1303 tarihinde bastırıl­mış­tır.



Yazar, kitabının girişinde Şafii olduğunu açıkla­ma­sına rağmen, bu risâleyi İstanbul'da yeniden kopya ederek basan moder­nist Nakşibendîler, kapa­ğın üzerine O'nun Hanefî olduğunu kaydetmişler­dir!



Bu nüshanın 42., 43. ve 44. sayfalarında râbıta konusu genişçe ele alın­mış­tır.



Aynı risâlenin ayrıca H. 1319 Mısır baskılı nüshaları da vardır.



14. Er-Risâle'tul-Qudsiyye 



Bu kitap, nakaratlarla birlikte 1328 beyitten ibaret, Osmanlıca manzum bir risâledir. Hicrî 1331 tarihini taşımaktadır.



Nâzımı, Halid Bağdâdî'nin mürîdlerinden, Abdullah-ı Mekkî'nin bir der­vişi olan İsmet Garibullah adında, İstanbul'da yaşamış bir hocadır.



Fatih-Çarşamba'daki gelenekçi Karadenizli Nakşibendîler, Ahıskalı Ali Haydar ve O'nun şeyhi Bandırmalı Ali Bezzâz kanalıyla bu şahsa bağlıdır­lar.



30 başlık altında düzenlenmiş ve Risâle-i Hâlidiyye Tercümesiyle birlikte aynı kapak içinde birleştirilmiş olan söz konusu risâle­nin 89. sayfasında râbıta konusu ele alınmıştır.



Şair'in mürîdleri, her ne kadar büyük bir ilgi ile bu risâlenin, yazı ve şekil yönünden estetiğine önem vermiş ve şeyhlerinin fizik yapısını yücel­terek canlandırmaya çalışmış iseler de O'nun, ne doğum ve ölüm tarihini belirtmiş, ne de kökeni, öğrenim ve kişiliği hakkında bir bilgi kaydetmişlerdir.



15. El-Majd'ut-Tâlid



Yazarı, Halid Bağdâdî'nin halîfelerinden İbrahim el-Fasîh'tir.[36] O'nun, (yukarıda geçtiği gibi) râbıta konusunda ayrıca yazdığı “Tuhfe'tul-Uşşaq Fi İsbât'ir-Râbıta“ adlı bir kitabı daha vardır. 



El-Majd'ut-Tâlid adlı kitapçığın metni Arapça’dır, İstanbul-Süleymaniye Kütüphânesi İ. Hakkı İzmirli Bölümünde 1161/4 sayı altında kayıtlıdır.



Giriş kısmında, okuyucunun bu kitaba karşı güvenini sarsacak anlatım­lara yer verilmiş, İbn. Hajer ve Alliy'yül-Qârî'nin Nakşibendî Tarîkatı'nı öv­düklerinden söz edilmekle, tarîkatın meşruluğunu delillendirmek gibi gayret­ler sarf edilmiştir.[36]



 Kitapta râbıta hakkında şu kayıtlar vardır:



«Tarîkat âdâbının ikincisi, râbıtadır. Râbıta ise, Şuhûd makamına (yani Allah'ın seyredilebileceği makama) ulaşabilmiş olan şeyhe gönlü bağlamak­tır. Çünkü şeyh, oluk gibidir. Feyiz, (İlâhî nurlar), ona bağlanmış olan mür­îdin kalbine, ancak onun kalbinden akar.»



16. Es-Saâde'tul-Ebediyye Fi ma Jâe Bih'in-Naqshabandiyya



Abdulmecîd b. Muhammed el-Khânî ta­rafından kaleme alınmış 48 sayfalık bir risâledir.[36]



Başlangıçta silsileyi açıklamakta, sonra da -sözde- Allah'a ulaşmak için dört yol bulunduğunu ileri sürmektedir:



a) Sadık mürîdin sohbeti,



b) Râbıta,



c) Şeyh tarafından öğretilen zikrin mürîd tarafından dikkate alınması,



d) Murâkabe.



Kitabın (İncelemeye alınan nüshasının) 22. inci sayfasında klasik ifade­lerle râbıtadan söz edilmektedir.



17. El-Hadâiq'ul-Wardiyya Fi Haqâiq'ı



      Ejillâ'in-Naqshabandiyya



299+8 sayfadan oluşan bu kitap, Arapça yazılmıştır ve matbudur. Matbaa-i Amire'de (Büyük ihtimalle İstanbul'da H. 1308 yılında) büyük boy olarak basılmıştır. Nakşî rûhânîlerinin her birinden kısa kısa söz etmektedir. Halid Bağdâdi'ye ve O'nun haleflerine bu kitapta daha geniş yer verilmiştir. İfade, sık sık seci’lerle ve deyimlerle klasik ve havalı bir üslup içinde sürdürülmüştür.



Kitabın yazarı, (David Dean Commins’e göre, Halid Bağdâdî’nin yeğeni Es’ad Sâhib’le geçinmeyen) Abdulmecîd b. Muhammed b. Muhammed el-Khânî'dir.[36]



Bu şahıs, Nakşî Tarîkatının bütün kurallarını: Zikr-i Khafiy (gizli zikir), râbıta ve kapıyı kitlemek  diye üç ana başlık altında toplamış ve râbıta ile ilgili bölümde bu âyinin çok kısa bir tanımını yaptıktan sonra Halid Bağdâdi'ye mal edilen râbıta konulu mektubun giriş bölümü hariç, geriye kalanının tamamını naklederek râbıtayı bu şekilde açıklamaya çalışmıştır[36]



 18. Jâmi'ul-Usûl



Ahmed Zıyâuddîn Gümüşhânevî'ye ait olan bu kitabın, aslında adı bi­raz uzuncadır. Burada ilk iki kelimesiyle yetinilmiştir.



Metni Arapça’dır. İncelemeye alınan nüsha orta boyutlardadır ve 279 + 4 sayfadan ibarettir. Nerede ve ne zaman basıldığı meçhuldür. Fakat sonun­daki takrizlerden birinin altında 1276 tarihi vardır. Bunun hicrî olduğu ke­sindir. Çünkü Gümüşhânevî, mîlâdî 1813-1893 yılları arasında yaşamıştır. Buna göre h. 1276 tarihi, m. 1859'a rastlamaktadır ki seksen yıl yaşayan Gümüşhânevî'nin, bu eserini 46-47 yaşlarındayken yazdığı anlaşılmaktadır.



Denebilir ki bu kitapta, tasavvuf tarihi boyunca işlenmiş hemen bütün konular, özetlenerek komprime bir hale getirilmiştir. Bu da yazarın geniş ufkunu göstermektedir. Kitabın başlangıcında da çok zengin bir fihrist var­dır. Tasavvufun hemen bütün terimlerini, tarîkatların bütün kurallarını bu fihristte bulmak mümkündür. Buna rağmen ne ilginçtir ki bu geniş indek­sin içinde râbıtaya hiç yer verilmemiştir. Yazar, sadece sembolik olarak kita­bın içinde bir iki yerde râbıtaya dokunmuştur.



Bunlardan, «Âdâba gelince» diye başladığı bir bölümde mürîdin zikir dışında, tarîkata ilişkin günlük ibâdetleri nasıl yapacağını sırayla anlatırken şu ifadeyi kullanmaktadır: «Ondan sonra keza râbıta yapar ve bunu yapmak çok önemlidir.»[36]



Kitabın başka bir yerinde de râbıtanın uygulanışına kısaca yer vermekte, ancak burada râbıta sözcüğünü kullanmamaktadır. Yazar bu kelimeyi, bir şeyhe bağlanmak isteyen mürîdin neler yapacağına ayırdığı bölümde kullanmıştır. Fakat genelde, Nakşibendîlerin çok önem verdiği râbıtaya Gümüşhânevî, bu kitabında pek ağırlık vermemiştir.



19. Meşgûliyet Risâlesi



Bu kitap, İstanbul Üniversitesi Kütüphânesi'nde, 85253 sayı altında ka­yıtlıdır. Yazarı Ahmed Said Müceddidî'dir.



Te'lif ve basım tarihleri meçhuldür. Ancak yazarının, “Muceddidî“ Unvanını taşıyor olması, bu risâlenin, -en azından - Rabbânî'den sonra kaleme alın­dığını göstermektedir. Hatta, Halid Bağdâdî'yi Rabbânî'ye bağlamak ama­cıyla O'na, aynı zamanda «Halid'ul-Bağdâdîy'yul Muceddidî» de denildiği için, Yazar Ahmed Said'in, Bağdâdî'nin mürîdlerinden olması ihtimali de vardır.



Mühim olan, bu kitapçığın yakın tarihte yazılmış olduğu gerçeğidir.



Kitabın mütercimi ise Manisalı, Şeyh Ali Nâilî'dir. Arapça olan bu nüs­hanın, esas metninin Farsça olması ihtimali büyüktür.



Kitapta râbıta ile ilgili açıklama ise şöyledir:



«Tarîkat âdâbının ikincisi, murâkabedir. Bu ise, kalbi meşgûliyetlerden koruyarak, zikirsiz ve mürşide râbıta yapmaksızın sadece ilâhî kabzı (?!) bek­lemektir. Salik kişinin, daima ve her zaman ilâhî zat'a karşı kendini kırmış olarak ve ihtiyaç göstererek yönelik olması gerekir. Ta ki Allah'a yö­nelmek suretiyle başkalarına ait düşünceler artık sâlik kişiye hücum etme­yecek şekilde kalp meleke kazanıncaya kadar.»



«Bu mânâya huzur denir ki zikirden amaç işte budur.»



«Âdâbın üçüncüsü ise, kâmil ve ilmiyle amel eden şeyhin sohbetinden is­tifade etmektir ki ona yönelmek sayesinde, kalp gaflet kirle­rin­den arınır ve o kalpte şuhûd âleminin göklerinden dolunayların ve hi­lâllerin nurları parlar; Mürîd onun huzurunda edebe riâyet ederek ve rıza­sını isteye­rek nurlanır. Gıyâbında ise onun, Allah'a açılan kapı diye inana­rak şeklini zihninde canlandırmak suretiyle feyizlenir. İşte bu yol, (tarîkat ulularının) de­diği gibi Allah'a ulaştırmak için en yakın ve en kolay yoldur.»



«Bu yolu, “râbıta zikri“ diye adlandırmışlardır.»



20. El-Qawl’ul-Jemîl Fi Beyân’i Sewâ’is-Sebîl



Bu kitap, Hint âlimlerinin ünlülerinden olan ve Şah Weliyyullah-ı Dehlewî olarak bilinen Muhaddis Ahmed b. Abdirrahîm’in eserlerindendir. Ancak hemen vurgulamak gerekir ki bu eser râbıta aleyhinde önemli ifadeler içermektedir.



Râbıta konusu ile ilgili olarak bu kitabın adı iki önemli kaynakta geçmektedir. Bunlardan biri, Sıddıyq b. Hasan Khân’a ait Et-Tâj’ul-Mukellel’dir; Diğeri ise Es’ad Sâhib’in, Et-Tâj’ul-Mukellel’e reddiye olarak yazdığı Nûr’ul-Hidâyet’i Wa’l-İrfân’dır. (Aşağıda, bu her iki kaynaktan da söz edilecektir.)



Ancak son derece ilginçtir ki, bu kitabın adı, aynı zamanda Işıkçı Nakşibendîlerce yayınlanan İslâm Âlimleri Ansiklopedisi’nde, yazarın biyografisi içinde geçmektedir.



Yazar, El-Qawl’ul-Jemîl Fi Beyân’i Sewâ’is-Sebîl adlı bu eserinde râbıtaya şiddetle karşı çıkmaktadır. Halbuki inanışlarına ters düşen İbn. Teymiyye gibi şahsiyetleri bile İslâm âlimlerinden saymayan ve bu ansiklopediye adını işlemeyen Nakşibendîler’in, Şah Weliyyullah-ı Dehlewî’den övgü ile söz etmeleri, onların bu kitabı ya görmediklerini, ya da okumaya kalkışmış olsalar bile içeriğini anlayamadıklarını göstermektedir. Nitekim aynı yazarın öbür eserlerini sayıp sıralarken, doğrusu «Ikd’ul-Cîd» olan ve «Boyun Gerdanlığı» anlamına gelen diğer bir kitabının adını «Ikd’ul-Ceyyid» şeklinde yanlış yazmışlardır. Kur’ân-ı Kerîm’in «Tebbet» Sûresi’nde geçtiği üzere «Boyun» anlamına gelen «Cîd» Sözcüğünü -çok büyük ihtimalle- «güzel ya da hoş» demek olan «Ceyyid» kelimesiyle karıştırmışlardır!



Tabiatıyla bu da Nakşibendîler’in, ilim dünyasına ne kadar yabancı olduklarını kanıtlamaktadır.



İlginç olan bir nokta da şudur:



Halid Bağdâdî’nin, doğumundan 15 yıl önce ölen Şah Weliyyullah’ın, râbıtayı bid’at ve çirkinlik olarak nitelemesi, bu meselenin o tarihlerde Hind Nakşîleri arasında yeni yeni ortaya çıktığını ve râbıta ile ilgili tartışmaların da ancak o sıralarda başladığını kanıtlamaktadır. Bu tarihlerden yaklaşık altmış, yetmiş yıl sonra Hind diyarına sırlarla dolu bir seyahat yapan Bağdâdî, başta Şah Weliyyullah’ın torunları olmak üzere Hindistan’daki İslâm âlimlerinin râbıtaya karşı nasıl alarma geçmiş olduklarını çok iyi bilmesine rağmen, bu meditasyon şeklini, Halidîlik olarak revize ettiği tarikatında önemli bir kural haline getirmekten çekinmemiştir! 



21. Et-Tâj’ul-Mukellel



Bu eser, yine Hindistan’ın ünlü ilim erbabından Sıddıyq b. Hasan Khân’a aittir. Kitap, İslâm ilim tarihine damgasını vurmuş 543 âlimin kısa biyografisini içermektedir. Müellif, kendi hayat öyküsünü de kitabının sonuna eklemiştir.



Irak’ın allâmesi olarak ün kazanmış olan Mahmûd el-Âlûsî’nin oğlu Khayruddîn Nu’mân el-Âlûsî’ye ayırdığı bir bölümde yazar, bu zattan aldığı bir mektubun metnini nakletmektedir. Mektupta Âlûsî, Nakşibendî râbıtası hakkında yazarın kanâatini öğrenmek istemekte, daha doğrusu, İslâm’da râbıtanın hükmünü sormaktadır. Sıddıyq Khân ise, özetle: «Râbıtanın çirkin bir bid’at olduğunu»[36] vurguladıktan sonra referans olarak iki kaynak göstermektedir ki bunlardan biri yukarıda sözü edilen El-Qawl’ul-Jemîl Fi Beyân’i Sewâ’is-Sebîl’dir; öbürü ise Muhammed İsmail ed-Dehlewî’ye ait olan Es-Sırât’ul-Mustaqıym adlı kitaptır.



22. Nûr’ul-Hidâyet’i Wa’l-İrfân



Bu kitabın adı biraz uzuncadır ve tamamı: «Nûr’ul-Hidâyet’i Wa’l-İrfân Fi Sırr’ır-Râbita’ti wa’t-Tawajjuh’i wa Khatm’il Khuwajegân»’dır. Kitabın yazarı, Halid Bağdâdî’nin yeğeni Es’ad Sâhib’dir.



Şam’da doğan ve 1855-1928 yılları arasında aynı kentte yaşayan yazar, yukarıda sözü edilen kitabını, Sıddıyq  Khân’ın, et-Tâj’ul Mukellel’de râbıtayı «çirkin bid’at» diye nitelemesi üzerine reddiye olarak kaleme almıştır.



Kitabın ilk başlarında et-Tâj’ul Mukellel’den râbıtayı eleştiren alıntılar yer almaktadır. Yazar, Nu’man el-Älûsî ile Sıddıyq Khân arasındaki diyalogu kastederek «Bana öyle geliyor ki gerek soran, gerekse cevap veren, konuyu anlayamamıştır.»[36] diye söze başlamaktadır.



Es’ad Sâhib, bu reddiyede epeyce duygusal ifadeler kullanmakta, râbıtanın meşruluğu konusunda, arada bir göklere çıkardığı amcası Halid Bağdâdî’nin ve halîfelerinin sözlerini delil göstermektedir. 92 sayfadan ibaret olan kitabının sonundaki şu sözleri dikkat çekicidir:



«Bu bapta, şu kadar ibare ile artık yetinmiş olalım. Çünkü insaflı ve başarılı insana bir işaret bile yeter; ama aptal insana Tevrat’la İncil’i bile okusan ona yine de bir yararı olmaz!»



Es’ad Sahib’in, bu sözleri yazarken ne kadar sıkıntılı olduğu anlaşılmaktadır. Kuşku yok ki kavgada yenik düşmüş insanın kendini savunmaya çalışması pek de hüzünlü olur. İlginçtir, Türkiye Nakşibendîleri Es’ad Sâhib’in kitaplarına karşı hiç de rağbetli değillerdir. Özellikle O’nun bu kitabı 1998 yılına kadar Türkiye’de hiçbir Kütüphânede bulunmamakta idi.[36] Tabiatıyla bu nokta dikkat çekicidir. Öyle görünüyor ki Nakşibendî cemaatlerini yönlendiren gölge adamlar ve odaklar, bazı nedenlerle –bu kişinin ölümünden şu kadar yıl sonra bile- adının ön plana çıkmasını istememektedirler!



23. Es-Sırât’ul-Mustaqıym



Bu kitabın yazarı, Hindistan’da 1831 yılında İngilizlere karşı girişilen Balakut Savaşı sırasında şehit düşen, bu nedenle Muhammed İsmail eş-Şehîd olarak ünlenen Hintli bir âlim’dir.



Muhammed İsmail, Şah Weliyyullah-ı Dehlewî’nin torunu ve Şeyh Abdulganî’nin oğludur.



Sıddıyq Khân’ın, et-Tâj’ul-Mukellel’de naklettiği alıntılara göre bu zat, Farsça kaleme aldığı Es-Sırât’ul-Mustaqıym adlı eserinde Nakşibendî râbıtasını kesin bir ifade ile şirk olarak nitelemektedir.



24. Tenwîr'ul-Qulûb Fi Muâmeleti Allâm'il-Guyûb



 Büyük bölümü, Şafii Mezhebi'ne ait özet bir fıkıh kitabıdır. Metni Arap­ça'­dır. Kitabın sonunda tasavvufa ait bir kısım vardır. İncelemeye alınan nüsha, H.1384 yılında Mısır'da basılmıştır.



Yazarı, Muhammed Emîn el-Kurdî el-Erbilî adında bir Iraklıdır. Süleymaniye'ye Yakın Tawila halkından Şeyh Osman Sirâcuddîn'in oğlu Şeyh Ömer 'den mezun olduğunu ileri sürmektedir.



Kitabın 517. sayfasında râbıtadan söz etmektedir.



25. Meqâsıd'ut-Tâlibiyn



Kitap 401 sayfadan ibarettir. Aslı Osmanlıca olup bir Nakşibendî tarafın­dan sadeleştirilerek Latin harfleriyle İstanbul'da bir yayınevi tarafından yeniden bastı­rılmıştır.



Yazarı, Mehmed Raif'tir. Kitabın 1888 yılında ka­leme alındığı kaydedil­mektedir.



134-138 sayfalarında râbıtaya yer verilmiş ve -sözde- Kitab, sünnet ve kı­yasla kanıtlanmaya çalışılmıştır.



26. Risâle-i Es’adiyye



Tâhâ el-Harîrî’nin[36] halîfesi olan Erbilli Es'ad tarafından kaleme alın­mış, kısmen Arapça, kısmen de Türkçe 30 sayfadan ibaret bir risâledir.



On birinci faslını râbıtaya ayıran yazar, bu konuda şunları kaydetmekte­dir:



«Tarîkat-ı Aliyye-i Nakşibendîyye'nin, Sıddıyk-ı Ekber Hazretlerinden şimdiye değin yetiştirmiş olduğu yüz binlerce evliyânın, vücûd-i mübârek­leri tarîkat-ı mezkûre'nin hak ve hakikat olduğuna bir delil-i celî ve bür­hân-ı va­cib'üt-teselli iken, râbıta hakkında mesmû'um olan bazı şübühât'ı def' ve izâ­lesine medâr olmak üzere vârid-i hâtır olan bazı edille-i akliyye ve nakliyyeyi beyân ve ityân eyledim.»



Dikkat edilirse Erbilli de diğerlerinden, ne kafa yapısı, ne de üslûbu bakı­mından farklıdır. Çünkü bu fasla başlarken daha ilk sözlerinde «mesmû'um olan bazı şübühât'ı def...», diye bir ifade kullanmakta, yani ku­lağıma gelen bazı şüpheleri ortadan kaldırmak için kaleme sarıldım, demek istemektedir.



Demek ki Erbilli Es'ad da, aynen kendinden önceki yolun yolcuları gibi, râbıtaya tepki gösteren Müslümanları karşısında bulmuş, ancak O da diğer­leri gibi Tevbe Sûresi'nin 119. âyet-i kerîmesini kanıt olarak ileri sürmek­ten başka bir şey yapamamıştır. Bu âyet-i kerîmenin râbıtaya delil gösteril­mesi ise Nakşî rû­hânilerinin İslâm'a ne mesafede olduklarını açıkça gös­termek­tedir!



Muhammed Es'ad Eribilî, yakın tarihte İstanbul'da faaliyet gösteren Nakşibendî şeyhlerinden Mahmud Sami Ramazanoğlu'nun şeyhidir. Yazdığı bir eseri yüzünden II. Abdülhamid tarafından memleketine sür­gün gönde­rildi. On yıl sürgünden sonra tekrar İstanbul'a döndü. 1914'de kurulan Meclis-i Meşâyih'e üye oldu. Sonra bu meclise başkan seçildi. Ancak 1915'de bu gö­rev­den ayrıldı.



Tekkeler kapatılınca Erbil'deki arazilerini satarak bu parayla İstanbul Erenköy'de bir köşk satın aldı ve buraya yerleşti.



1931'de düzenlenen Menemen komplosu üzerine tutuklanarak Menemen'e gönderildi. Bu sırada (komplo programına göre) has­talandığı ge­rek­çesiyle Manisa Askeri Hastanesine yatırıldı ve söylentilere göre orada is­tihba­rat servisi tarafından ortadan kaldırıldı.



27. Risâle-i Bahâiyye  Tarîkat-ı Nakşibendiyye Prensipleri



Ali Kadri adlı bir şahıs tarafından yazılan bu kitabın 54-56. sayfalarında râbıtaya geniş yer verilmiştir.



Kitaptaki ilginç sözlerden oluşan birkaç satır aynen şöyledir:



«Henüz intisâb eden bir sâlik ile Allah arasında perde vardır. Bu perde, sâlikin doğrudan yüce Allah’tan Feyiz almasına engel teşkil eder. Bu perdenin aradan kalkması için yüce Allah ile perdesiz birlikte olan ve O’nun dostluğuna ermiş bulunan kâmil bir mürşidin aracılığına ihtiyaç vardır.»[36] 



Bu ifadeler, Nakşibendîlik  doktrininde, Allah ile kul arasında mutlaka bir aracının bulunması inancını çok açık bir biçimde ortaya koymaktadır. Râbıta ise, bu tarikata giren her insanı aracıya kayıtsız şartsız bağlamak için uygulanan müthiş bir şartlandırma sistemidir. Dolayısıyla her bakımdan İslâm’la çatışma halinde olan Nakşibendîlikteki râbıta uygulaması, İslâm’daki (kulun doğrudan Allah’a bağlanması) ana prensibini kökünden yıkmaya yönelik bir sistemdir!   



28. Tasavvufî Ahlâk



Mehmed Zâhid Kotku tarafından bu başlık altında yazılmış ve İstanbul'da bir yayınevi tarafından basılmış olan bir seri kitabın adıdır. Metni Türkçe’dir ancak ağdalı bir dil kullanılmıştır.



Bu serinin 2. cildinin, 271-275 sayfalarında râbıta konusu işlenmiştir.



29. Tasavvuf ve Tarîkatlarla  İlgili Fetvâlar



Kitabın asıl adı, FETÂVÂ-YI ÖMERİYYE'dir. Yazarı, Ömer Zıyâuddîn Dağıstânî'dir.[36]



Kitabın metni Osmanlıcadır. Buna rağmen kapak üzerinde Yard. Doç Dr. İrfan Gündüz  ile Yard. Doç Dr. Yakup Çiçek için, (sadeleştirenler) tabiri ye­rine, «çevirenler» denilmiş, bu suretle kitap metninin, sanki Arapça olduğu izle­nimi uyandırılmıştır. Tekrarlanan baskısında da böyle yapılmış olması, bu­nun bir yanılgı olmadığı ihtimalini güçlendirmektedir.



İstanbul'da bir yayınevi tarafından, bir baskısı 1986 yılında yayınlanan bu kitabın, diğer baskısı üzerinde açık bir tarihe rastlanmamıştır.



Yazarın oğlu tarafından “Sunuş“ başlığı altında:



«Rahmetli babam Dağıstanlı Şeyh Ömer Ziyaeddin Efendi Hazretlerinin Fetâvâ-i Ömeriyye isimli te'lif eseri, İslâm Tasavvufunun çok önemli mese­le­lerini ihtiva etmektedir.» denildiği bu, soru-cevap şeklinde kaleme alın­mış olan -sözde tasavvuf ve tarîkatlarla ilgili- kitapta, tarîkatla hiç ilgisi bu­lunma­yan enteresan soru ve cevaplar da vardır.



Örneğin, bunlardan biri şöyledir:



«SORU:



«Hz. Muâviye Radiyallah'u anh'e la'net etmek caiz midir ?



«CEVAP:



«Caiz değildir. - Fetâvâ-yı Behce»



192 sayfadan ibaret olan bu kitabın, 148-170 sayfalarında râbıtaya geniş yer verilmiştir.



30. Şâh-ı Nakşibend



Bu kitapçık, A. Faruk M. takma adlı bir asker emeklisi tarafından ya­zıl­mış ve İstanbul'da bir yayınevi tarafından 1970 yılında basılmıştır. 48.-55. say­falarında râbıtadan, tarîkatın bir ayrıntısı olarak söz etmektedir.



31. Tasavvufî Âdâb



Kitap 288 sayfadan ibarettir. 1982 yılında bir Nakşibendî tarafından yazıl­mıştır. Son yıllarda yaşanan gelişmeler ve halkın bilinçlenmesi sonucu yıp­ra­nıp dağılmış, «Doğulu» bir şeyh ailesinin enkazını yeniden toparlama hasre­tiyle kaleme alındığı anlaşılmaktadır.



Kitabın 216.-233. sayfalarında râbıtaya uzunca yer verilmiştir.



32. GÜMÜŞHÂNEVÎ AHMED ZiYÂÜDDÎN



 Hayatı-Eserleri-Tarîkat Anlayışı ve HÂLİDİYYE TARÎKATI[36]



Bir ilahiyatçı tarafından kaleme alınmış ve İstanbul'da 1984 yı­lında ya­yınlanmıştır.



336 sayfadan ibaret olan bu kitabın metni Türkçe’dir.  Gümüşhânevî'nin hayatını ve tarîkat anlayışını konu edi­nen bu kitabın 274-278. sayfalarında râbıtaya yer verilmiştir.



33. Ruh'ul-Furkân



Latin harfleriyle yazılmış bir tefsirdir. İstanbul-Çarşamba'da faaliyet gös­te­ren gelenekçi bir Nakşibendî şeyhi ile altı mürîdi tarafından hazırlanmış­tır.



Nakşi cemaatleri arasında Ortaçağ Türkistan mistisizmine en fazla bağlı olan ve özden çok şekle önem veren bu grubun, Kur'ân'ı tefsir ederken Latin harflerini seçmesi bir bakıma şaşırtıcıdır. Ancak bunun zorlayıcı neden­leri de yok değildir. Çünkü dil olarak Arapça kullanılması halinde, Türkiye'de hemen hiç okuyucu bulamamak gibi bir endişe vardır; üstelik tefsiri hazırlayan ekip de Arapça bilmemektedir. Dil olarak Türkçe’nin Arap harfleriyle kullanılmasına (yani kitabın Osmanlıca hazırlanmasına) ise hem yasalar imkan vermemekte, hem de son derece az sayıdaki okuyucuya ancak hitap edebilmektedir. Bu noktalar düşünülürse, Türkiye’deki karmaşa ortamında karşılaşılan çok yönlü engellerin bu kapalı cammaati bir kat daha sıkıntıya soktuğu anlaşılmaktadır. Onun için sözü edilen kitap, hem hurafeci anlayışın etkisi, hem de mevcut şartların baskısı altında çelişkilerle dolu içeriği kadar teknik bakımdan da kusurlu olarak ortaya çıkmıştır.



Kitabın ikinci cildinin, 45. sayfasında Bakara Sûresi'nin 152. âyet-i kerîmesi yorumlanırken açılan zikir bahsi ilgisiyle nihâyet 64. sayfadan iti­ba­ren râbıta hakkında birtakım ilginç anlatımlara yer verilmiştir.[36]



 Konu 93. sayfaya kadar uzatılarak Kur'ân'a ve İslâm'a yabancı olan bu kavram, olağanüstü bir değerlendirme ile ön plana çıkarılmış, bununla bir­likte akademik te'lif kurallarına hemen hiç uyulmamış, kitapta adı geçen kaynakların hiç biri hakkında, yer, cilt ve sayfa gibi referanslar gösterilme­miş­tir.[36]



 



34. Mezhepler ve Tarîkatlar Ansiklopedisi



Prof. Dr. Ethem Ruhi Fığlalı başkanlığında bir ekip tarafından hazırlana­rak 1987 yılında yayınlanan bu ansiklopedide büyük ihtimalle yukarıdaki kay­naklara dayanılarak râbıta hakkında şu bilgiler kaydedilmektedir:



«Râbıta: »



«Özellikle Nakşibendîlik tarîkatının geliştirdiği bir anlayışa göre müş­kül­leri halleden Allah'ın sırrıdır. Hayatın neşe ve lezzeti onunla tadılır. Râbıta vücut gemisinin dümeni gibidir; Râbıtasız hayat yolculuğu sürekli bir çalkan­tıdan ibarettir. Kusur ve eksiklikler râbıta ile düzeltilir.



«Mürîd, şeyhine râbıta yapmakla Gerçekte Allah'a ulaşmak istemektedir. Çünkü O'na Allah'ı tanıtan ve sevdiren odur. Seyrüsülûkünü tamamlayan kişi mürşidine olan saygısı devam etmekle beraber artık ona râbıta yapmaz.»



«Şeyhi severek hatırlamaya râbıta-i muhabbet, kendisini şeyh şeklinde ha­yal etmeye ise râbıta-i telebbüs adı verilir.»[36]



 



35. Ariflerin Gül Bahçesi



Bu da melâmîlere ait, son zamanlarda yayınlanmış bir kitaptır.



İzmir'de 1993 yılında bastırılmıştır. Hasan Özlem adında birine ait mis­tik konulu sohbetleri içermektedir. Tamamı, 388 sayfadır. Nahit Sertdemir  adında bir şahıs tarafından derlenmiştir.



«Yaşadığımız Ortam ve Gerçek Melâmet» başlığı altındaki bölümde râ­bıta hakkında şu ifadelere yer verilmektedir:



«Mürşidler, insanları kendilerine bağlamazlar, kendilerine bey'at ettir­mezler. Râbıta Allah'adır, mürşide değil.»[36]



Bu ifade, Ömer Ziyaüddin Dâğıstânî'nin, (Fetvâlar adlı kitabının 160'ıncı sayfasında)  bir soruyu cevaplandırırken sarf ettiği sözleri tamamen ya­lanla­maktadır. Adları geçen İki Sünnî (!) tarîkat arasındaki bu çelişki, âdetâ her ikisinin de İslâm'a uzaklığını kanıtlayan ve her iki tarîkata da ait olan ikinci bir çelişkidir.



36. Tam İlmihâl (Seâdeti Ebediyye)



Bu kitabın yazarı, halen hayatta olan Kimyager Albay, Hüseyn Hilmi Işık’tır.



Kitabın incelemeye alınan nüshası, İstanbul-1999 tarihli, 79’uncu baskısındandır. Bu çarpıcı rakam, yayıncılık tarihinde rekor sayılır ve iki gerçekten birine işaret edebilir.



Birinicisi, -eğer bu rakam doğruyu yansıtıyorsa- Türkiye toplumunun nasıl mistikleştiğini ve bu ülkede mitolojinin, İslâm’la nasıl yer değiştirdiğini göstermektedir.



İkincisi ise, kitabın bu kadar çok baskı yaptığını gösterererk, dünyadaki İslâmî uyanışa karşı nakşibendî kümelerine moral vermektir; yani propaganda amaçlıdır. Çünkü tarikatçılıkta, mistik akımın gücünü ve etkisini sürdürmeye önem vermek kadar, (büyük kısmı kuru kalabalıktan ibaret olsa bile) mürîd sayısını çoğaltmaya çalışmak da geleneksel ve köklü stratejilerdendir! Tarikatçılıkta muhit genişletmek için hemen her türlü propaganda şekline baş vurulur. Tarikatçılık, bu konuda politikacılıktan daha ileridir.



Sözü edilen kitap, burada kolayca anlatılamayacak kadar ilginçtir. Bu kitabın altı yerinde râbıtadan epeyce söz edilmiştir. Konunun yer aldığı sayfa numaraları ise şöyledir: 457, 904, 921, 922, 1050, 1056.



Yukarıda adları geçen kitap ve kitapçıklardan başka, (Örneğin Zâhid el-Kewserî’ye ait İrğâm’ul-Merîd[36], Muhammed İhsan Oğuz’un Mektupları[36] ve Dr. Hasan Akay'ın hazırladığı İSLÂMİ TERİMLER SÖZLÜĞÜ gibi) çeşitli yazı, lügat ve ansiklopedilerde de râbıtadan az çok söz edilmiştir. Ancak bunlar da diğerleri gibi son yılların ürünleridir. Yani râbıtanın, bilindiği tarihten daha eski bir mesele olduğunu kanıtlayan belgeler değildirler.



C) Râbıtaya Karşı Yazılmış Makaleler,



     ya da Müteferrik  İfadeler



 Daha önce de işaret edildiği gibi râbıta, çok yakın geçmişte işlenen bir konu olduğu ve son dönemin Nakşibendîliği ile sınırlı kaldığı için İslâm âlimleri­nin dikkatini çekmemiştir.



Ayrıca İslâm Dünyası'nda asırlardır yaşanan perişanlık ve çöküş, özel­likle XIX. yüzyılda en derin kertesini bulduktan sonra râbıta ve benzeri sap­kın ina­nışlar daha fazla yayılma imkanını bulmuş, buna karşın Müslüman­lardaki araştırma ruhu da tam anlamıyla söndüğü içindir ki bu dönemde zindeliğini yi­tirmiş olan ilim çevreleri, bunun pek farkına varamamıştır. Keza, Müslümanlara öncülük eden önemli misyona sahip şahsiyetler, İslâm'ı bir bütün olarak hedef alan çok daha tehlikeli ve acil so­runların yanında ikinci planda kalan, sinsi ve hissedilmez râbıta gibi yabancı sızıntı­lara karşı uğ­raş verecek yeterli zamanı ve uygun ortamı bulamamışlardır.



Her şeye rağmen çok geniş anlamda olmasa bile, bazı kimseler râbıtayı sor­gulamışlardır. Birtakım kısa açıklamalarla ve tek tük makalelerle sınırlı kalsa bile râbıtayı ele almış, onu tartışmış bulunanların varlığını biliyoruz. Ne var ki bu kimseler, Nakşibendîlerin şiddetli saldırılarına uğradıkları için yazıp çizdiklerinin hemen tamamı imha edilmiş, bize ancak bunların çok azı intikal edebilmiştir.



Örneğin bunlardan biri, râbıta aleyhinde yazdığı bir risâleden dolayı (en az 1874'den önce) Edirne'de müftü olan Mehmed Fevzi adında bir adamın diline düşmüş ve yazdığı risâle büyük ihtimalle imha edilmiştir. Bu kitap­çıktan ge­riye kalan üç beş cümleyi ise ancak Mehmed Fevzi'nin O'na karşı yazdığı red­diye'nin içinde bulabiliyoruz.



Adı geçen müftü Mehmed Fevzi'ye ait Ayn'ul-Haqıyqa adlı risâlede ya­za­rın nakledilen bu birkaç cümlesi şöyledir:



«Ey birader! tarîkat ve hakikat ve marifet dahl olunmaz. Bu fakirin dahl eylediği: tarîkatın menşe-i Feyzi addolunan ve “Râbıta-i Şerîfe“ tesmiye kılı­nan “Hâlet-i pût-i şerîf“ demek ve şeytanî ve şer'in hilâfı ve şirk makûlesi bir keyfiyettir. »



«Ve şeytânî olduğunun alâmet-i akliyyesi, İblis Aleyh'il-La'ne'yi şeyhin yerine râbıta eylese, şeyhe râbıtada hasıl olan keyfiyet, laîn'e râbıtada hasıl ol­maktadır.»



«Eğer sen, râbıta hakkında: “Halid Efendi'nin vesairlerinin risâleleri ve ce­vâzı hakkında delilleri vardır.“  dersen, onların her birisi mütâlaa olunup “Ewhen'u min beyt'il-Ankebût“ olduğuna ittila' olunmuştur.»



«Ve bu râbıtanın vücûdunu bulmak için kütüb-i tefâsîr ve ehâdîs ve kü­tüb-i sofiyye mütâlaa ve teftiş olunmuştur. Bir perde şeriatta vücûdunu müfîd bir şey bulunmamıştır. Belki müteahhiriynden cehele-i sofiyyenin ihdâs eyle­diği tevhide münâfi, dinde bir fitne-i azıymedir.»[36]



 Bundan başka iki tane de kısa yazı vardır.



Biri, Mehmed Durmuş tarafından Türkçe kaleme alınmış ve Türkiye'de İktibas Dergisi'nin Haziran-1991 sayısında yayınlanmıştır.



Bu makalede râbıta, Kur'ân ölçüleri içinde eleştirilmektedir.



İkincisi ise Ercüment Özkan tarafından yine Türkçe yazılmış olan “Tasavvuf ve İslâm“ adlı kitabın kısa bir bölümünü oluşturmaktadır. 379 say­fadan ibaret olan bu kitap, Türkiye'de 1993 yılında yayınlanmıştır.



Mehmed Zâhid Kotku tarafından sadeleştirilen Risâle-i Hâlidiyye'nin, “Râbıta Edebi“ bölümü bu kitaba aktarılarak eleştirisi yapılmıştır. Bu tenkid, kitabın 79'uncu sayfasında yer almaktadır.



Müslümanların yaşadığı diğer ülkelerde Nakşibendîlik tanınmadığı için tabiatıyla râbıta, hemen hiç kimsenin dikkatini çekmemiş, dolayısıyla râbıta aleyhinde -Türkiye dışında- herhangi bir tepkiye rastlanmamıştır. Bu da râ­bıtanın, hatta ta­sav­vuf ve tarîkat kavramlarının, Türklerin bir bölümünden başka dünya Müslümanlarını hiç ilgilendirmediğini, binaenaleyh tarîkat adı altında var­lık gös­teren örgütlerin ve bunlara ait doktrinlerin, tören ve âyin­lerin, İslâm'a ya­bancı şeyler olduğunu açıkça kanıtlamaktadır.[36]



***



Rûhânîler ve Râbıta



Hiyerarşik zincir içindeki Nakşî rûhânîleri arasında kimler



        râbıtadan söz etmiştir.



Nakşibendîler, ta Hz. Peygamber (s)'den başlamak üzere sayıları otuzu ge­çen «azizler»'in -sözde- birbirlerine devretmesiyle bu tarîkatın günü­müze kadar geldi­ğine inanmakta ve bunları «sâdât» (yani pirlerimiz, efen­dileri­miz) diye anmakta­dırlar. Onların meydana getirdiği bu hiyerarşik zin­cire de «Silsile-i Sâdât» is­mini vermektedirler. Ayrıca Nakşîler arasında bu zincire, «silsile'tuz-zeheb» (yani altın gerdanlık) da denir.



Buna göre «Silsile-i Sâdât»: Nakşibendî Tarîkatı'nda en son şeyhi, sözde  -yuka­rıya doğru- Hz. Peygamber (s)'e kadar bağlayan rûhânîlerin sıra ile ad­la­rı­nın oluşturduğu isimler zinciridir.[36]



Nakşibendîler tarafından ileri sürüldüğüne göre bu zincirdeki isim­ler­den her biri, bir öncekinden mezun olmuş ve makamına geçerek, mürşid sıfatıyla onun yerini doldurmuştur. Buna bağlı olarak -yine onlara göre - her şeyh, kendi döneminde Hz. peygamber (s)'i temsil eden bir titre sa­hiptir. Biraz sonra biyografi­leri içinde görüleceği üzere kerâmet ve fazîlet diye onlara Nakşibendîler tara­fından mal edilen inanılmaz mitolojik hikâyeler ise son de­rece ilginçtir.



Menkabe[36] denen bu hikâyeler, mürîdleri son derece etkilemekte, on­ları coş­turup kendilerinden geçirmektedir. Bu nedenledir ki her Nakşi­bendî şeyhi, kendinden sonra yerine oturacak olan «seccâdenişîn»'i[36] mezun ettiği zaman ona, mahrem bir şekilde yaklaşık olarak şu öğütlerde bulun­maktadır:



«Bak molla efendi oğlum! Sen artık bu cemâatin mürşidi olacaksın. Ama unutma ki, mürîd topluluğunun çoğu, cahil olduğu için âyet ve hadis­ten (yani Allah'ın ve Elçisi'nin sözlerinden) bir şey anlamazlar. Bu sebeple de yanlış yorumlar yapabilir ve tarîkattan kopabilirler. Onun için mürîdlere âyet ve hadis açıklamaları ye­rine daima mürşidlerimizin menkabelerini, kerâmet ve fazî­letlerini anlatarak onları eğitmeye çalış. Bu sûretle ancak on­ların tarîkata karşı şevk ve coşkularını artırabilirsin...»



 Bu yollu öğütlerin, gerçekten iyi niyetlerle yapılıyor olabileceği ihtimali yok değildir. Sebebine gelince çöküntü içindeki Müslüman toplumların ta­banı büyük oranda eğitimsizdir. Gerçekleri, anlayamayacakları bir berraklık içinde açıklayıp, hidâyetten çok onları sonu dalâlet olan çeşitli kuşkular içine sürük­lemektense, (tarîkat şeyhlerinin hurâfelerinden değil) örnek İslâm âlimleri­nin, yüce Kur'ân'dan ilham alarak yaşadıkları üstün ahlâk ve fazîletlerden söz etmek suretiyle toplulukları eğitmeye çalışmanın faydaları elbette ki inkâr edi­lemez.



***



Nakşibendîlerin «Silsile-i Sâdâtı»



«Silsile-i Sâdât» terkibi içindeki «Sâdât» kelimesine gelince bu sözcük, Arap­ça'dır ve efendi anlamına gelen «Seyyid» sözcüğünün çoğuludur.



Nakşibendîler bu zinciri, (her nedense) Hz. Ebu