Sevgi Ve Nefret

Sevgi ve nefret çizgisinin de derin tesirleri vardır insan psikolojisinde. Hatta bu derinlik ilk bakışta o kadar açıktır ki -Feud’ün de sandığı gibi -nisan onların psikolojik yapıyı teşkil eden birinci derecedeki çizgi olduğunu sanmaktadır. Ne var ki biz geçen bölümde çocuğun doğumundan itibarengelişme basamaklarında birlikte yaptığımız ilerlemede gördük ki korku ve ümid duygusu daha önce ortaya çıkmaktadır. Çünkü korku ve ümid duygusu çocuğun öz varlığı ile birlikte ortaya çıkmaktadır. Daha çocukla dış dünya arasında ilişki kuran sevgi ve nefret duygusunu tanımazdan önce bu duygu yer alır...



Binaenaleyh çocuğun kendi varlığıyla alakalı olan korku ve ümid duygusu psikolojisinde daha köklü ve daha geniş olarak yer alır. Buna rağmen sevgi ve nefret duygusu da geniş ve derin bir çizgi teşkil ediyor insan varlığında...



Sevgi ve nefret duygusu aşağı yukarı korku ve ümidduygusuna denk bir yer işgal ediyor ama gerek konu gerekse şekil bakımından aralarında çok önemli farklar bulnmaktadır.



İki dairenin tam olarak birbirine uyması elbet te mümkün olmaz. Sadece bir çok noktalarda birleşebilirler. Sonra her dairenin kendisine has yönleri olur ki bununla diğerlerinden büsbütün ayrılr. Korku ve ümid muayyen noktalarda ve nefret duygusuyla birleşebilir... Ama birbirinden ayrı olan bir çok noktaları vardır. Bazan insan bir şeyi veya bir kişiyi sever de bunun karşılığında bir şeyi istemiz ondan. Bunun aksi de var. Bir insan bir şeyi veya şahsı da sever ama ondan hiç mi hiç korkmaz... Nefret ettiği halde de korkmaz. Sadece aralarında bir “uyuşma” karşılıklı “anlayış” birleşme ve imtizac olduğu için sevebilir. Aynı zamanda insan birisini korktuğu içni de sevebilir. İnsanın tehlikelerden hoşlandığı istediği de variddir. Bir de insan sevdiği ve istediği halde bir şeyi veya şahsı sevmeye bilir. Sonra muayyen hallerde selamat ister ve karşılaştığı mahcubiyetten ötürüde ondan haşlanmaz. Bunun yanısıra bir de şu var: İki duygu ve yöneliş arasında esaslı tad farkı vardır. Gerek korku gerekse ümit “istek” insanın bizzat kendisiyle ilgili duygulardır. İnsanı çepeçevre sararlar. İçe doğru, merkeze doğru yönelirler. Sevgi ve nefret duygusuna gelince o da insanın bizzat kendisinden neşet eder, kaynağı insandır ama dışa doğru... diğerlerine doğru yönelir.



Bu ilk duyguları nitelemek te oldukça zor tabii... Gerek korku ve ümid, gerekse sevgi ve nefret... Şu kadar var ki bu duygular  insanpsikolojisinin bedihi olarak kabul ettiği ve tavsife muhtaç  olmayan hususlardır. Her insan bunları açlık ve susuzluğu, zevk ve elemi anladığı gibi anlar. Yeter ki onu kendi ivarlık yapısının realitesinde kavramaya araştırmaya çalışsın. Tabiattaki cazibe kanununa çok benzer bu. Cisimleri çeken veya iten cazibe kanunun sevgi ve nefret duygusunu açıklamak için en akla yakın olan bir misaldır.Tabiattaki cazibe kanunlarıyla sevgi ve nefret duygusu ve insan hayatındaki tezahürleri arasındaki duygusu ve insan hayatındaki tezahürleri arasında tuhaf benzerlikler vardır.



Miknatısın karşısına getirilen bir demir parçasına baktığımız zaman birden onun sarsılıp kımıldadığını görürüz. Kımıldayan demir parçası mıknatısa doğru çekilir ve ona yapışıncaya kadar hızla hareket eder... Sonra bir insan psikolojisinin sevdiği insana karşı nasıl titrediğini, nasılharekete geçtiğini ve sevdiğine doğru buluşuncaya kadar nasıl bir hızla yöneldiğini ve ondan hiç ayrılmak istemediğini görebiliriz.



Mıknatısın aynı kutublarını birbirini itmesine dikkat eden kimse... İki kutubtan birisinin diğerini nasıl ittiğini ve onun da ne şekilde kımıldayarak uzaklaştığını en sonunda birbirlerinden ayrıldıklarını açıkça görür...



Evet gerek bunu gerekse öbür ameliyeyi dikkatle izleyip müşahede edenler maddi alemle psikolojik alem arasındaki hayret verici benzerlikleri görür ve ilk anda sevgi ile hefret duygusunun - en azından duygusal şekilleriyle- insan psikolojine maddi kainattan miras kalmış olduğunu hayretle müşahade eder.



Mıknatısın içindeki çekiş mucizesini iyice araştıranlar (her ne kadar onun mahiyetini kavrayamazlarsa da, çünkü burası insan oğlu tarafından keşfedilmemiş mechullerarasında bulunmaktadır) çekme ve itmeye vesile olan elektromanyetik dalgaların nasıl hareket ettiğini görenler... Sonra da insan psikolojisinde sallantılara vesile olan dolayısıyla da sevmeye veya nefret etmeye sebeb olan “şudur dalgalarını” araştıranlar...



Evet bunu ve onu araştıranlar kainattaki ışınlar alemi ile ruhlardaki şuur aleminin birbirine hayret verici şekilde benzediğini görürler. Ve dehşete kapılarak kendi kendilerine şu suali sormaktan geri kalmazlar: “Yoksa psikoljik şekliyle sevgi ve nefret insan ruhunun şualar ve ışınlar aleminden miras olarak aldığı bir duygu mudur?”...



Manyetizma üzeinde etüd yapmış olanlar -ki manyetizma herkes trafından bilenen bir şeydir duygu ve düşüncelerin, hislerin bir ruhtan başka bir ruha nasıl manyetik dalgalar halinde intikal ettiğini manyetizma yapandan manyetize edilene doğru bu dalgacıkların nasıl aktığını araştıranlar... İnsanın varlık yapısındaki bu hissi duygularla manevi duyguların nasıl imtizac ettiğini hayretle müşahede ederler.



Nasıl ki korku ve ümid (istek) önce his sahasında doğar, sonra yavaş yavaş ilerleyerek manevi sahalara kadar çıkarsa... Sevgi ve nefret te aynı şekilde önce his sahasında kendisini gösterir sonra manevi alanlara kayar.



Nasıl ki korku ve ümid duygusu his sahasından manevi alanlara yükselmek için meme ve kucak köprüsündenge çerse, sevgi ve nefret te his sahasından manevi alanlara yükselmek için aynı köprüden geçer.



Çocuğun hissettiği ilk sevgi annesine karşıdır. Kendisini emziren ve kucağına alan annesine karşı. Görüleceği gibi sevgi bütünüyle ilk ortaya çıktığı an meme ve kucak ile alakalıdır.



Freud tabiatı haliyle bu sevginin cinsel içgüdü ile alakalı olduğun sanmıştır. Bunun için de hudutsuz bir aşırılığa ve bağnazlığa kapılarak yemek içmek biyolojik ve fizyolojik hareketlerde bulunmak gibi bütün fiilleri cinsel zevki tatmin esasına bağlamıştır. Onun çıkış yolu her hareketin cinsiyyet boyasıyla boyanmış olacağı esasına dayanır. Binaenaleyh Freud’e göre insan tarafından ortaya atılan herşey cinsiyyet pisliğine bulanmış olarak ortaya çıkar.



Bu aşırılığı ve yüzsüzlüğü bir kenara bırakarak, hiç bir delile dayanmayan bu hipotezin bağanazlık yönünün gözönünde bulundurmayarak Freud ile birlikte bir adım daha atalım ve geniş anlamıyla Freud doktrininin sakatlığını, çürüklüğünü açıklamaya çalışalım.



Şühphesiz sevgi kısa bir müddet sonra biyolojik zevk alma alnanını geçer ve doğrudan doğruya annenin şahsına yönelir. Bu yöneliş meme emdiği ve kucağa alındğı zamanların dışında tamamıyla annenin şahsına yönelmiştir. Daha önce de belirttiğimiz gibi o, hissi köprüyü aşarak manevi duygular alanına ulaşır... Çocuk annesini kesin olarak sever, çünkü ou emziren ve kucağına alan annedir... Fakat bu sevginin meme emme ve kucağa alınma anlarının dışındaki uzantısı hissi esaslara dayanan manevi duygular alemine girmektir. Şunu da belirtmek lazımdır ki buradaki manevi esasların dayanağı salt bir his değildir...



İşte bu merhalede... Yani sevginin doğrudan doğruya biyolojik olmadığı psikolojik ve ruhi bir mesele haline geldiği sıralarda... Dişi veya erkek çocuk nasıl oluyor da sevgilerini sadece annelerine doğru yöneltiyorlar? İnsan faaliyetlerini cinsel içgüdü esasına göre açıklamaya çalışna doktrinin sahibinin sandığı gibi mesele bir “cinsiyyet” meselesi ise bu sevginin anneye yönelişinin -erkek dişi- izahı ne ile kabilir?



Sonra bize birisi bu sevginin “cinsiyyete” dayalı olmayan bir “sevgi” olduğunu isbat edecek kolursa... Hem bir müddet sonra çocuk annesinin dışında başkalarına karşı da sempati duymaya başlar. Baba yakın akrabalar ve dostlar gibi. Onların da kucağına çıkmak için can atar. Ama bu devrede onlardan hiç birisi tabiatı hali ile annenin yerini tutmaz. Sadece bu atılım çocuğun ruhundaki sevgi dünyasınıngenişlemesinden başka bir şey değildir. Bu atılım onun kendi benliğinin dışında kalan dış dünyaya karşı duyduğu hislerin genişlemesinin belirtisidir. Bu noktada dişi veya erkek çocuk arasında hiç bir fark yoktur. Binaenaleyh bu farksızlık bile cinsiyetinin insanın bu merhaledeki ömrünün dışında kaldığını ve aksi bir iddianın hiç bir esasa dayamadığını gösterir.



Cinsel sevginin yeri ancak gelişme merhalesi içinde kendisine ayrılan noktada başlar. Ve o merhaleye geldiği takdirde canlı varlığın pskilolojik bünyesi bir ihtiyaç olarak duyar, kendi içinde ve böylece de cinsel arzusunu tatmin ederek yapması gereken vazifeyi yerine getirir.



Sevgi midir ortaya çıkan çocukluk çağında? Nefret duygusu ilk başta görülmez mi o çağlarda?



Freud “Tottem ad Tabuo” eserinde şöyle diyor: Birmüddet sonra çocuğun babasına karşı olan sevgisi üstün gelir. Daha babaya karşı şuur dünyasında nefret duygusu gelişmemişken sevgi ağır basar.” Freud”ün iddiasına göre çocuk annesini babasından kıskandığından dolayı babasından nefret eder.



Her ne şekilde olursa olsun -çocuğun dünyasında sevgi meme emmekten ve annenin kucağına yapışmaktan ibarettir- nefretten önce sevgi çizgisi açığa çıkar. Diğer çizgi ise -nefred- inan psikolojisinin derinliklerinde gizlidir. Çünkü açığa çıkacak bir ortam bulamamıştır. Ama varlığı su götürmez bir gerçektir. Mesela çocuk o yaşta bile memesini ağzından alan herkese karşı kızar ve nefret besler. Hatta bu kimse kendisinin sevdiği annesi bile olsa. Onun annesinin kucağından çekip alacak kimseye  karşı da nefretle dolar. Hatta bu kimse sevgi duygusunun geliştiği babası dahi olsa. (Babasının kucağına alıştığı miktarda sever onu tabii. Annesinin kucağında dinlendiği gibi babasınında kucağında dinlenir o sıralarda. Bazı kerre de kendiliğinden gitmek ister babasının kucağına.) Sonra o, bu şuur haletinin başlangıç  noktasında iken hiç bir açık sebebe dayanmadan bazı kimseleri sever bazı kimselerden de kaçar. Onlar kendisini sevseler de o sevmez, yaklaşmaz. Bütün bunlar da gösteriyor ki o çağda da çocuğun ruhunda nefret duygusu varır, ancak yenidir. Önce sevgi duygusu doğar, sonra da ona yakın veya onunla birlikte nefret duygusu teşekkül eder.



Ama Freud’ün bütün eserlerinde tekraladığı eş tabiatlılık “ambivilence”, yani insanlık dünyasında yer eden her şahsa ve her şeye karşı aynı anda hem sevgi hem de nefret duy             gusunun kendiliğinden ortaya çıkması efsanesine gelince...Realiteler dünyasında hiç birdelile dayanmaz. sadece şu aldatıcı belirti müstesna: İnsan çok kerre sevdiği bir şeyi ve birşahsı sevmez ve ondan nefret eer, bu nefretinde tabii sebebini bir türlü kavrayamaz.



Ne var ki bu açok yanıltıcı bir tezahürdür. Çünkü her zaman nefretin bir sebebi vardır. Bu sebebin şuur altında gizlenmiş olması onun başlangıcından itibaren şuur dünyasında mevcud olmadığı anlamında değilir. Veya Freud’ün iddia ettiği gibi sevgiden veya sevgi sebebiyle kendiliğinden ve aynı anda ortaya çıkmış değildir.



Çocuk sevdiği annesine karşı onu memeden kestiği zaman nefret hissi duyar. Memeden kesilmesinin iyi olacağını kabul ettiği zaman anne yavrusunu memeden keser. Ama o buna karşı kızar. Çünkü çocuk kendi açısından memenin şahsi malı olduğunu kabul eder. Kendisi memesini istediği gibi kullanabileceğini sanır. İstediği zaman meme emmekten ancak kendisinin vaz geçebileceğini, başkasının burada tasarruf etmemesini gerektiğini zanneder. Ayrıca kirlettiği elbiselerini çıkarıp yeni elbiseler giydireceği zamanda kızar annesine. Çünkü elbisesini giyerken yapacağı hareketler onu sıkar, hem ruhunu tırmalar, hemde bedenini. Annesi onu banyoya sokup yıkadığı zaman da ennesine kızar, çünkü üzerine su dökmekte, vücudunu sabunlamaktadır. Bunu yaparken çıkardığı çığlıklara hiç aldırış etmemekte ve onun feryadına kulak vermekektedir. Elini dokundurmak istediği şeylere dokunmasına engel olduğu veya dişleyerek ne olduğunu anlayabileceği cisimleri ısırmak istediği zaman ona engel olduğu veya darıldığı için annesine kızar. Daha burada sayılmayacak kadar çok sebebler çocukta annesine karşı nefret duyusu uyandırır. Bu nefretin belirtisi annesinin yüzünü gözünü tırmalaması, elinin uzanabildiği yerlerine vurmasıdır. Meme emerken veya başka zamanlarda bu nefret duygusunu bu neviden hareketlerle ortaya çıkarır. Ne varki bütün bu nefret amilleri hiç bir zaman için annesine karşı duyduğu derin ve şiddetli sevgi duygusunu gölgelemez ve bastırmaz. Binaenaleyh bunlar muvakkat olur. Gelip geçici duygular halinde ortaya çıkar. Sevgi nefretten önce de sonra da bütün ağırlığıyla duygularına hakim olur. Ama bu gelip geçici nefret duygusu ister şuur altına sindirilsin, ister sindirilmesin ve şuur dairesinde kalsın -ki bu da mümkündür- hep bir sebebe dayanmaktadır ve Freud’ün sandığı gibi hiç bir zaman için sebebsiz  değildir.



Çocuğun babasını sevdiği de su götürmez. Ama o bu emredici ve yasaklayıcı gücü temsil eden ve çocuğun başıboş kendi istediği gibi yaptığı hareketlerine sınır koyan, tahdid eden babasına da kızar ve ondan da nefret eder. Çünkü o, kendisinin şunu tutup bunu tutmamasına karışır ve engel olur. Veya birşeyi ısırmasına kızar. Memnun olmadığı bir hareket yaptığı zaman azarlar veya döver. Ya da kendisini kucağına almaz. Veya kendisini bırakıp işine gider de omuzlayıp gezdirmez... Daha burada sayılmayacak bir çok sebeblerden dolayı... Babasına karşı nefret duyar ve ona kızar. Bu kızgınlık aynı annede olduğu gibi onun yüzünü gözünü tırmalamasında veya ısırmasında kendini gösterir. Ama bu nefret babasına karşı duyduğu derin ve kuvvetli sevgiye karşı koyacak güçte değildir. Binaenaleyh annesine karşı kızmasında olduğu gibi geçicidir. Bir zaman kendisini gösterir sonra kaybolur. Ve yine sevgi duygusu bütün anlamıyla hakim olur. İster bu nefret şuur altına etılsın ister şuur dairesinde yeretsin sebebsiz değildir. Doğrudan doğruya sevgiden ortaya çıkan ve kendiliğinden meydana gelen bir vakıa değildir. Ayrıca annesine karşı duyacağı cinsel duygular da bunun sebebleri arasında yer almaz. Yalnız  insanı aldatan bir hal müstesna... Çocuk annesini kıskanır, çünkü onun sadece kendisinin olmasını ister. Tabiatıyla başka birisinin kendisiyle annesine ortak olmasına kızar. Bu hususta babasıyla annesi veya bir başka sevdiği arasında hiç bir fark yoktur. Yani hepsini de kıskanır başkasından. Hem onun en çok kızdığı ve kıskandığı kimse sadece babası değildir ki... Ondan daha fazla kendisinden sonra memesine ve kucağına sahib çıkan kardeşine kızar ve onu çekemez. Çünkü onun mülkünü elinden almış saltanatını yıkmış ve tahtından indirmiştir. işte çocuk en çok bu tecavüze dayanamaz. Başkasının kendisinin yerine geçmesine tahammül edemez.



Anneye karşı duyulan cinsel sevgi ve bu yüzden babayı kıskanarak sevmemesi safsatasına gelince, bu efsaneyi temelden yıkan yine çocuğun kendisidir. Çocuk bir kerre annesine tam olarak sahib olduunu kabul eder. Ve kendisinis ahibi bulunduğu bu mülkten alıkoyan herkese karşı nefret duyar. Hele kendisinden sonra doğacak kardeşine daha fazla kızar.



Freud’ün ömrünü uğrunda feda ettiği ve tahlili için bir ömür boyu çalıştığı çocuğun babasını sevmemesi konusu cidden çok derindir. Ve kökü şuur altına kadar iner, ta çocukluk devrelerine kadar varır. Biz bu durumu gerek normal gerekse anormal şartlar altında kabul ediyor ve asla inkar etmiyoruz. Ancak bizim kabul etmediğimiz nokta çocuğun annesine karşı duyduğu cinsel içgüdü ve duygudur. Çünkü hiç bir ilim delile dayanmamaktadır. “Oedip kompleksi” Annenin cinsel zevki tabii ile babaya karşı kıskanılması duygusunu asla kabul etmiyoruz.



Freud diyor ki çocuğun rüyasında gördüğü korkunç hayvan motifleri bunların onu üzerine doğru saldırması ve kendisini parçalaması gibi şekiller aslında babasına karşı beslediği nefretin şuur altındaki ifadesidir.



Freud, araştırmasını daha da ilerletiyor ve diyor ki; şuur altını rüyada kullandığı motiflerde hayvanların nefret edilen baba yerine geçmesi ise ilk insanların annelerini tercih ederek babalırını öldürmüş olmaları sebebine dayanır. (!) Sonra ilk insanlar yaptıklarından dolayı pişmanlık duymuşlar, babanın hatırasını kutsallaştırarak anneyi ona tapınmaya zorlamışlar ve böylece de öldürme hatalarını bağışlamışlardır. Sonra bunun yerine geçmiştir. Ve bu yüzden şuur altı-babaya karşı olan nefretini motifleştirmek istediği zaman -çocuğa saldıran bir hayvan şeklinde motifleştirmiştir.



Freud’ün içine sarılıp büründüğü bu uzun sargı işte... Biz bunun doğru olduğunu var sayarak sakat noktalarını araştırmaya çalışacağız. Aslında doğru değildir ama biz araştırmamızı böyle farzederek yürüteceğiz.



Neden öyleyse kız çocuğu da rüyüsında üzerine doğru saldıran vahşi hayvan motifleri görüyor? Halbuki Freud’ün görüşüne göre kız çocuğunun babasına sevgi duyması gerekir. Ve ona ortak olan annesine karşı nefret duyarak kıskanması icabeder. “Elektra kompleksi.” Halbuki anne kimseyi öldürmemiştir de beşeriyetin başlangıç tarihlerinde. Bir başkası işlediği hatayı bağışlatmak için annenin hatırasını kutsallaştırmamıştır da. Binaenaleyh anneye tapınma yerine onun hatırasını bir hayvan şekline çevirmemiştir. Ya buna ne buyurulur?



diğer bütün insanlar tevcih edilmiş olan nefret duygusuna gelince... Onun da bir çok sebebleri var... Bunun asıl sebebi egosunun varlığıdır.



Çocuk veya genellikle bütün insanlar kendi benini sevdiği içni başkalarından nefret ederler. Kendisi için iyilik ister her zaman:



“Muhakak ki o, hayır sevgisinde şiddetlidir.”... (Adiyat: 100/8)



“Nefislerde kıskançlık hazır kılındı.” (Nisa: 4/128)



Madem ki insan kendi beni etrafında yığınak yapmış durumadır, mademki kendi benini tam olarak hatta aşırı denecek derecede teşaür etmektedir başkalarını da sırf var olmalarından ötürü sevmemektedir. Çünkü onları varlığının kendi varlığını sıktığını, üzerine baskı yaptığını hisseder. İşte Kur’anı kerim’in ifadesi ile “ağıl” diye zikredilen kalbteki ağırlık budur. Ve Hak Teala mü’minlerin kalbinden kıyamet günü bu ağılığı kaldıracağını vaadetmektedir. (Yani bu ağırlık dünya hayatında kalblerine yer etmiştir.)



“Kalblerinde ki ağırlığı da kaldırdık. Karşılıklı sedirlerde kardeş olarak otururlar.”...(Hicr: 15/42)



Bu bölümün sonunda insan psikolojisindeki karşılıklı çizgilerin tümünü ve özellikle de korku ve ümid, sevgi ve nefret çcizgilerini içine alan bir eğitme ve geliştirme metodundan söz edeceğiz.



Daha ileri de açıklayacağımız gibi bu eğitim ve geliştirme metodu bütün insan hayatı için zururidir.



Fakat burada hemen belirtmek istediğimiz bir husus var: Hiç bir zaman için normal bir psikolojik yapıya sahib olan nefret duygusu hakim olmaz. Sapık ve hasta psikopatların dışında bu nefret duygusu hiç bir zaman için bir kin ve çekememezlilik durumuna geçmez. Çünkü insan varlığını hissetiği sevgi bütün insanların sevgisidir... Başkalarına da şamildir...Bu sevgi hem fıtri hem de çok derin temellere dayanır. Bu sevgi nefret duygusuyla birlikte bir denge temin ederek faaliyetini sürdürür. Ve hiç bir zaman için insan psikolojisini ezerek aşırılığa kaçmaz. İnsanın kendi şahsı veya kendi nefsi için istediği hayır konularında bile aşırı bir hodgamlığa sebebiyet vermez.



Yapılacak eğitim metodu sadece başkalarına karşı “ağırlık” duygusunu asgari duruma düşürmeyi amaçlar. Biz bunun için başvurulacak yolları daha ilerde karşılıklı psikolojik çizgiler üzerindeki son sözümüzü söylerken zikredeceğiz. Bu eğitim insanın içindeki bu ağırlık ber taraf ederken insanı kendi dışından bir şeyi yapmaya zorlamaz. İçindeki duygusunu tamamen baskı altına alarak içine gömmesini sebeb olmaz. Freud’ün bütün eserlerinde ileri sürdüğü gibi bu içe gömülen ve zorla bastırılan duyguların insanın iç dünyasında yerleşerek perde arkasından hayat seyrini değiştirmeyi hedef almaz. Nitekim Freud “Totem and Taboo” adlı eserinde ve diğer bütün muhassılalarında insan oğlunun sosyal hayatını, iç dünyasını fikri ve dini yaşayışını tamamen Oedipus kompleksinin ve “ambivilence” eş tabiatlılık veya yeni tabiriyle zıt çift değerlilik kurallarının ışığı altında incelemektedir. Ve Freud’ün zannına göre bütün nefret duygusu sevgiden neşet etmektedir. Ve bu sebebsiz çekilmesi gereken bir yük, bir borç gibidir...



   o  



Sevgi... Meme ve kucakla başlayan sonra bu köprülerden geçerek “duygular” ve maneviyat dünyasına adım atan sevgi dünyası... Gerçekten son derece hayret verici bir alemdir... Son derece göz alıcı... Ve cidden yüksek bir dünyadır...



Bu devgi dünyası oluşur, gelişir ve yücelir... Küçücük yaşta iken memeden başlar insanın bütün varlık dünyası memeden ibarettir ya bu yaşta... Sonra bütün kainatı içine alır bu alem... Gerçekten kaplar her tarafı mecazi veya hayali olarak değil. Bütün kainatı, hayatı ve insanın varlığını kaplar... Ve en sonunda Allaha kadar varır...



Gerçekten büyük bir güçtür sevginin taşıdığı güç... Ayrıca gelişme ve yücelme kapasitesi son derece engindir...



Gerçekten büyük bir güçtür sevginin taşıdığı güç... ayrıca gelişme ve yücelme kapasitesi son derece engindir...



Çocuk annesini bütünüyle sevdikten sonra... Sadece memesini ve kucağını değil bütün varlığıyla annesini sevdiği... Babasını da aynı derecede sevgiyle kuşattığı zaman... Sonra çevresinde bulunan herkese ve her şeye uzandığı zaman sevgi dünyası... Karşılaştığı, oynadığı hareket ve kader birliği yaptığı, düşünce ve konuşma sahasında ortaklaşa faaliyet yaptığı kimselere kadar uzanınca bu sevgi...



Onun his dünyası da gelişir ve genişler... Onunla birlikte sevgisinin hududu ve seviyesi gelişir de gelişir...



Bu devreden sonra artık muayyen yerleri, eşyayı ve belirli tutumları sever, benimser. Oyun oynamayı, kendisini teselli edecek, eğlendirecek şeyleri sever. Yemek ve tatlı zevki artar... Bununla birlikte daha bir çok duyguları da gelişir.



Omuzlarda taşınmayı... dolaştırılmayı... yüzüne gülünmesini... ve takdir edilmesiniister...



Bu noktada mesele artık his planında değildir... Ya da tam anlamıyla salt bir his olmaktan ötedir... Bunlar birer manevi değerler ve hareketler dünyası ile ilgili tutum ve davranışlardır. Sadece hareketleren de ibaret değil...



Tabii olarak ilk başlangıçta onun sevdiği değerler bütünüyle kendi şahsıyla ilgili değerlerdir... Kendisini rahatlatacak ve sevindirecek değerler...



Ne var ki Allahın insanoğluna bahşettiği hayret verici gelişme grafiği insanoğlunu tek bir varlık olmaktan olmaktan çıkarıyor tek zamanda ilerde üzerinde daha geniş şekilde duracağımız cemiyet planına itiyor. Ve gelişen yavru başkalarını da seviyor, tedrici olarak kendisiyle birlikte yaşamak zorunda olduğu kimselere karşı sevgi duygusu gelişiyor.



Bu değerlerin gelişmesi de başlangıçta basit ve kolay olmuyor tabii... Hatta bazı kerreler evvelemirde tiksindirici oluyor. Sevgi dairesindegelişeceğine nefret çerçevesi içinde gelişiyor...



Ama yavaş yavaş değişiklik gösteriyor... Bir müddet sonra nefret çizgisinden çıkıyor... Ve sevgi hattına giriyor... Sonra bu hat ta derece derece gelişor, ilerliyor ve en sonunda yüce ufuklara kadar uzanıyor...



İşte o zaman insan adaleti, acımayı, doğruluğu, kahramanlığı ve insanlığı seviyor...



Kainatı seviyor ve tabiata uzanıyor sevgi ipi...



Güzelliği sevmeye başlıyor...



Hayatı ve bütün canlıları sevmeye başlıyor...



Sonra da en üstün tepeye, zirveye çıkıyor ve Allaha ulaşıyor sevgi bağı...



Sonra bu Allaha ulaşmış olan sevgi bağı dönüyor, ışıklarını bütün sevgi çeşitleri üzerine serpiyor... Ve sevilen her şeyi Allaha bağlıyor...



İşte insanın psişik hayatındaki en üstün sevgi budur. Bütün parlaklığıyla hedefine varınca... İnsanın meleklik yanına uzanınca sevgilerin en üstününü elde etmiş oluyor.



Müteakiben sevgi çizgisinde insanı hayretten hayrete sevkeden olaylar oluyor.



Daha önce de demiştik ki sevgi ve nefret duygusu insanın varalık yapısını oluşturan kırşılıklı iki çizgidir... Ama bundan önce doğrudan doğruya insanın kendi şahsını ilgilendiren korku ve ümid duygusu gelir...



Ama sevgi... bu aydınlık ve şeffaf duygu... zaman zaman öyle mucizeler çıkarır ki ortaya... insanın kendisini da yükseltir birlikte... Kendi beninin de üstüne çıkarır ve -en azından beirli bir zaman için de olsa- benliğinin yapılış tarzını kökten değiştirir. Ve sevgi en geniş ve en derin çizgiyi teşkil eder insan benliğinde... zaman olur ki ondan önce gelen korku ve ümid duygusunu alt eder, bir merhale ileri geçer... Ve işte o zaman insan kendisini bile feda edebilir... Allah  yolundaki değerler uğruna kendi şahsıyla ilgili olan korku ve ümid duyğusunu yenerek her fedakarlığı göze alır...



Artık bu sevgiye erişmiş olan insan”bayağı” bir insan değildir... Çünkü alelade bir insandaki psikolojik çizgilerin gelişme seyri dediğimiz gibi olur. Yani önce korku ve ümid duygusu yer alır sonra sevgi ve nefret duygusu... Ama aledadelik çizgisini aşan insanın sevgi çizgisi de gelişir ve genişler. Bu durumda o insanın yüceliği bu sevgi dairesinin genişliğiyle orantılıdır. Neticede sevgi duygusu o denlü gelişir ki insanın yeryüzü yaşayışıyla ilgi olan korku ve ümid duygusu tamamen yok olur onun yerine kadece Allahtan korkma ve ümid etme (isteme)duygusu yerleşir...



Bu konuda insanların en üstün zirvesini peygamberler teşkil ederler... Çünkü onların ruhundaki sevgi halesi o kadar gelişmiştir ki kendi şahıslarıyla ilgi olan her türlü korku ve ümid belirtilerini yok etmiştir...



   o  



Bu bölümü bitirmeden önce Freud’ün insan psiklojisindeki bu iki çizgiyle ilgili elde ettiği neticeler ve bu neticelerdeki gerçeklik payı üzerinde duralım bir nebze de. Freud bu noktada bir takım gerçeklere parmak basmış ve uzun müddet bu hususlarda araştırma yapmaştır. Ama dah aönce de belirttiğimiz gibi bazı noktalarda aşırı bir bağnazlığa ve şımarıklığa dalmış, nazariyesini de bu esasa oturtmuşur.



Parmak bastığı gerçeklerden birisi sevgi ile nefret çizgilerei arasındaki köklü irtibattır. Ama bu irtibatın insanın bütün psişik hatlarını kapsamış olacağını bir türlü kavrayamamıştır. Sadce sevgi ve nfret konusuna hasretmiştir Bu irtibatı...



Zaman zaman bir şeyde veya bir şahısta sevgi ile nefret duygusunun aynı anda birlikte belirdiğini (ambivilence, zıt çiftdeğerlilik) görmüş ama bunun devamlı olduğunda ısra r  etmiş ve tabii bir hal oldugunu hiç bir sebebe dayanmayacağını ileri sürerek bu görüşünde diretmeştir. Halbuki biz bunun  en azından ölçülerin değiştirilebileceğini yani sevgi duygusunun daha sürekli daha derin ve daha köklü olduğunu belirtmiştik.



Son olarak ta Freud zaman zaman belli bir sebebe dayanmadan insanın birden değişerek aniden bir şahsı severken nefret etmeye başladığı veya sevmediğini belirtmiştir... bu da şüphesiz doğru bir düşüncedir. Ama Freud bu noktada kalmıyarak işi dahada ilerletmiştir sevgi ile nefretin otomatikman insan psikolojisinde mevcut olduğunu ve bunun hiç bir sebebe dayanmaksızın her şey ve her kese karşı yöneldiğini (ambivilenlce-zıt çiftedeğerlilik) ileri sürerek bunun dğrudan doğruya bir durum değişikliği olduğunu şuur altında yer etmiş bulunan nefret duygusunun dışa vurmuşolup açığa çıktığını belirtiyor ve karşısında yer alan şuur altındaki sevgi duygusunu bastırıp içe gömdüğünü (repression) iddia ediyor.



Biz bu açıklamasında Freud’ü destekleyemeyeceğiz... Biz Freud’ü bu vakıayı hiç açıklamamaşı olmasını bir kenara bırakalım, bu tedrici ve ansızın gelen sebebini bile açıklamamıştır... Şuur altındaki nedenlerini izah edememiştir. Hem bu vakıa genel anlamda ve herkeste bulanan bir şeyi değildir... Bu durum sadece ferdi olup duygudan duyguya şahıstan şahısa değişir...



Freud bu gerçeği tam olarak izah edemediği gibi sadece vuku bulduğunu tesbit etmekle yetinmiştir. Nedenini bir türlüa çıklamamıştır. Onu yaptığı sadece zaruretlerin tam olarak ortaya çıkmadığı, isbat edilmemiş olayları neden olarak ele alıp bağnazca bir saplantıdan ibarettir. Bu daFreud’ün ele aldığı diğer konular gibi çok daha fazla açıklamayı gerektiren bir husustur.



Bize gelince... Bu konuda Allahü Tealanın Kur’anı Keriminde söylediklerinden başka bir şey söyleyecek durumda değiliz.



“Ve biliniz ki Allah kişi ile kalbi arasına girer.” (Enfal: 8/24)



Bir de Allahın yüce Resulunun söylediklerini tekrar etmekten başka...



“Şüphesiz ki Ademoğullarının kalbi Rahmanın parmaklarından iki parmak arasındaki bir kalb gibidir. Onu dilediği gibi hareket ettirir.”15



(15) Müsuedi Ahmed ibni Hanbel



Her şey ilim ve mantık ile çıklığa kavuşturulabilir... ama kalblerin değiştirilmesi değil...