Ferdiyet Ve Toplumculuk

Beşer hayatında en çok önem ifade eden çizgilerden ikisi de budur.



Gerek doğru gerekse eğri şekliyle de olsa bu iki çizgi üzerine kurur hayat nizamı. Gerek sağlam gerekse bozukistemler hep bu temil üzerine oturur. Normal veya anormal bütün hayat ilişkileri ferdlerin ve toplumların hareketleri ve gidişatları hep bu iki çizgiye dayanır.



Felsefi, sosyolojik ve psikolojik tartışmaların çoğu yada bu noktadan çıkmış, ya da bu nokta etrafında dönüp dolaşmıtır. Siyasi, fikri ve iktisadi ekoller buradan neşet etmiştir...Hatta bu çizgilerin tesiriyle cemiyette harp ve çatışmalar çıkmış, sarsıntılar baş göstermiş ve krizler birbirini takib etmiştir.



Her ik çizgi de insanda fıtraten bulunur.



Normal bir yapıya sahip her insanda herkesten ayrı bir ferdiyyet şuuru bulunur. Bu kendiliğinden vardır ve kendi bünyesi içerisinde yer eder bu şuur. Bunun karşılığında bir de cemiyetin içine girme ve cemiyete karışarak toplum hayatı sürme eğilimi vardır.



Ve işte hayat bu iki eğilim arasında gelişir, oluşur...



Binaenaleyh insan ve mücerred bir ferd olarak yaşayabilir, ne de toplumun içinde  eriyip gitmiş bir parça olarak.



Şüphesiz her zaman kendi ferdiyetini hesseder va varlık yapısıyla kavrar bunu. Kendisini kaplayan bir benin (ego, ena) varlığını her zaman hisseder. Özel arzuları, istekleri, heyecan ve ihtiyaçlarıyla bu kendisini kaplayan beni idrak eder. Evet apaçak olarak idrak eder, gizli kapalı hiç bir noktası bulunmadan vazıh ve belirgin olarak anlar bunu.



İnsan acıkınca haddi zatında acıkan bu bendir. Üzülünce de üzelen o. Sevinecek bir şey olduğu zaman bu ben sevenir. Bir iş yaptığı zaman da o işi yapan düşüncesi ve asabıyla birlikte o işe girişen bu bendir. Her halükarda iki duygu akımıyla karşı karşıya gelir. Bu duygu akımı insandan çıkar ve o bene doğru gider. Nitekim sinirlerde de iki nörolojik akımla karşılaşırız, birisi sinirlerden çıkar, birisi de sinirlere doğru gelir. Ve bu akımın neticesinde insan o anda varlık yapısını kaplayan düşünce, iş ve şuuru ihsas eder ve algılar...



İşte ferdin sınırları belli ferdi yapısı bundan ibarettir.



Fakat insan tamamiyle bundan ibaret bir varlık değil. Bu sadece insanın iki yönünden birisidir.



Diğer yanı ise, bu benliğinin ve ferdiyetinin derinlikerinden çıkar, alameti belli, işaretleri açık bu eneden hareket ederek diğelerine doğru gider, akar.



Cinsiyet faktörüyle insan diğer cinse doğru koşar.



Soyunun devamı için...



Arkadaşlık için...



Dostluk temin etmek için başkalarına koşar...



Hatta kendisiyle çekişen düşmanlarını alt etmek ve yenmek için düşmanlarına doğru koşar.



İşte bütün bunların neticesinde sosyal münasebetler teşekkül eder. Ve bütün bu hareketler benin başkalarıyla çeşitli şekillerde münasebet ve ilişki kurmasının belirtileridir...



Başkalarıyla münasebet kurma arzusu gerçekten çok derin ve insan benliğinin temelinde mevcuttur... Ve insanın ferdi yapısından, tek varlığından neşet eder.



Netice itibariyle cemiyete düzen ve nizam veren ferdler arası münasebetleri tanzim eden bu duygudur.



Binaenaleyh ferdle toplumu birbirine karıştıran ve birbirine meczeden ruhun derinliklerinde ve hayatın merkezinde yer eden bu arzudur.



İnsan hiç bir saniyesi yoktur ki, tam manasıyla ferdiyeti hakim olsun ve yalnız kendi beniyle kaim olabilsin o anda.



Ve yine bir saniye geçmez ki, üzerinden varlığı ve yapısıtam olarak temayüz etmemiş bölükten bir parça olarak çıkmasın karşımıza. İmkansız bir şeydir bu...Tahakkuku mümkün olmaz asla...



İnsanın ferdiçiliğinin en ağır bastığı demlerde bile insan kendi içinde başkalarına karşı bir takım “duygular” taşır.



Toplumcu tarafının en ağır bastığı zamanlarda kendi benliğinden ve ferdiyetinden bir parça taşır. En azından kendi ferdi yapısıyla bizzat bu taplomculuk arzusunu taşıdığını ve toplumun isteklerine cevap verdiğini kabul eder.



Bütün mesele şundan ibaret: gerek bu duygu gerekse o arzu her an ortaya çıkar -veya ortaya çıkması sağlanır- ve diğerinin ardından gelerek yeniden kendisini gösterir. Bu ameliye sürekli devam edip gider. Birisi çıkar öbürü kaybolur, biri kaybolur öbürü çıkar.



İnsan bu fıtratıyla -yani ambivilence, zıt çiftdeğerli tabiatıyla- hayatını devam ettirir. Ve böylece tabii, normal, faydalı ve sağlam bir hayat ürdürür...



Ferdi duygularından... Beşeri ihsaslarından... Kendi varlık yapısıyla belirmek istemesinden... Kendisi için iyilikleri dilemisinden...



“Çünkü o, iyiyi sevme hususunda şiddetle arzuludur”. (Adiyat: 100/8)



Menfatına düşkün olmasından... İsteklerini tahakkuk ettirip kendi varlığını isbat etme sayinden... Evet bütün bunlardan alır itici gücünü. Enerjisini, üretim gücünü ve ileriye doğru atılım kudretini...



Sosyal arzularından da.. Başkalarıyla birlikte bulunmak ve bazan başkaları için kendisini feda etmek eğiliminden... Başkaları karşısında sübjektif olmasından...Diğerlerine karşı zaafından, onların yardımına muhtaç olmasından ne arkadışlık temin etmesinden, dostluk kurmasından da... Evet bütün bunlardan güç alarak yalnız yaşamaktan kurtulma ve tek başına yapamıyacağı şeyleri yapma gücünü aları. Ve bütünüyle hayatı ilerletme imkanını temin eder.



Binaenaleyh, her iki arzu birlikte beşer hayatında önemli rol oynar. Ve insanın varlğı için zaruri olan bir faktör olarak yerini alır.



“Çok bocalamıştır bu iki duygu ve çizgi arasında felsefi ekollerle idari sistemler... Bir kısmı bencillik dairesini o kadar genişletmiş ki aşağılık ve çirkin ve hodgamlığa varmış. Cemiyetin bağlarını koparacak kuvvet kaynaklarına kurutacak hal almış. Bir kısmı da toplumculuğu aşırı götürmüş ve ferdin benliğini tamamen yok edip silmiş ve ferdi basit görüp o derece küçümsemiş ki, bir varlık yetkisi dahi tanımamış onun için. Ve bölüğün bir parçası, bir  ferdi olmaktan öte hiç hak vermemiş ona.



Biz bugün yeryüzünde iki menfur sistem görüyoruz yürürlükte olan. Her iki sistem de bu yönlerden birisini doğru yönelmiş gidiyor hızla.



Batı dünyasında hakim olan kapıtalizm ferdiyetçiliği esas olan bir sistem. Ferdiyetin hududunu sonuna kadar genişletiyor, ve kişiye kendi ferdiyeti uğrunda sonsuz bir tasarruf yetkisi tanıyor. Ve bu yetki o noktaya kadar varıyor ki, hem ferdin kendisini hem de diğerlerinin rencide ediyor. Haddini aşan hiç bir faaliyetine dur demiyor. Ferdiyetin de makul bir hududu olması gerektiğini düşünmüyor. Kişi kendii steğiyle arzu ve isteklerini bağını sonuna kadar bırakbiliyor. Gerekirse bu hususta gelenekleri ve ahlaki bağları çiğneyebiliyor... Kendisinin yönetiminde vehareketlerinin kontrolünde kimseye yetki tanımıyor. Kendi zenginliğini başkalarının sömürülmesi için bir alet olarak kullanabiliyor. Kendisinin kazanç sağlaması için diğerlerinin alın terinin sömürülmesini, kanlarını bir vampir gibi emilmesini normal kabul ediyor. Ve bu ekilen kanların, sömürülen emeklerin başı boş bir şehvet için kullanılmasına, lükse, şatafata ve adi eğlencelere harcanmasına göz yumuyor... Böylece aşırı bir bencillik uğruna siyasi, idari ve kazai mekanizmanın bozulmasına ve insanların hayat anlayışının infisah etmesine ses çıkarılmıyor... Bütün bunların yanı sıra da ferdin şahsi hürriyetine toz kondurulmuyor ve kimse kimseye baskı yapamıyor...



Doğu dünyasını bir kasırga gibi saran komünizm ise toplumculuk esasına dayanır. Ve toplumculuğun hududunu genişleterek -daha doğrusu devletçiliğin, ferdin bütün faaliyetlerini korkunç bir baskı altında eziyor. Sadece basit ve adi isteklerine dokunmuyor. Baskı altına alınan ve sindirilen enerjilerin nefes alabilmesi için yalnız ve yalnız bu adi ve basit isteklerini normal kabul ediyor ve göz yumuyor. Halkın fiilen siyasi ve idari mekanizmaya ortak olması önleniyor. Kurulu düzenin adamları ve iş başında bulunanlar kendilerinin menfaatlarını daha iyi bileceklerini var sayarak halk baskı altında tutuluyor ve her yönden ezilmeye çalışılıyor. Ve onların oturup kalkacakları yerleri, yapacakları işleri yönetimi elinde bulunduranlar tayin ediyorlar. Neyi düşünüp neyi düşünemiyeceklerini ve hangi duyguları taşıyıp hangisini izhar edemiyeceklerini yöneticiler belirtiyorlar. Her şeyi direktiflerle yapıyorlar. Ferdin kendi irade ve isteği hiç kaale alınmıyor. Gerekirse prolokatörler (gizli ajanslar) salınıyor aralarına, kurşun ve ateş salınıyor üzerilerine sindirmek için onları. Devlete verilecek her öğüt, yapılacak her tenkid veya bu yollu her türlü konuşma ve faaliyet hiyanet olarak nitelendiriliyor ve bunun peşinden hemen temizlik hareketleri başlıyor... Çünkü bu tür ifade ve hareketler suçlu bir ferdiyetçiliği teşvik anlamına geliyor. Kutsal bir hüviyete bürünmüş olarak ortaya çıkan toplumculuğu zedeleyici mahiyette kabul ediliyor. Toplumun söz konusu olduğu yerde ferdin ne kutsallığı ne varlığı söz konusu olabiliyor.



Bir çok felsefi akımlar da bocalamıştır bu konuda... Hiç bir felsefi ekol kendi yakasını kurtararak basit, anlaşılır ve pratik müşahedeye dayalı gerçeklere ulaşamamıştır ferdiyet ve toplumculuk konusunda.



Felsefe ekollerinden bir kısmı insanın ferdi arzulardan müteşekkil ve bir varlık olduğunu kabul edecek olursak cemiyet ona dışarıdan tesir etmeye ve baskı yapmaya çılaşmaktadır dememiz gerekir tezini ileri sürmekte ve şöyle demektedir: Cemiyet ferde iradesi dışında baskı yapmakta varlığını ezmeğe çalışmakta, şahsiyetini ayaklar altına almak ve ona tahakküm etmektedir. Binaenaleyh çok çirkin ve iğrenç bir harekettir. Şu halde toplum anlayışını yıkmak ve ortadan kaldırmak gerekir. Ve bunu yapmak gayet normaldir.



Bir kısım da toplumsal duyguların esas olduğunu kabul etmekte ve şöyle demektedir:Çocuk doğduğunda hiç bir güce ve kuvvete sahip değildir... Eğer toplum içinde meydana gelmemiş olsa, bir varlık göstermesi ve yaşaması mümkün olmaz. Binaenaleyh onun gelişip ilerleyebilmesi, varlığını sürdürebilmesi için devamlı toplum hayatı yaşaması zorunduludur. Öyleyse bencil düşünce çok çirkindir ve karşı konulması gerekir... Bu duygunun insan bünyesinden silinmesi ve yok edilmesi için çalışmak gerekir.



Pekiyi, niçin bunlar?...



Şunun için ki; ne bu felsefi akımlar ne de o idari sistemler beşerin tabiatında mevcud olan zıt çift değerliliği (ambivilence) görmüyorlar ve anlamıyorlar... Her ne kadar bu zıt çiftdeğerlilik tabiatı dış görünüşü itibariyle birbiriyle çelişir gibi görünürse de temele inildiğinde hepsinin birbiriyle ilişkili olduğu farkedilir. Bu karşılıklı tabiat tenakuzları ve bağlantılarıyla birlikte insan psikolojisinde mühim bir rol oynar. Nitekim sevgi ve nefret, korku ve ümid, pozitiflik ve negatiflik, duyusallık ve maneviyatçılık, realiteye inanmakla realitenin ötesindeki gerçeklere inanmak gibi bu eş değerlilik çizgileri insanlığın hayatında mühim rol oynar... Ve en sonunda karşımıza muhtelif yönleri bulunmakla beraber birleşik bir varlık yapısına sahib yaratık çıkarır...



Bu çizgilerin hepsi de insan fıtratının temelinde vardır. Hepsi de gerçektir ve köklü noktalara istinad eder.Tenakuz ruhun derinliklernide ortaya çıkabileceği gibi sarsıntılarda hayatın içinde belirebilir. Her bir çizginin belirtilen nisbeti aşması halinde her çizgi kendi hareket noktasını yitirir ve diğerinin hududunu geçer, böylece çeşitli sarsıntılar baş gösterir. Bu bazen ruhun derinliklerinde olur, bazan da hayatın içinde... Ama her birisi kendi normal çizgisinde seyrini devam ettirecek olursa hiç birisi arasında çatışma çıkmaz ve sarsınta söz konusu olmaz. Ne cemiyet ferdi ezer, ne de ferd cemiyeti... Ve toplumda çekişme ve çatışma bulunmaz.



İşte böyle insanın fıtratı: Cemiyet içerisinde bir ferd... Temelinde var ferdiyyet... Toplu yaşamaya eğilmi de var. Ve insan devamlı olarak bu birbirinin zıttı iki duygu arasında değişip duruyor. Tıpkı rahat etmek için uzandığı yatakta bir o yana bu yana dönerek uyuduğu gibi... Nisbet ve ölçüsü değişik omakla beraber her iki yöne de abanmış olabilir aynı anda...”18



(18) İslam eğitiminin metodu.



İnsan ruhunda ilk olarak beliren duygunun ferdiyet ihsası olması elbetteki en makul olanıdır...



Çocukta ilk duyarlık başladığı zaman varlık yapısı belirli bir ferd olarak var olduğunu hisseder. Ne kadar kuvvetli olursa olsun ilk anda bu ihsas çok müphemdir. Çocuk doğarken bütün duyarlılık vasıtaları da tam olarak doğmaz...Ama acıktığı zaman açlığının farkına varır, duyar onu. Çünkü kendi benliği içinde açlığını hisseder. Memesini emdiği zaman da memenin verdiği hazzı tadar, sevinir. Havanın soğuk veya sıcak olmasıyla bedeninde hasıl olacak tesiri ,acıyı duyar. Rahat olmayan bir yere konduğu zaman bunu farkettiğinden ağlar. İstediği yerine getirilinceye kadar da kesmez seseni... Böylece yavaş yavaş ferdi varlığı açığa çıkar, kendi ferdiyyetinin hududu belirir ve kesinleşir...



Buna rağmen o ilk andan itibaren ferdi varlığını bağımsız olarak kullanmaktan acizdir.Dıştan gelecek kuvvete muhtaçtır son derece. Bu güç ya meme ya da kucak yoluyla kendisini gösterir. Annelik mefhumunun ifade ettiği bütün mana da bunda ibaret değil midir zaten?...



Şu halde çocuk kendi varlığının zaruri gereği olarak annenin şahsında beliren kendi dışında bir güce muhtaçtır.



Bu ihtiyacı duyması da kendi varlığını duyması gibi belirsizdir henüz. Bazan memenin kendi varlığının bir parçası olduğunu sanar. Başka bir şahsa ait olduğunu bilmez. Bilmediği ve idrak etmediği sebeplerden dolayı ağzına memenin ilişip kesildiğini sanar. Buna rağmen memenin kendi varlığının bir parçası bir unsuru olduğunu kabul eder. Belki de annesinin kucağının da kendi varlığının bir tamamlayıcı unsuru olduğunu ve kendi varlığından ayrı olmadığını sanmaktadır. Ve annenin şahsında ortaya çıkan cemiyeti kendi varlığının bir parçası kendinden ayrı olmayan bir unsur olarak kabul etmektedir...



Bir müddet sonra idraki de gelişir, belirgin hal alır. Kendi tek varlığını duymaya başlar yavaş yavaş. Annenin kendisinden ayrı bir varlık olduğu, kendisinin dışından zaman zaman kendisine yaklaşıp uzaklaştığı, zaman zaman da gidip geldiği hissinde belirmeye başlar. Fakat annenin şahsının cemiyete benzerliği ve temsil edilişi bir müddet daha sürüp gider...



Daha sonra başkalarını görme ve alışma istekleri başlar. Ayakları kendisini taşıyacak güce gelince kendi varlığını onlarla bilrikte hissetmek için onlara doğru sürüklenmeye başlar. Ve işte o zaman çocuğun ferdi yapısı sosyolojik yapısı ile karma olarak ortaya çıkar, birini diğerinden ayırd etmek güçtür.



Oyun... Çocukluk çağının enerjisi... Çocuğun ruhundaki ferdiyet ile cemiyetçiliğin karışımını gösteren açık bir tezahürdür. O, başkalıryla oynarken kedi varlığını göstermek ve kendisini diğerleriyle bütünleştirmek ister... Hatta tek başına oynarken bile bir takım insan topluluklarını hayal eder, onlarla konuşur ve onların da kendisiyle konuştuklarını tahayyül eder. Duygu ve fikirlerini paylaştıklarını kabul eder... Bir an bile olsa ayrılmaz o cemiyetten, devamlı bir toplum düşüncesi içindedir.



Kendisinin tek başına şahsiyetini hissedişi son derece arttığı zaman bile... Kendi varlığını isbat etmek için anne ve babasıyla ve diğerleriyle münasebetlerinde inad ettği esnada dahi... Zaman zaman durum şiddetli bir bencillik şeklini aldığı vakit te... Bazan: “ben şöyle istiyorum, böyle arzu ediyorum” dediği veya: “böyle olması gerekir; çünkü ben böyle istiyorum” dediği anda bile... Evet hayatın bu devrelerinde de çocuğun bu iki duygusu arasında bir ayrılış söz konusu değildir. Aslında çocuğun bu duyguları tümüyle insanlığın duygularıdır. Sadece bu iki duygudan birisi tebarüz etmektedir o anda, diğeri geri planda kalmaktadır. Bu dereceye varan ferdçi duygusu hiç bir zaman için toplumcu duygusunu yok etmez, ortadan kaldırmaz. Sadece çatışma şekline göre ona bir renk verir. Aslında o bu çatışma anında da topulumu istemektedir... Ama istediği toplum kendi duygularına boyun eğen ve çocukluğunu kabul eden toplumdur...Ama hiç toplumdan ayrı kalmayı istemez.Arkadaşlarından ayrılarak tek başına oynamayı veya gezinmeyi istemez. Hatta kendisiyle çekişmeyen ve düşmanlık etmeyen kimselerden kurtulmak istemez.



Her ne kadar kontrolu ve denetimi gerektirirse de çocuğun hayatında bu merhalenin bulunması tabiidir. Ancak haddini aşmaması ve çocuğunu onun üzeride saplanıp kalmaması ve toplumun içine anormal olarak çıkmaması için devamlı kontrol gerekir... Bu iki yönden birisine kaydığı vakit anormal olarak yetişir...



Şu halde bu iki yönlülüğün de çocuğun hayatında önemli fonksiyonları vardır...



Daha önce de gördüğümüz gibi nasıl ki çocuğun hayatında duygusallıkla maneviyat temayülü zaman zaman gelip giderse... Belirli bir devrede gelecek hayat için iyi hazırlanması  ve her yönden tekerrür etmesine muhtaç ise...



Yine geleceği hazır olmak üzere korku ve ümit, sevgi ve nefret duygusu nasıl ki zaman zaman gelip gidiyorsa...



Gerçekle hayalin... Objektiflik ile sübjektifliğin her birisi çcuğa geleceği hazırlamak üzere belirli bir devrede ortaya çıktığını nasıl görmüş idiysek.



İşte aynen onlar gibi ferdiyet ve toplumculuk ta zamanı gelince belirir çocuğun yapısında... Zaman zaman olur toplumcu yanı ağır basar, zaman olur ferdçi yanı... Ve böylece olgunlaşma devresinde bütün duygu ve yönelişleri gelişmiş olur. Ve her yönüyle hazır duruma gelir...



Büluğ çağında çocuk açıkça toplumcudur. Halbuki ondan önceki devrede ferdçi yanı ağır basmaktaydı... Biraz önce de belirttiğimiz gibi hiç bir zaman iki unsurdan ibrisi tezahür edince diğeri bütünüyle ortadan kalkmaz. Sadece belirli bir zaman için öbür yanı gizlenir ve ortadan kaybolur. Ama bütünüyle yok olmaz...



Gençlik ve olgunluk devreside tekrar tabii durumuna geçer. Ve her yönüyle hazırlanmış olduktan sonra hayatının geriye kalan kısmı bu tabii seyrini devam ettirir. Bu normal ve tabii zamanlarda da her iki duygu birlikte çalışır bünyesinde. Fakat artık belirli bir düzene girmiştir. Birisi ortaya çıkınca öbürü belirmez, diğeri belirince o ortaya çıkmaz. Ve hayat boyu sürer gider böyle...



Hayatın her anında insan her iki durumu da kendi iç yapısında bilfiil hisseder. Tebarüz eden yanı hangisi olursa olsun hepsinide birlikte kendi bünyesinde duyar. Ama hiç bir zaman bir parça bir cüz olarak değil devamlı bir bütün olarak. İnsan yapısından bir cüz olarak görmek hiç bir zaman için mümkün değildir.



Büyür insan..Evlenir ev bark sahibi olur. Toplumun, sosyal, siyasi ve fikri ve ruhi atımlarında çeşitli şekillerdeortaklık eder.Katılır onlara... Ve o bütün bu ortaklık ve atımlarda çift yönlü bir insandır. Bir yanı toplumcudur diğer yanı fertçi. Ama ikisi içiçedir ve birbiriyle sarmaş dolaştır... Hayat devam ettiği müddetçe birini diğerinden ayırmak imkansızdır...



Bundan dolayı tuhaftı zaten Freud’ün ve diğer psikanalistlerin ferdi sürekli olarak toplumun kurbanı olarak görmeleri... Onlara göre toplum şuuru dışardan empoze edilen kendi varlığının haricinden sokuşturulan bir şeydir ve ferdin varlığını baskı altında tutmaktadır. Zaman olur duygularını sindirir, baskı altına alır, zaman olur gerçek gelişmesini engelleyici bir amil olarak çıkar karşımıza.



Çok tuhaf... biraz önce açıkladık toplum şuurunun ferdin kendi varlığından doğduğunu ortaya çıktığını. Hem de kendi varlık yapısının en derin noktalarından... diğerleriyle birlik olma arzusundan ve isteğinden zuhur ettiğini...



Burada ferde aşırı derecede baskı yapan anormal toplumdan söz etmeyeceğiz. Çünkü Feud’de anormal toplumlardan söz etmiyor, devamlı normal toplumlardan bağsediyor ve her toplumun böyle olduğunu savunuyor... Genel olarak bütün toplumu içine alan hükümler koyuyor. Biz burada sadece fedlerin karşılıklı buluşmasıyla doğan normal ve tabbi toplumlardan, ferdin makulderecede hak ve hürriyetlere sahib olduğunu toplumlardan söz edeceğiz. Tabii ferdin hürriyetinin sınırının cemiyeti mahvedecek duruma gelmediği toplumlardan. Zira toplumun mahvı da ikinci derecede ferdin mahvı demektir. Evet biz diyoru ki, böyle bir toplum şuuru insana dışardan empoze edilmiş değildir. ve insan bu şuru yok etmek için çalışmaz, tabii gelişmesine engel olmaz... Hatta, ferdin tabii tekamülünü temin eder. Madem ki, ferdin ruhunun içinde doğmaktadır, ferdin gelişmesini sağlar ki, bu da; ferdin kendi varlığının sağlam ve tabii tekamülünü bulduğu tabii sürecin kendisidir.



Ne kadar tuhaftır yine sasyoloğların -Durkheim ve benzerleri- toplumu bizzat kendiliğinden mevcud bir kuvvet olarak görmeleri, Ferdin iç dünyasından doğmadığını kendiiradeleriyle müstakil olan ferdlere tesir ettiğini ve dışardan empoze edildiğini kabul etmeleri. Şu halde nerede buluyor ve kuvvet?.. Hangi ucsuz bucaksız boşluktadır bu güç?...Hangi gökten gelip tesir etmektedir ferdlerin hayatına?...



Bunlar da onlar da meseleye yanlış zaviyeden bakıyorlar. Çünkü insanı tek taraflı olarak ele alıyorla. Bir yanını gözönünde bulundururken diğer yanın ihmal ediyorlar. ve hayata iki yandan sadece bir tarafı gösteren sakat ve bozuk bir gözlem aısından bakıyorlar...



Şayet insanı kendi tabiatı gibi görebilseydiler...Hem ferdçi yönünü hem de toplumcu yönünü gözetleyebilseydiler aynı anada.. Ve bu çiftedeğerliliğin her zaman yaygın olan bir tabiat olduğunu anlasıydılar... Ve insan ruhundaki karşılıklı çizgilerin kapsamı geniş olarak ortaya çıkan bir durum olduğunu farketselerdi... İşte o zaman kavrarlardı ancak ferdciliğin de toplumculuk gibi insan yapısında kökten var olduğunu ...



Başlangıcından beri açıklamaya çalıtığımız bu karşılıklı çizgilerin hahpsi birden insan hayatında son derece önemli fonksiyonlar icra ederler. Ve karşılıklı olarak insan psikolojisinin iki yönüne de hitap ederler. Ruhun derinliklerinden birleşerek içiçe girerler. Tıpkı sinirlerin vücuda yayılarak her tarafa uzandıkları ve birbiriyle birleşerek görev yaptıkları gibi. Bu çizgilerin fonksiyonu da aynen sinirler gibidir.



Sinirlerin bedene dağılması ve vücudun muhtelif yerlerine kadar uzanması ve birbiriyle birleşerek önemli bir örgü meydana getirmelerinin en belirgin görevi “duyguları” beyine iletmek ve beyinden alınan emirleri vücudun diğer bölgelerine götürmektir. Bu ameliye sonunda insan vücudda cereyan eden her şeyi alır ve  kavrar. Ve idraki mümkün olan her şiy idrak eder...



“Psikolojik sinirler” (Psiko nöroloji); eğer bu ifadeyi kullanmak yerine olursa ki bunlar korku ve ümid, sevgi ve nefret, duygusalık ve maneviyat’dan meydana gelmektedir... insan ruhunun her bölümüne kadar uzanırlar. Sonra ruhun birleşim noktasında yanı yerde toplanırlar. Bu birleşim noktalarından gelen işaretler vücudun diğer noktalarına dağılır. diğer noktalardan gelen emirlerde bu noktasına gelen her şeyi duyar. Ve idrak yoluyla anlaması, algılaması gereken her şeyi algılar. İşte psikolojik sinir diyebileceğimiz karşılıklı çizgilerin en önemli vazifesi bundan ibarettir.



Ve buradan da anlaşılıyor ki, bu karşılıklı çizgiler - değişik olmalarına müteaddid şekilleri bulunmasına ve birbiriyle birleşerek vücudun her noktasına dağılmasına rağmen- insan ruhuna büyük bir enginlik temin ederler. Ve Allah’ın insanoğluna bağşettiği yeryüzünün imarı ve hilafeti vazifesinde ortaya çıkan ilahi takdirin bir tezahürüdür. “Hanni Rabbin meleklere” ben yüryüzünde bir halife yaratacağım.” demişti.



Bu çizgilerden her birisini izah ederken birbirleriyle olan münasebetlerini ve birinin diğerine karışarak komple bir hüviyet arzettiklerini belirtmiştik. İşte bu birine karışmış olmanın neticesinde her çiginin başlıbaşına meydana getirdiği birliğin dışında ayrı bir sentez meydana gelir.



Korku ve ümid iki karşılıklı çizgidir. Kendi başlarına ayrı bir şuur şekli verirler.



Sonra korku ve ümid duygusallık ve maneviyat ile birleşerek bir sentez meydana getirir. Bu sentezde beden ve duyularla ilgili duygusal birkorku teşekkül eder. Ayrıca düşünce şuur ve tefekür ile alakalı manevi bir korku ortaya çıkar. Diğer traftan duygusal bir ümit, arzu teşekkül eder ki, bedenin arzu ve hazlarıyla alakalıdır. Ortaya çıkan manevi ümit ise tamamen şuurla, fikiler ve ruhla ilgili bir mutluluk konusundadır.



Korku ve ümid bir de sevgi ve nefret çizgisiyle senteze girer... ortaya çıkın netice nefret edilen veya sevilen bir korkudur... Nefret edilen korkudan insan hem korkar hem de nefret eder. Mesela ölümden hem korkulur hem de nefret edilir. Bir başka misal da acıdır. İnsancıdan hem korkar hem de acı çekmek istemiyerek nefret eder... Bir de sevilen korku vardır. Mesela tehlikeli bir oyun. İnsan ondan hem korkar hemde macera isteyerak sever. Ve üzerine üzerine gider. Bazan bu maceraperestlik o noktaya varır ki, sonuç ölümle neticelense bile insan onun üzerine doğru gitmekten zevk alır. Diğer taraftan bir ümit (arzu) nevi vardır sevimlidir, bir nevi de vardır sevimsizdir. Sevimli bir ümide insan can atar. Mesela bir kazancı veya nimete ermek için sonderece istek duyar. Ve buradaki ümit sevimlidir de insan için. Mesela insan bir ahbabını veya dostunu görmek ister ve burada istek sevgiyle yakından ilgilidir... Bir ümit (istek) şekli de vardır ki sevimsizdir, menfurdur. Bazı anlar olur ki insan kendisini emniyet altına almak ister, bir takım badirelerden kurtulmak arzu eder ve bunun için de bir  takım değerlerinden ferağat etmeyi göze alır, mesela insani duygu şeref ve haysiyetini kaybetme pahasına badirelerden kurtulup emniyet altına girmeyi ister. Bu duruma kişi içine düştüğü badireden kurtulmak ister ve kurtuluş sevimlidir onun için ama bu kurtululun bir takım fedakarlıklar mukabilinde olmasını istemez, böyle küçük düşürücü bir karşılık ve kurtulmayı sevmez. Ve her iki düşünce birlikte yer eder şuurunda. Böylece ortaya menfur bir ümid (istek) çizgisi çıkar.



Sevgi ve nefret bazan da realite ve hayal çizgisiyle bir sentez yapar. Ortaya çıkan korku; şekli realitede var olan bir korkudur. Ve bizzat gerçekler dünyasında mevcud sebeblere dayanır korkunun esası. Bir hayali korku vardır ki, mevhum ve hayali sebeplere istinad eder. Bir de reel bir ümid (istek) vardır. Tamamen gerçekte olan bir şeyle alakalıdır. Öbür yandan tamamen hayali bir istek vardır ki, hiç bir gerçek sebebe dayanmaz ve bütünüyle vehimler dünyasıyla alakalıdır...



Korku ve ümid çizgisi bir de duyular yoluyla anlaşılan duyular alemiyle ve duyular yoluyla anlaşılması mümkün olmayan duyular ötesi alemle ilgili olabilir ve böyle bir karışım teşekkkül etmiş olabilir. Bunun sonucunda ortay çıkan korku şekli bir yandan bütünüyle duyular alemiyle ilgili olabilir, diğer yandan da gayb alemiyle (bilinmezlikler dünyası) alakalı olabilir. Bir korku vardır Allahü Tela ile ilgilidir. İnsan en önemli gayba dayalı bir hakikat olan Allah’tan torkar ve çekinir. Bir de duyular dünyasıyla ilgili ümid (istek) ile gayb dünyasıyla alakalı ümid vardır. Mesala Allah’tan istemek tamamen gayb alemiyle ilgili bir istektir.



Bazı kerre de korku ve ümid müsbet ve menfi çizgilerle karışık olarak ortaya çıkar. Bir menfi o manada korku çeşidi vardır ki, insanı yerinde dondurur da hiç kımıldatmaz... Bir de müsbet anlamlı bir korku vardır ve insanı korkunç şeyleri omuzlamaya sevkeder... Ümid de böyle... Müsbet manada bir ümid vardır ve tahakkuku için gayret sarfedilir... Bir de menfi manada bir ümid vardır ki, tahakkuku mümkün olmaz. Budalaca bir mütevekkillik ve gergin bir rahavet halindeki ümid gibi...



Korku ve ümid çizgisi bazı zamanlarda da fertcilik ve toplumculukla karışır ve bir sentez meydana getirir Bir korku çişidi vardır ki doğrudan doğruya ferdin tek başına kendisiyle ilgilidir. Bir de toplumsal korku vardır ki, ferdin içinde yaşadığı toplumun hayatiyeti ve geleceği ile ilgilidir. Ferdi ümidde insan sadece kendi şahsını göz önünde bulundurur. Toplumsal ümid de ise insan içinde yaşadığı toplumun geleceğini gözönünde bulundurur... Ve onun menfaatıyla ilgilidir.



İşte böyle her çizgi diğeriyle bir karışım, bir sentez yaparak yeni yeni durumlar ve çizgiler meydana getirirler...



Korku ve ümidden misal verdik sadece biz. Diğer çizgilerin her birisini de aynı şekilde bir senteze sokabilir ve bir karışım elde edebiliriz. Hem gayet kolay bir işlemdir bu. Her defasında bir çizgi alınır ele ve diğerleriyle teker teker sentez yapılır. Bir de üç çeşit çizgiyi biraraya getirerek karışım elde etme durumu vardır. Mesela korku ve ümid hattı ferdiyetçilik ve toplumculukla aynı anda hissiyat ve maneviyyat ile sentez e girdirilebilir. Bu durumda insan duyular aleminde kendisiyle ilgili birtakım şeylerden korktuğu gibi, tek başına olarak maneviyatla da ilgili hususta kendi şahsıyla ilgili olarak korkabilir. Sonra bir de hissi alanda toplumla ilgili hususlardan korkar ve döner manevi alanda da toplumun hayatiyeti ilgili konulardan korkuya kapılır.



Böylece ikili ve üçlü karışımlar yapabileceğimiz gibi bütün hatlar birbiriyle de karıştırabiliriz. Bütün çizgilerin aynı anda ve hep birden komple olarak çalıştığını düşünecek olursak ortaya insan psiklojisi ve ruhu çıkar...



Birbiri içine girmiş ve biraraya gelmiş bu psikolojik sinirlerle insan çeşitli zevkler duyarki onlarısıralamak imkanı yoktur.



Zaten Allah’ın insanoğluna bahşettiği nimetlerin belli başlılarından birisi de budur... Allah’ın insanoğlunun şereflendirdiği ve diğer yaratıklarından üstün kıldığı meziyyeti debundan ibarettir:



“And osun ki biz gerçekten insanoğlunu şereflendirdik... Ve onu karada ve denize taşıdık. Güzel şeylerden rızıklandırdık. Yaratıklarımızdan bir çoğunun üstünde ihsanlarda bulunduk ona.” (İsra:  17/70)



 Bu eşsiz ruhi enginliktir ki, insanoğluna hayatı boyu diğer yaratıklardan ayrılan bir özellik vermektedir. Bir değişiklik ve farklılık bahşetmektedir...



Değişik yönde ve çok değişik seviyyede hayat imkanını sunmaktadır. Duygusal ve manevi, maddi ve ruhi, ferdi ve içtimai, iktisadi ve siyasi, fikri ve edebi, ilmi ve pratik yönlerinde değişik seviyeden müteaddid hayat imkanı bahşeden...



Bu özellikler der ki, medeniyetleri ortaya çıkarır. Maddi, fikri ve ruhi alanda medineyet kelimesininbütünmuhtevasını içine alır...



Bu değişik hayat imkanıdır ki, insanı eliyle madde alanında çalışmaya, fikriyle değerler dünyasında icrai faaiyette bulunmaya ve ruhuyla da akide alanında faaliyet yapmaya sevkeder.



Bu özellikle yer insan, içen ve zaruri ihtiyaçlarını defeder duyular aleminde. Ruhuyla da Allah’ın uçsuz bucaksız mülkündegezinir. Ve duygularıyla edebi hislerini tatmin eder, bir şiir veya bir resim ya da bir musiki nağmesiyle veya dilediği bir sanat sahasındaçalışır ve kalbini ona verir...



Bu özellikleriyle insan harbe girer, barış anlaşması yapar. Öldürür veya kan döker... Ya da ruhunu sevgiyle doldurur ve bir nur şuası haline gelir...



Odur insan buluş ve keşif imkanını sağlayan. Odur hergün yeni yeni gelişmeleri sağlattıran...



Yaratıcı tarafından lutfedilmiş bir ihsandır bu özellik. Allah yerleri ve gökleri yarattığı gün ifade buyurmuştur bunu.



Bu karşılıklı psikolojik çizgilerin bundan başka ifa ettiği  ikinci rol ise insanla hayat arasında meydana getirilen müteaddid “ililşkiler” dir.



Yüce yaratıcı insanoğlunun kainatın yaşayışında önemli bir rol oynamasını istemiştir. Ve bunun içinde bir çok noktalardan hayatla bağlantı  kurmasını  irade buyurmuştur. Niketim gelecek bölümde bu  irtibatların bir çoğunu açıklamaya  çalışacağız. Sadece şu  kadarını söylemekle yetinelim ki; bu  çeşitli çizgiler aslında  birleşme (kontakt) noktaları  mahiyetindedir. Bu bağlantı noktasıyla insan ruhu hayatla birleşmektedir. Korku ve ümid sevgi ve nefret duygu ve maneviyat realite ve hayal ferdiyet ve toplumculuk noktalarıyla bağlanmaktadır ruh hayata. Bu değişik  pencerelerden akmaktadır. Hayata doğru  ışık... Ve bu  pencerelerden doğmaktadır  aslında hayata  ruh ışığı... Bunlar sayesinde   insanla hayat arasındaki münasebetler ve  insanla kainat arasındaki ilişkiler gelişmekte ve  derinleşmektedir... Ve bu derin, köklü  bağlantı yeryüzündeki hilafetin bir vasıtası ve aleti durumuna geçmektedir. Çünkü  Hak Teala ilmi ilahisinde insanla hayat  arasındaki bağın  çok kuvvetli ve çok sağlam olmasını istemiştir. En sağlam iplerle birbirine sıkıca  rabtedilmiş olmasını irade buyurmuştur. Çünkü insan  ancak böylece  önüne gelen  engelleri yenebilir ve  her zaman hayatı temsil etmek  durumunda olan  sonsuz yorulma ve  ter dökme savaşını kazanabilir.”



“ Ey  insan, gerçekten sen  Rabbine doğru çabalar da  çabalarsın. Nihayet te O’na  kavuşursun”



“Doğrusu biz insanı bir meşakkat içinde  yer ettik.”



İnsan ruhu ne kadar hayatla ve kainatla bağlantı kurabilirse o nisbette de değeri  artar, hayattaki önemi  fazlaşır ve icra  ettiği rol kıymet kazanır. Ve bu  bağların  koparıldığı  nisbette de hayattaki rolü zayıflar ve önemsizleşir.



Bu çizgilerin insan ruhunun muhtelif  yönlerinde  karşılaşmasında  düşünülebilecek en önemlil faktör insan ruhunda bir denge unsuru olmasındadır. Bu karşılıklı çizgilerden hepsi  de insan  ruhunu her iki yönden  bağlayan birer bağlantıdır. Bu çizgilerin değişmesine mütenasib olarak bağlantılar da değişir. Ve aynı şekilde insan ruhunu değişik  noktalardan birbiriyle bağlar.



Biz bu  çizgilerden sadece  sekiz dokuz tanesini zikrettik. Ama konu iyice araştırılacak olursa öyle sanıyoruz ki, bu sayı daha da  fazlalaşır. Muhtelif  noktalardan şuraya buraya  bağlanmış sekiz çift kazık var. İnce bir geometrik şekil çizilmiş  bununla planlı olarak. Bu kazıkların  tam bir denge ile düzgün tutan ve  hiç bir yana eğilmeyen bir yapının nasıl olacağını da düşünebiliriz o zaman.



İşte Allah’ın  şu yaratıkla  irade bulduğu  şey budur... Dos doğru yolda yürümesini sağlayan dengeli bir varlık olmasını istemiştir. Haddi zatında denge kainatının temel yapısını teşkil eden en önemli bir unsurdur.



Yeryüzü ve gökler... Yıldızlar ve kök cisimleri... Madde ve ışık... Allah’ın mahlukatı arasında  yer alan her türlü nesnede... İnce bir  düzen ve mazbut bir denge  hakimdir... Kainatı bu düzen idare eder... Fezanın korkuç derinliğinde yüzen yıldızların yörüngelerinde  seyretmesini ve hiç bir şeye çarpmadan hareketini sürdürmesini bu  denge sağlar... Hiç bir  şey kendi yörüngesinden çıkmaz ve kıl payı şaşmaz.. Bir arpa boyu da  olsa dengesizlik görülmez şu  uçsuz bucaksız kainat okyanusunda...



Yeryüzünün her yerinde de bir düzen ve  nizam hakimdir. Yeryüzünü meydana getiren elementlerden tutan da karalara ve  denizlere  kadar, canlı varlıklarından atmosferine kadar her şeyde  bir denge ve düzen hakimdir...



“ Arzı da döşedik ve oraya yerli yerince dağlar koyduk, orada hikmetle ölçülmüş her şeyden bitkiler bitirdik.” (Hicr: 15/19)



Bizzat insanın fıtratında da vardır bu düzen. Ve insanın yıpsında, psikolojik bünyesinde bu dengeyi adı geçen karşılıklı psikolojik çizgiler temin eder. Bunların her biri sağlam ve yerli yerinde olduğu takdirde, normal ölçüler dahilinde bulunduğu zaman bu çizgiler bir denge sağlar insan vücuduna. Eşit nisbetler dahilindeki yönden sarar bu çiçgiler. En sonunda hepsi birlikte insan bünyesini normal bir noktada tutar ve dengeyi sağlarlar...



İşte girift, komple ve içiçe olan insan ruhunun terkibindeki bazı sırlar.



Hiç kimse veya hiç birimiz insan psikolojisinin bütünsırlarını ihata ettiğini ve bütün derinliklerine kadar indiğini sanmasın veya sanmayalım...Sadece Allah’ın buyruğuna uyuyoruz biz... Ne diyor bakınız Allah insanlara:



“Ve kendi nefislerimize...Bir bakmaz mısınız?” (zariyat: 51/21)



Bizim yaptığımız sadece bu sırra ermek, gözlerin ve kafaların iktidarı dahilinde olmayan bu sırrı görmeye çalışmaktır...



Şimdi biz bu karşılıklı çizgileri belirtip fonksiyonlarını açıklamayı bir kenara bırakalım... Ve eğitim sistemlerinin bu güçleri ve takatları, “geliştirmek” için takib ettikleri metodları incelemeye bakalım.



Elbette her şeyden önce bu çizgilerin bir gelişmeye ve yetiştirmeye tabi tutulması gerekir.



Bütün bunların eğitilip yetiştirmeye muhtaç olduğu da bir başka fıtri hakikat.



Ayrıca bunların eğitilip yetiştirmeye muhtaç olduğu da bir başka fıtri hakikat.



Hangi kunuda olursa olsun insanın yapısı arzu ve istek bakımından başlı başına tek bir yapı değildir...



Tabiatındaki zıt çift değerliliğin bir başka şekli olarak ta hem doğru düzgün yürümeye müsaiddir hem de sapıtıp dengesini yitirmeye...



Binaenaleyh, her zaman için bir düzene sokulmaya eğitip geliştirmeye muhtaçtır. Aksi tekdirde yani eğitilip geliştirilmediği zaman diğer istidada doğru yönelir... Ve sapıtır... Dengeyi kaybeder...



“Anormalikler ve sapıklıklar” başlığını taşıyan bölümdebir takım anormallikler üzerinde söz edeceğiz. Ama önce normal yapıya sahib olan insan psikolojisi üzerindeki etüdümüzü tamamlamamız gerekir.



Şu da var ki biz burada -yani insan psikolojisindeki karşılıklı çizgilerle ilgili dahilinde- onları anlatırken ilk çocukluk çağından beri gelişmeleri üzerinde durduk. Olgunluk çağına kadar olan gelişmeleri ele aldık ve gördük ki, her zaman merhale mehale ilerliyor, gelişiyor. Her merhalede de bu karşılıklı yönlerden birisi ağır basıyor. En sonunda ise her iki çizgi birden gelişiyor ve olgunlaşıyor.



Olgunlaşmak için zaman oluyor sevgi çizgisi beliriyor, zaman nefret duygusu ortaya çıkıyor...



Gün oluyor korku çizgisi tebarüz ediyor, gün oluyor ümit ve istek çizgisi...



An geliyor duygusal yönü açığa çıkıyor, bazan da hayal çizgisi...



Bazan ferdiyetçiliği gösteriyor kendini, bazanta toplumculuğu... Ve sonuna kadar sürüpgidiyor...



Neticede hepsi birlikte gelişorler ve olgunlak durumuna göre bazan birisi, bazan da öbürü açığa çıkar. Ve olgunluğun seviyesine göre birisi açığa çıkarken diğeri her ne kadar gizlenirse de yok olup gitmez.



Uzun gelişme merhalesi bundan ibaret. Eğer düzeltilip eğitilmez ise herzaman sapıtıp anormal durum almaya müsait olur.



Mesela bir çocuğun negatif yönleri gelişebilir de müsbetlik yani gelşimez ve bunun sonucunda zayıf şahsiyetli olarak yetşir bünyesi tam olarak gelişmez, ham kalır...



Aynı çocuğun duygusal yönü de gelişebilir manevi yönü olgunlaşmaz. Halbuki dengeyi ikisinin birlikte yürütülmesi sağlar. Ve böylece duyguların zevkleri içinde gelişir. Hiç bir zaman için inançlar, değerler ve fikirler alemine yükselemez. Aşağı yukarı hayvanlara yakın bir hayat yaşar...



Realist yönünden gelişip te hayal yönünün gelişmemesi de mümkündür. Tabii bunun zıddı da olabilir. İki taraftan birisi aşırı gider ve diğer yandan gelişemez. Realist olur da ufukları daralır ve şahsıyla yaşadığı toplumun daracık hududları dışını bir türlü düşünemez... Bittabi aksi de olabilir. Tamamen hayalperest olur ve kendisini hayat içindeki yerini tayin edemez. Ve sürekli hayatın problemleri karşısında bocalar durur.



Çocuğun ferdiyetçi yanı ağır basabilir ve aşırı giderek zulme ve tahakküme kadar uzanır. İnsanlık duyguları yok olur, sevgi ve kardeşlik hisleri tamamen silinir. Ya da toplumcu yanı ağır basar ve başkalarının bünyesi içinde eriyip gider de hiç bir varlık ibraz edemez...



Bu bir...



Ayrıca çocuk bu duygularını ve enerjilerini yanlış olarak ta besleyebilir... Çift değerli psikolojisinin bir kısmınıgeliştirir, bir kısmını da olduğu gibi bırakar.



Bazan da fertiyetçi ve toplumcu yanı birlikte gelişir... Biri diğerini aşamaz.  Sadece duyguların geçerli olduğu sahada gelişirde gayb unsurunun geçerli olduğu alanlarda gelişme  kaydetmez... bu sefer de bir başka anormallik baş  gösterir... Burada ortaya çıkan anormallik ferdiyetçi tarafın veya toplumculuğun arasında mevcud olan dengenin bir başka sebeb yüzünden bozulmuş olmasından ileri gelir. Evet duyuların geçerli  olduğu sahanın üstün gelip gayba imanın yok olmasındandır buradaki anormallik... Bunun en yakın örneği batı demokrasilerinde görülür. Batı demokrasileri içinde endengeli olanında bile bu anormallik göze çarpar. Her ne kadar bu demokrasilerde topluma da ayrı bir yer veriliyorsa da gerek ferd olarak gerek toplum olarak batı camiası insanlık seviyesinde değil, hayvanlık seviyesinde bir hayat sürmektedir. Basit duygusal zevklerin ve arzuların mahkumudur. Yaklaşık menfaaat çatışmaları yaygındır. Yüce değerler nedir bilmezler. Allah mefhumunun gerçek anlamını anlamazlar bile...



Bu ise bize bu çizgilerdeki anormalliğin derecesini verecek niteliktedir...



Eğitim ve pedegoji prensiplerinin takip ektiği metodda ise insanın varacağı en son nokta sadece gelişme merhalesine gelip dayanmakta ve orada kalmaktadır...



Gerek doğuda gerekse batıda insanlığın karşılaştığı problemlerin ve anormalliklerin çocuğunun esas nedeni....Eğitim metodunun bozukluğudur...



Bütün insanlar zorunlu olarak bir eğitim metodu uygulamaktadırlar... Eğitimin zarureti konusunda herkes aynı kanaattadır. Mağara devri insanıyla en ileri seviyedeki medeni toplumların insanı arasında fark yoktur. Çünkü eğitim insanlığın ilk zaruretlerinden birisidir...Ve insan eğitim kurallarıyla ayrılır hayvanlardan...



Aşırı soldan gerçek sağa kadar her türlü eğitim metodu arasında büyük farklar ve ayrılıklar vardır.



Yeryüzünü hakimiyeti altına almış bulunana batı medeniyeti değişik eğitim metodları uygulamaktadır. Bazı noktalarda doğrusu oldukça parlak sonuçlar almıştır. Ne varki bütünüyle incelediğimiz zaman korkuç anormalliklerle dolu olduğunu görürüz.



Bunun nedeni ise daha önce de belirttiğimiz gibi insan psikolojisindeki karşılıklı çizgilerden bir kısmına dikkat edip bir kısmını önemsememektir. Veya şuradan buradan derlenmiş olan gıdaların bozuk olmasındandır.



Şayet psikolojik çizgilerin hepsi aynı derecede önemsenmezse ve sıhhatlı, sağlam bir gıda ile beslenmezse hiç bir zaman için doğru ve dengeli bir psikolojiye sahib olmak mümkün değildir.



İşte islam bunu yapmaktadır... Ve doğrudan doğruya fıtratın dinidir...



“Allah’ın fıtratı. Onun üzerine yaratmıştır insanları Allah... Ve işte doğru din...” (Rum: 30/30)



“İslam eğitiminin metodu” adlı eserimizde bu konuda tafsilatlı olarak bilgi verdik. İslamın insan psikolojisindeki zıt çiftdeğerliliği (ambivilence) nasıl göz önünde bulundurduğunu uzun uzadıya açıkladık. Onları burada yeniden anlatmayacağım. Sadece bazı parağraflarını iktibas etmeyi faydalı bulunuyorum.



“İslamın özelliklerinden birisi de fıtratla birlikte yoluna devam ederken insan psikolojisinin hiç bir teline vurmadan geçmemesidir. Ayrıca her tele vururken dayanacağından fazla vurmaz. Ya da hiç bir ses çıkarmıyacak nağmeyi veremiyecek derece hafiften vurup geçmez. Ve böylece sarar insanın bütün makenizmasını. Bunun da ötesinde birdenge kurar insan psikolojinde. Muhtelif yönlerden diktiği bayandalara, bağlara berkiterek. Hiç bir yana eğilmez daha. Ve bütün tellere aynı miktarda basar ki bir yana sarsılmasın veya fazla bir ses çıkarmasın.



İslam korku ve ümid çizgisinin ikisine birden dayanır. Önce her türlü bozuk veya anormal korkularla sapık ümitleri, istekleri siler atar. Sonra bu temiz mekanizmaya yönelerek sağlam bir ton verir ona. Ve dos doğru bir ses çıkarır telden. Korkulması gereken veya ümid edilmesi icabeden normal ve doğru ümit veya korku kalır ortada.



Önce korku telini her türlü sahte ve anormal korkulardan temizler. Zaten insanlığın boyunu büken de bu tür korkulardır. Sahtedir bu korkular.Çünkü bir noktaya dayalı değildir. İleri geri gidemez. Ve realeteyi hiç mi hiç değiştiremez.



Ölümden korkmayı siler atar. Ne değeri vardır korkunun ölüm konusunda?.. Korku ölümü geri bırakır mı?..Ya da yazılan karedi değiştirir mi?...Asla... Şu halde korkulacak bir şey yoktur ölümde ve korkmanın hiç bir faydası söz konusu değildir. Boşuboşuna enerji kaybetmekten ve bünyeyi yıpratmaktan başka hiç bir mana taşımaz. Neticesi olmayan bir şeydir öyleyse ölüm karşısında korkmak...



Bunun içindir ki Kur’anı kerim muhtelif şekillerde ve muhtelif yerlerde hepbu gerçek üzerinde durur.



“Muhakkak biziz dirilten  de öldüren de. Dönüş yine bizedir.” (Yunus: 10/31)



Rızıktan korkmak ta böyle.



“De ki kimdir size gökten ve yerden rızık veren?” (Kaf: 50/43)



İnsanların yaptıkları işkence ve eziyetten korkmak ta Yeryüzünde her hangi birisinin vereceği zarardan çekinmek te böyle...



Halı hazırda bilinen sebeblere dayanarak bilinmeyen neticelerden çekinmek ve kokmak ta bundan farksız...



Ve işte böyle temas ediyor Kur’an beşerin aslı astarı olmayan sahte korkularına. Hepsini de teker teker böyle ber taraf ediyor. Siliyor insan psikolojisindeki izini. Ağırlığını kaldırıyor bir kerrede. Ve onu hayata güçlü kuvvetli olarak atıyor. Yerli yerince durup her şey uzanabilmek ve Allahın takdirine güvenerek hayat hadiselerini karşılamak için yok ediyor.



Sonra insan fıtratında mevcut olan korku telini tutar ve bu makenizmaya yaraşan asil ve gerçek korku noktasına basar. Köklü bir korku nağmesi çalar.



Yeryüzündeki kuvvet unsurlarından hiç birisi korkulmaya değmez. Çünkü onların bağlandığı bir nokta vardır. Kendiliğinden hareket etmez. Ve hiç bir şey kendiliğinden zara veya fayda verecek güçte değildir. Gerçek anlamda korkulması gereken güç kaynağı her şeyi elinde tutan güçtür. Gerçek anlamda verebilen güç kaynağıdır. Şu halde asıl bundankorkulmalıdır. En doğru yol bu güçten korkmak ve çekinmektir.



Yalnız ve yalnız Allahtan korkulmalı... Bir de Allahın korkulmasını buyurduklarından...



   o  



Bu yüzden islam sevgi ve nefret arzularına bir takım”bağ” lar kor. Ruhla yakından ilgisi bulunan bağlar. Akılla bilgili bağlar... Ve hepsini de en sonunda Allaha bağlar...



Bunu sağlamak için de sevgi telinin öyle bir nağmesine basar ki o nağmenin göz alıcı güzelliğinden ve parlaklığından sonuç olarak insan en doğru şekliyle kendisini sever.



Sonra Allah sevgisini dile getiren nağmeye basar. Bu nağmenin muhtelif tesirleri ve dokunuşları vardır.



Sonra Allahın yaratığı kainatı sevme nağmesine basar. Daha öncede belirttiğimiz gibi islam kainatla insan arasında sağlam bir dostluk bağı kurar...



Sonra da bütün insanlığı sevme nağmesine dokunur...



İslam bütün bunağmelerin hepsine basarken tabiatı itibarıyle insanı kendisiyle ilgili sevgisinde bir denge sağlar. Sağlam bir yere oturtur bu sevgiyi. Ve böylece insan zulmetmez ve azgınlık yapmaz. Kendisi için bencillik yaparak başkasının hakkını gasbetmez.



Nefreti ise tamamen yeryüzündeki şer kuvvetlerine karşı yöneltir...



   o  



İslam insan fıtratının iki yonöyle birlikte ele alır. Duygusal güçlerin gıdasını yerli yerince verdiği gibi manevi duyuların da gelişmesini sağlar ve çalışıp ibda gücüne sahib olmasını temin eder.



Ferde veya topluma zarar vermediği müddetçe temiz olan ve sağlam sınırlar içerisinde bulunan duygusal zevklere müsaade eder. Yemek, içmek, giyinmek yatmak, oturmak ve cinsel arzular tatmin bunlar arasındadır. Ve insanoğlunun bulduğu, ortaya çıkardığı her türlü hayatı kolaylaştırıcı enerjiyi geliştirici ve duyguları tatmin edici vasıtalar normal hududlar dahilinde bulunduğu ve helal sınırını aşmadığı müddetçe... memnu değlidir.



Manevi alana gelince... İnsanın asıl enerji kaynağı burasıdır... Bu duygusu ayırır insanı hayvandan... İslam bu sahayı bir bütün olarak ele alır e kucaklar, insanlık hayatının esasını ona bağlar... Çünkü insanın insanlığını ortaya çıkaran en önemli unsur budur...



İlk kucakladığı zaman inanç duygusunu sunar ona. Genişliği enginliği ve şümuliyyeti ile inancı. Allaha kulluğu ve Allahın dinine samimiyetle bağlanmayı buyuran inancı. Ve gerek kainatı, gerekse hayatı Allaha iman çerçevesi içinde mütalaa eden inancı... Allahın gökleri ve yerleri yaratırken bir esas olarak vatettiği hakkı... Bu hakkın yer yüzünde gerçekleşmesini gaye edinen inanmayı. Allahın gönderdiği Kur’anında belirttiği hakikat esası üzerine toplum hayatını yerleştirmeyi hedef alan hakkı... Allah yolunda, hak yolunda, ve islam yolunda ve cihad etmeyi bildiren akideyi... Allahın indirdiğine inanmayı ve Allahın indirdikleriyle hükmetmeyi kendisi için gaye bilen temiz, sağlam ve dengeli bir toplum kurmak için savaşmayı emreden inancı... İsyanın ruhlara serpiştirdiği ve insan makenizmasında bulunan manevi unsurları beslediği akide ve inanç sistemi budur...



   o  



İslam menfi ve müsbet güçlerin ikisine birde el atar ve her birisini sağlam olarak yerine oturtur. Ve bir anda insan psikolojisi sağlam bir yapıya ve güçlü bir mekanizmaya sahip olur... Tıpkı diğerin ve zembeleğin yerleştirilmesiyle anında çalışmaya başlayan bir saat gibi...



İslam alah karşısında bütünüyle süpjektif bir tavır (menfi yani her türlü benzetmekten uzak)takınır.



Kainat güçlerine karşı ise büsbütün objektif müsbet bir tavır(açıklanabilen, benzetebilen)takınır.



Böylece hem insanın ruh dünyası sağlam bir rotaya oturur hem de günlük hayatı...



Allaha karşı tamamen süpjektif...Yaratan Allahtır... İdare eden, yöneten yine O. Mülkün maliki ve her şeyin mutasarrıfı yanlız ve yanlız Allah... Öldüren ve dirilten dilediği ve takdir ettiği kuluna hadsız hududsuz rızıklar veren yine O. Kularının üzerinde tam hakimiyyet Onun yetkisi. Dilediğini yerine getiren de yine O’dur.  Onun dışında hiç bir kimse başkalarını bir yana bırakalım kendi kendisine bile zarar veya fayda verecek güçte değildir...



Bu teslimiyet sevginin ifadesidir, baskının değil...



Gerçekten de kulları üzerinde yegane Hakim O’dur. Her şeyin maliki Allahtır. Her türlü hakimiyet unsuru O’nun elindedir. Ama Allahü Teala kullarına baskı yapmaz aksine onların hepsini sever. Onların yaptıkları iyilikler karşısında memnun kalır. Kullarının da sevmesini ve kendisinin ihsanlarından memnun kalmasını ister.



“De ki eğer siz Allah’ı seviyorsanız bana uyun ki Allah da sizi sevsin.”... (A’li İmran: 3/31)



“Allah onlardan hoşnud oldular, onlar da Allah’ın ihsanından. İşte en büyük kurtuluş budur.”



Bu teslimiyyet bir güvenin ifadesidir.



“İşte bu benim Rabbim.  Ben O’na dayandım ve O’na güvendim.”...



İşte bu teslimiyetten alır kişi, eşya, şahıs ve hadiseler karşısındaki müsbet tavrını.



Hayretleri mucib bir haldir bu mü’min ruhlarda meydana gelen şey... O ruhları dolduran imanın ortaya çıkardığı hayretengiz bir gerçektir. Bu imandır ki mü’minleri yapıcı inşa edici ve ibda edici olarak ortaya çıkarır. Üstün, çalışkan, şerefli ve başarılı olarak hayat mücadelesine atar...



“Bütün izzet Allah’a, Resulüne ve mü’minlere aittir.”(Münafigun: 63/8)



İşte şahıslar karşısında üstünlük ve izzet...



“Üzülmeyin, gevşemeyin, inandığınız müddetçe siz en üstünsünüz. Şayet size bir yara isabet etmişse o kavme de benzer bir yara isabet etmiştir. Ve o günleri biz insanlar arasında böylece değiştirir dururuz.” (A’li İmran: 3/139)



Ve işte hadiseler karşısındaki izzet ve vakar tavrı:



“Göklerde ve yerde olan her şeyi sizin emrinize müsahhar kıldı.” (Casiye: 45/13)



İşte bu da eşya karşısıdaki üstünlük ve izet...



Ve işte imanın sağladığı büyük mucize. Tam manasıyla Allaha teslimiyet insan ruhuna o dehşetengiz gücü sağlıyor. Ve mümin o güçle karşı koyuyor her şeyeOnunla üstünlük sağlar her şahsa. Ve onunla ibda eder istediği şeyleri...



İslamda maddeye kul olmak, ekonominin kölesi durumuna düşmek, devletin mahkumu cemiyetin emir kulu, geleneğin bendesi ve alışkanlıkların kuklası olmak yoktur... Hiç bir şeyde determinist bir anlayış mevcut olamaz. Yeryüzünde Allah’ın kanunlarından başka hiç bir şeyin katiyeti mevcut değildir... “Ve sen Allah’ın kanunlarının  değiştiğini göremezsin”... Ve mü’min ruhların kainatın en büyük gücü enerji kaynağı olması da ilahi kanunun bir gereğidir. Kainatta ki en büyük kanuna ayak uyduran kainatın esrarını o kanunlar vasıtasıyla çözmeye çalışan, yeryüzünde mevcut olan enerjik kaynaklarını bu sayede elinin altına alan bir güç kaynağı olmasını irade buyurmuştur. Kainatta bulunan her şey Allah’ın izniyel insanoğlunun emrine verilmiştir...



İşte bundandı gönülleri tam manasıyla hakiki imanla dolan ilk müslümanların, yeryüzünde eşine rastlanmamış bir nizam kurmaları... Siyasi, içtimai, iktisadi, fikri ruhu alanda yeryüzünün zaruretlerin icabı olmakısın benzeri görülmemiş bir sistem ortaya çıkarmış olmaları... Şartların gereği ve zaruri bir neticesi olarak değil, iman enerjisinin verdiği irade ve iktidarla kurmuşlardı onlar bu nizamı...



İşte islamın insan psikolojisindeki çizgileri sağlam bir rotaya oturtmak için harcadığı çabanın bazı örnekleri. Öyle sanıyorum ki yolumuzu aydınlatması bakımıdan bunlar yeterlidir.



Netice itibariyle özetlememiz gerekirse o bütün şümuliyyeti ve gelişimiyle birlikte insan fıtratıyla aynı tempoda yürür. Tabiatının komple oması, mekanizmanın bir bütünlük arzetmesi ona tesir etmez.



Ve işte bu yüzden o denlü bir denge sağlar insan mekanizmasında. Aslında bu denge hayatın ve kainatın bir alameti farikası ve işareti mahiyetindedir...