A) Sırf Râbıtayı Konu Alan Risâleler;

1. Risâle'tun Fi Tahqıyq'ır-Râbita



Aslında bu risâle, bir kitap olarak kaleme alınmamıştır. Daha doğrusu, Nakşibendîliğin son teorisyenlerinden olan ve mîlâdî 1778-1826 yılları ara­sında yaşayan Halid Zıyâuddîn Bağdâdî tarafından İstanbullu Muhammed Es'ad Efendi'ye gönderilmiş bir mektuptur.



Bu mektubun, İstanbul'da modernist Nakşibendîlere ait bir yayınevi ta­ra­fından 1978 yılında dört kitapçıkla birlikte basılan nüshasının dip no­tunda: Muhammed Es'ad Efendi'nin, İstanbul Naqıyb'ul-Eşrâf'ı; Ayasofya Kütüphânesi'nin kurucusu ve Maarif Nâzırı (yani dönemin Milli Eğitim Bakanı) olduğu kaydedilmektedir.[36]



Aynı mektubun son satırlarında da: (Bu modernist Nakşibendî toplu­luğa liderlik eden) bir asker emeklisi, ilgili mektubun, kendisi tarafından hicrî 1392'de (yani 1972 yılında) buraya kopya edildiği ifade edilmektedir.[36]



Yakın geçmişte, Halid Bağdâdî ile ilgili olarak yazılmış bazı kitapçıklarda da bu mektuptan söz edilmektedir.[36]



 Mektubun en ilginç yönlerinden biri; girişteki selâm kelâm bölümün­den sonra râbıtaya inanmayanlara karşı hemen saldırıya geçilmiş olmasıdır. Ardından râbıta, epeyce övüldükten ve üçüncü sayfada tanımlandıktan sonra: «râbıtayı, Allah'ın öfkesine uğrayan ve O'nun hoşnutluğundan yok­sun olan bedbaht kimselerin ancak inkâr etmeye yeltenebileceği» yolunda sert bir dil kullanıl­maktadır.



Bu mektupta göze çarpan çelişkilerin başında, (râbıta düşüncesinin he­nüz hiç oluşmadığı bir dönemin ünlü Mu'tezilî bilginlerinden) Zemakhşerî'nin, sözde râbıtayı doğrulayıcı açıklamalar yaptığına dair O'nun, el-Keşşaf adlı ese­rinden alıntılar yapılmış olmasıdır!



Son derece câhilâne yazılan ve Halid Bağdâdî'nin ağzından uydurulduğu tahmin edilen bu mektuptaki tutarsızlıklardan biri de, Zemakhşeri'den yapılan alıntının, (belli bir yerde ve belki de mak­satlı bir şekilde) kesilerek, Zemakhşeri'nin kendi sözleriymiş gibi O'na mal edilmesidir. Halbuki Zemakhşeri, bu sözlerin sonunda «Bu ve benzeri ifadeler an­cak haşviyecilere ve cebrîlere ait olabilir; Bunlar Allah'a ve elçi­lerine iftira­dır!» diyerek bu yorumu yalanlamıştır. Üstelik râbıtanın icat edildiği ta­rihten yüzyıllar önce yaşamış bulunan Zemakhşeri'nin, bu inanışı kanıtlayan bir şahit olarak gösterilmiş olması, mektubun ne oldu­ğunu ortaya koymakta­dır! 



Mektupta Ekmelüddîn, İmam Gazâlî, İbn. Hajer el-Heytemî, Ahmed b. Muhammed eş-Şerîf el-Hamewî, Avârif'ul-Maârif'in yazarı Suhrewerdî, Celâluddîn Suyûtıy, Muhammed eş-Şerif el-Cürcânî ve hele İbn. Qayyim gibi ünlü şah­si­yetlere ait -râbıtayla hiç bir alâkası olmayan- çeşitli sözler nakledilerek âdetâ bir çırpınış sergilenmesi, bütün bunlar yetmiyormuş gibi Tâcuddîn b. Zekeriyya b. Sultân adındaki bir şahsın bu ünlüler arasında gösterilerek Tâciyye adındaki küçük bir risâlesinden alıntılar yapılmak suretiyle râbıta denen şeyin kanıt­lanmaya çalı­şılması, mektubun hangi karakter ve bilgiye sahip kimseler ta­rafından hazır­lanmış olduğunu iyice gözler önüne sermektedir!



Mektubun en ilginç yönü ise, günümüz Nakşibendîliğinde râbıta olarak bilinen tarîkat kuralının çok net bir anlatımla ilk kez tanımının bu mek­tupta yapılmış olmasıdır. Nakşibendîlerin her türlü iddialarına rağmen, bu mektup­tan önce râbıta, (her ne kadar bir kavram olarak kullanılmış ise de) herhangi bir yazılı belgede bir tarîkat kuralı olarak, (daha doğrusu Hatm-i Huwâcegân âyininin on kuralından biri olarak) tanımlanmamıştır.



Keza râbıtanın, şimdilik bilinen on kuralından da bu mektupta söz edilmemiştir. Yani râbıta yapmak için şart koşulan on okuralın, kesinlikle Halid Bağdâdî’den sonra ön görüldüğü, tasarlandığı ve nihayet pratiğe dönüştürüldüğü açıkça anlaşılmaktadır.



Dolayısıyla bu mektubun, Halid Bağdâdî gibi öğrenim gördüğü söylenen ve İslâm'ı iyi anladığı tahmin edilen ; aynı zamanda pozitif bilimlerle de ilgilendiği anlaşı­lan biri tarafından kaleme alınmış olması, her şeyden önce şüphelidir ; Eğer gerçekten O'na ait ise, bu da çok şaşırtıcıdır. 



2. Er-Rahme'tul-Hâbita Fi Tahqıyq'ır-Râbita[36]



Bunun yazarı Hüseyn ed-Dewserî, kitabı hicrî 1237 tarihinde (yani M. 1820'de) kaleme aldığını, belli bir amaç için onu önce başka bir isim altında sunduğunu, «ameller niyetlere bağlı olduğundan» amacı yerine geldikten sonra kitaba bazı ilaveler daha ya­parak yeniden ortaya çıkardığını ifade et­mektedir.



Yazarın,  neden kimliğini vaktiyle gizlediği, pek açık şekilde anlaşılma­makla beraber, râbıtanın o günkü şartlarda propaganda edilmesinin, Müslümanlar tarafından tepki ile karşılanacağı ihtimalini hatırlatmaktadır. Çünkü gerçekte Budizm-Şaman-İslâm sentezinden ibaret olan Nakşibendî Tarîkatı, o tarihlere kadar Ortadoğu'da pek bilinmiyordu. Dolayısıyla râbıta hazmedilme­yebilirdi.



Nakşibendîliğin, XIX yüzyılda patlama yapmasından önce, Irak ve Anadolu'da (İran Mecusiliği ile Mezopotamya Sabiîliği'nin etkisi altında gelişmiş olan) Kâdirî ve Rufâî tarîkatları daha çok yaygındı. Halk bu iki tarîkatı özümsemişti. Çünkü gerek bu iki tarîkat, gerekse Bektaşîlik, Halvetîlik, Cerrâhîlik, Uşâkîlik, Sümbülîlik, Gülşenîlik ve daha birçok Türk tarîkatları­nın âyinleri, aslında birer çeşit müzik şöleni havasında icra edilirdi. Bu ba­kımdan eğlendirici de olurdu. Halk, tarîkatları daha çok bu yanıyla yaşı­yordu. Tarîkatlarda. özellikle iki şey, daha çok insanları meşgul ediyordu. Bunlardan biri, Sindibad hikâyelerine benzeyen evliya menkabeleriydi; Diğeri ise müzikti. Anadolu'da, Irak'da ve Suriye'nin kuzeyinde Müslümanımsı topluluklar, bu sayede stres de atıyordu.



Halbuki Bey'at ve râbıta gibi bağlayıcı kurallar; sıkça tekrar eden «Hatm-i Huwâcegân» toplantıları; gizlilik; hiyerarşi ve sıkı teşkilatlanma gibi çok esaslı disiplinleri bakımından Nakşibendî Tarîkatı, toplum için henüz yeni ve yabancı bir şeydi. Bu sebepledir ki dö­nemin ünlü Kadiri Şeyhi, Ma'ruf el-Berzenjî, Bağdad Valisi Said Paşa'ya gönderdiği (Arapça) bir yazıda  Halid Bağdâdî'yi şikâyet ederek, O'nu ağır bir dille suçlamakta ve hak­kında (orijinal metniyle) aynen şu ifadeyi kullanmaktadır:



«..we innehu zehebe ile'l-Hind'i, we teallem'e min'es-seharat'il-jûkiyye.»[36]



 Bu cümlenin Türkçe anlamı şudur:



«O, Hindistan'a gitmiş ve sihirbaz yogilerden ders almıştır.



Dikkat edilirse Şeyh Ma'ruf'un bu ifadesinde iki nokta çok önemlidir.



Birincisi: Halid Bağdâdî'nin, Irak'ın Süleymaniye Kenti'nden, (hiç de zor­layıcı olmayan bir nedenle o günkü şartlarda) ta Hindistan'a kadar gitmiş bulunduğunun söz konusu edilmesidir.



Hindistan ise, türlü dinlerin neşvü nüma bulduğu, bunların etkileşimi al­tında sürekli olarak yeni yeni inanç ve düşüncelerin peydah­landığı, engin ha­yal dünyalarından akıp gelen karmaşık duyguların itişiyle bin bir çeşit eg­zotik törenlerin hemen her gün her yerde sahnelendiği çok entere­san bir ül­kedir. Dolayısıyla Hindistan'a sıradan bir amaçla giden insanın bile gerek düşünsel, gerekse psikolojik etkilenmelerle döneceği ihtimali genel­likle vardır. Kaldı ki mistik bir ilham kaynağının arayışı gibi çok özel bir amaç ve derûnî hisler içinde bu ülkeye giden kimsenin her şeyden önce çok duygu­sal olduğu, bu ne­denle de bu tür etkilerin böyle bir insanda çok daha belir­gin şekilde ortaya çı­kacağı muhakkaktır. İşte Berzenjî, birinci derecede bu noktaya işaret etmek istemiştir.



İkincisi ise Bağdâdî'nin, sihirbaz yogilerden ders almış olduğuna ilişkin id­di­adır ki (çok özet bir anlatımla tek cümleye sığdırılmış olan ve aynı za­manda birbirini tamamlayan) bu iki şey, Nakşibendîliğe yabancı bir toplu­mun, bu tarîkata ilişkin kurallara ve âyinlere karşı tahrik edilmesinde önemli bir mal­zeme oluşturduğunu kanıtlamaktadır.



Bütün bunlar gösteriyor ki Halid Bağdâdî'nin halîfesi Hüseyn ed-Dewserî, bu kitabı yazarken önceleri dikkatli ve tedbirli davranmak zo­runda oldu­ğuna inanmıştır.