Önce... İnsan Nedir?...

“Hani Rabin meleklere; “Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım” demişti”... (Bakara: 2/30)



Nedir insan?...



Vazifesi neden ibarettir?...



Hayatta fonksiyonu nelerdir?...



Enerjisi neden ibarettir?...



Ve bu enerjinin hududu nereye kadardır?...



İşte daha “insan psikolojisi” üzerindeki araştırmamıza başlamadan cevap vermemiz gereken sorular bunlardır. Çünkü bu sorulara vereceğimiz cevaplar önümüze bir yol açacaktır. Daha analiz ve senteze baş vurmadan evvel “İnsan” denen şu varlığın benliğinin ve tabiatının çizdiği hududların dışında olmadığımızı isbat etmemizi sağlayacaktır.



Batılı psikoloğlar bu gibi sorulara cevap vermekten kaçınmışlar ve gerekçe olarak da bu konuların doğrudan doğruya felsefeyi ilgilendirdiğini ve psikolojinin çalışma sahasına girmediğini ileri sürmüşlerdir. Psikolojinin doğrudan doğruya ortada bulunan pratik psikoloji konularıyla ilgilendiğini ve bu sahalarda araştırma yaptığını, branşı dışında hiç bir faaliyet yapmayacağını belirtmişlerdir...



Ne varki bu tavır batılı psikoloğların araştırmalarında çok büyük iki kayba sebeb olmuştur:



1- Batılı Psikoloğlar insanı bir bütün olarak ele alamamış. Realiteler dünyasında yaşayan pratik gerçeğini asla göz önünde bulundurmamıştır. Bu ise büyük bir ekseriyetle insanın bazı bölümlerini ele alıp. “İnsan”ın bu olduğunu söylemek gibi bir hataya sevketmiştir. Bu bir yanı ile ele alınan insan vakıası yanlış bir insan anlayışı ortaya çıkarmış ve ekonomi, siyaset, toplum ilimleri edebiyat, ve sanat sahalarında... Ferdi ve toplumsal konularda yalış anlayışlara sebeb olmuştur.



II- Bu etüdler, o yanlış nedeniyle normal ve anormal durumlar arasında denge sağlayamamıştır. Çünkü normal ile anormal arasındaki noktayı ayırd eden ölçüyü yitirmiştir. Ve her şey, bütün etori ve pratiklerin alındığı nokta yeni insan psikolojisini, bir realite olarak ele alış seyri içinde cereyan etmiştir. Bunun için de batı dünyasının on dokuzuncu ve yirminci asırlar boyunca geçirdiği hayat merhaleleri ölçü alınmış, insan psikolojisinin normal ve anormal yönleri bu ölçüye göre değerlendirilmiş, bütün naziryeler buna göre ayarlanmış ve bilginlerin ellerinde ölçü olarak aldıkları normal durum olarak kabul edilmiştir.



Bu iki metod hatası batıdaki psikolojik araştımaları gölgelemiş ve batılı bilginlerin ulaştıkları gerçeklerin bir çoğunun cüz’i gerçekler olup insanın hakiki durumunu ifadeden uzak kalmıştır. Şayet bu araştırmaların kümelendiği temel nokta sağlam olsa ve doğrudan doğruya insanı konu alsaydı ve hakikatlara ulaşmak belki de mümkün olurdu.



Alexis Carrel insan konusunda derinliğine araştırmalar yapma imkanı bulmuş eşine az ratlanır kültürlü bir bilgindir. Tıb, fizik kimya, anatomi, biyoloji, sanat ve edebiyat sahalarında çalılşmalar yapmıştır):



“Cansız madde ilemleri ile canlı varlık ilemleri arasında tuhaf bir eşitsizlik var. Astronomi, mekanik ve fizik ilimlerinin esaslarında bunları matematik dilinde veciz ve zarif şekilde anlatan, uygun ve tutarlı kavramlar bulunuyor. Bu ilimler dünyaya eski Yunan abidelerindeki ahenkli hatlar kazandırdı. Bunlar dünyayı, faraziye ve hesablarının muhteşem ağlarıyla sarıyor. Gerçeği, düşüncenin alışılmış şekillerden sadece sembollerle gösterilen anlatılmaz mücerred fikirlere kadar takip ediyor. Fakat biyoloji ilimeri için durum böyle değildir. Hayat fenomenlerini inceleyeler uçsuz bucaksız bir ormanda yollarını yitiren insanlar gibidirler. Hiç durmadan yer ve şekil değiştiren sayısız ağaçsız ve sihirli bir ormanın ortasında bulurlar kendilerini. Bir yığın olgular altında ezildiklerini hissederler, bunları tarifte edebilirler, ama cebir formülleriyle belirleyemezler. Madde dünyasında rastlanan şeyler atom ve yıldız kaya ve bulut çelik ve ya su olsun bunların bazı niteliklerini mesela ağırlıklarını ve boyutlarını belirtmek tecrit etmek mümkün olmuştur. Eşyanın tedkik ve müşahedesi ilmin ancak basit şekli tasviri şekildir. Bu müşahede fenomenlerin tasnifini temin eder. Fakat değişebilir miktarlar arasındaki sabit ilişkiler, yani tabii kanunlar ancak ilim daha mücerred bir hale geldiği zaman meyana çıkar. Fizik ve kimyada bu derece süratli ve büyük bir başarı elde edilmesinin sebebi bunların abstre ve kemmi oluşudur, bunlar bize eşyanın yapısı hakkında nihai bilgiyi vermek iddiasında olmamakla beraber fenomenleri önceden bilmemize ve istediğimiz zaman bu fenomenleri tekrar meydana getirmemize imkan verirler. Maddenin yapısındaki sırrı ve onun özelliklerini açıklamak suretiyle kendimiz müstesna yeryüzünde bulunan hemen hemen her şeyi hükmümüz altına almak imkanı vermişlerdir... 



Genel olarak canlı varlıklar ilmi özel olarak ta insanın kendisini inceleyen ilim pek ilerlemiş değildir. Canlı varlıklar ilmi henüz tasvir tarif safhasındadır. İnsan son derece kompleks ve parçalanmaz bir bütündür. İnsan hakkında basit bir anlayışa sahib olmak mümkün değildir. İnsan denen bu bütünün parçalarını, dış alemlerle ilişkilerini tesbit edecek bir metod yoktur. Onun tedkiki değişik tekniklerle yaplımalıdır. Bu tedkikte birbirinden ayrı ilemlerden faydalanır. Tabiidir ki bu ilimlerden faydalanılır. Tabiidir ki bu ilimlerden her biri kendi objesinden ayrı bir kavrama ulaşır. Bu ilimlerin her biri ancak kendi tekniğiyle imkan verdiği soyutlamayı yapar. Ve bütün bu abstraksiyorların toplamı konkre vakıadan daha az zengindir. Sonunda bir tortu kalır ki bu asla ihmal edilemiyecek akadar önemlidir:



Zira anatomi kimya, fizyoloji, psikoloji, pedağoji, tarih, sosyoloji, ekonomi politik ve bütün bunların dalları konularını bitirmiyor tüketmiyorlar. Demek ki mütehassısların tanıdığı insan müşahhas ve gerçek insan değildir. O sadece bir şemadır. Ve bu şemada her ilim tekniğini inşa ettiği ayrı ayrı şemalardan kompoze edilmiştir.”



“Şüphesiz insanlık kendini tanımak için muazzam bir gayret göstermiştir. Bilginlerin, filozofların, şairlerin ve mistiklerin müşahadelerinden meydana gelen birhazine sahibi olmamıza rağmen insan hakkındaki görüşlerimiz bazı görünüş ve parçalardan ibarettir. Ve bu parçalar da bizim metodlarımızla yaratılmıştır. Her birimiz bir hayaletler alayından başka bir şey değiliz. Bilinmez gerçek te bu aletler arasında yürüyor.”



Gerçekten cehaletimiz pek büyük. insanlar: inceleyenlerin kendi kendilerine sordukları soruların büyük bir kısmı cevabsız kalıyor. İç dünyamızda muazzam bölgeler henüz bilinmiyor. Kimyevi cevherlerin molekülleri dokuların geçici ve kompleks organlarını terkib için nasıl uyuşuyor, nasıl bir düzen kuruyorlar?... İlkah edilen bir yumurtanın içinde bulunan genler  bu yumurtanın içinden çıkan ferdin karakterlerini nasıl tayin ve tesbit ediyorlar? Dokulardan ve organlardan mürekkeb bir topluluk halinde nasıl teşkilatlanıyor? Denilebilir ki bunlar tıpkı karıncalar ve arılar gibi toplumun ne rol alacaklarını önceden bilmektedirler. Fakat hem kompleks hem de basit birorganizmanın teşekkülüne imkan veren makenizmayı bilemiyoruz.



Besbelli ki konusu insan olan bütün ilimlerin gayet yetersiz ve kendi hakkımızdaki bilgilerimiz pek noktandır.”1



(1) İnsan, Bu Meçhul. Sh: 21-25



Sonra dönüyor Alexis Carrel insan gerçeği üzerindeki bu cehaletin beşer hayatının medeni, fikri, ekonomik ve sosyal yönleri üzerindeki kötü tesirlerini açıklıyor:



“Bu soruya basit bir cevap verilebilirdi. Çağımız medeniyeti kötü durumdadır. Çünkü bize uygun değildir. Bu medeniyet bizim gerçek tabiatımız bilinmeden kurulmuştur. İlmi buluşlardan insan iştihasından, hayalinden, teorilerinden ve arzularından doğmuştur. Bizim tarafımızdan kurulmuş olmasına rağmen bizim ölçülerimize göre olmamıştır.”



“Bunların kötü tesirleri kendimizi gereği gibi dikkate almayaşımızdan ileri gelmiştir. Mekaniğe, fiziğe ve kimyaya eski hayat şekilerimizi rastgele değiştirme gücü veren şey,, bizim kendimizi bilmeyişimiz, bu husustaki cehaletimizdir.



İnsan her şeyin ölçüsü olmalıydı. Oysa insan kendi yarattığı alemde bir yabancıdır. Bu alemi kendisi içni keşkilatlandırmayı bilememiştir. Çünkü kendi tabiatına dair müsbet bir bilgisi yoktur. Demek ki cansız şeyler ilimlerini canlı varlıklar ilimlerine nazaran muazzam ilerleme kaydetmiş olması insanlık tarihinin en feci hadiselerinden biridir. zekamiz ve buluşlarımızla kuran çevre bizim ve boyumuza ne de biçimimize uygundur. Bize yaramıyor. bu çevrede bedbahtız. burada ahlaken ve zekaen dejenere oluyoruz”... Vs. Vs...” 2



(2) İnsan . Bu Meçhul. Sh: 47 



Biz burada Alex Carrel’in kitabından yaptığımız iktibasları kafi görerek kesiyoruz. Ne varki adı geçen eser üzerinde durduğumuz mevzu ile yakından ve derinden ilgilidir. Bizim buradaki ana hedefimiz insan gerçeğinin sadece bir kaç yönünün ele alınıp “işte insan gerçeği budur” demenin meydana gitirdiği korkuç tehlikeyi ve önemli hatayı açıklamaktır. Bunun yanı sıra inan gerçeğini bir bütün olarak ele almanın zaruretini belirtmek ele aldığımız bu bütünün mütekamil şekliyle insanı ilgilendiren her konuda ölçü olarak alınmısını istiyoruz.



Batıdaki psikoloji ilminin hareket tarzına birgöz attığımız zaman hemen bu cüz’i anlayışın “insan” düşüncesi konusunda en büyük sarsıntılara meydan verdiğini görürüz. Ve bu sebeble bilginlerin ulaştıkları neticelerden istifade etme imkanlarını nasıl kaybettiğimizi farkederiz...



Freud şur altı ile ilgili görüşlerini ortaya attığı zaman, şühesiz bu nazariye insan psikolojisini öğrenmek konusunda yapılan çalışmalar arasında kendine has bir değer ifade ediyordu. İnsan psikolojisinin karanlıklarla örtülü derinliklerine götüren bir izdi. Ne varki bu nazariye yine de cüzi idi. Her ne kadar Freud ulaştığı bu cüzi bilgilerin tamamen insan gerçeğini ifade ettiğinde israr da etse bu cüzi görüşler Freud’u insan psikolojisi ilgili tezini ortaya koyarkane çok önemli ive aynı zaman da da tehlikeli sonuçlara götürdü. Çünkü Freud şuur altının  yalnızca insanın gerçek yanını yansıttığını, şuurun ise sahte bir insan tipini ifade ettiğini, binaenaleyh hiç bir zaman insanı gerçeklere götüremiyeceğini iddia ediyor ve doktrinini bu esasa istinad ettiriyordu. Şuur ise sahte insan tipini canlandırır ve o sebeble asla bizi hakikatlara götürmez. insanın kendi benliğinin dışında ve varlğının ötesinde gerçek insana göre uydurulmuş hayali insan. Bu benlik dışı uydurma insan bir takım repsesion ve regressionlarla ortaya çıkmakta, gerek cemiyet gerekse” ben”in dışındaki etkenler -din, ahlak, gelenek ve diğer baskıcı güçler-gerçek insan “ben” i üzerine tehakküm etmektedirler. İşte insan hayatında ve ruhsal dünyasında ortaya çıkan bir çok karışıklıkların doğuş kaynağı bu yanlış anlayıştı.



Gerçekte Freud insan psikolojisi üzerindeki bir takım “ilmi” gerçekleri unutmuştu. Halbuki bu cüzi insan anlayışı üzerindeki sakat ısrara olmasaydı belki de o da bunları idrak edecek ve ona göre hesabını yürütecekti.



Bir kereFreud şuurun tıpkı şuur altı gibi insan psikolojisinin yapısını teşkil eden unsurlardan bir parça olduğu, insanın benim içinde var olup dışarıdan adapte edilmediğini bilmezlikten gelmişti. Binaenaleyh ne dinin, ahlak ve geleneklerin, baskı unsuru olan cemiyetin ve diğer güçlerin, ne de maddi ve manevi unsurların insan psikolojisinde önceden mevcut olmayan bir şeyi getirip sokamıyacaklarını kavrayamadı 3Halbuki bütün bu baskı unsarlarının fonksiyonu şuur altında önceden yer etmiş bulunan şeyleri meydana çıkarmaktan ibaretti. Eğer insan yaratılışında böyle bir şey yoksa sözü geçen güçleri bunları yeniden meydana getirecek durumda olmadığını görmedi.



(3) Anna Freud Ego ve Super Ego’nun ruhun birbölümü olduğunu kabul etmiş, ama bunun dış baskılarla teşekkkül ettiğini savunmuştur. İd’in dışında hiç bir şeyi fıtri saymamştır. Daha geniş bilgi için, The Ego - The İd adlı esirine bakınız.



İkinci olarak ta gerek cemiyet gerek, cemiyette karşı beslenen duygular, gerekse cemiyetin baskılarına boyun eğmek gibi hususların hepsi de ruhun kendisinden ortaya çıkmaktadır. Cemiyeti meydana getiren unsur ise başkaları ile birlik olma arzusundan neşet etmektedir. Ve insan bu duygusundan ötürü bazan cemiyet halinde yaşamak için ferdi arzularını ve zevklerini feda eder. Bu da aslında insan ruhunun içinden gelen bir arzudur. Eğer insan ruhunda toplum halinde yaşama duygusu bulunmamış olsaydı dış amillerin tesiriyle veya doğrudan doğruya baskı yoluyla yer yüzünün hiç bir kuvveti böyle birduygu ihdas edecek güçte olamazdı. Binaenaleyh şuurun cemiyetin dış baskılarının tesiriyle teşekkül ettiğini ileri süren görüş köktensakattır. Çünkü bu duygu netice itabarıyla insan benliğinin derinliklerinde mevcud olan doğuştan gelme bir duygudur. İşte Freud bunu da gözden uzak tutmuştur.



Üçüncü olarak ta yüce değerleri belirten kısıtlayıcı engeller, baskılar veya psiklojik adı ile repsessionlar bile insan benine dışardan zorla adapte edilmiş baskı ve zor makenizmaları kullanılarak benimsetilmiş değlidir. Eğer insan benine doğuştan bunları benimsiyecek kabiliyyet olmasa ben (ego) bunları ne benimser ne de bunları dayalı olarak kurulabilen üstün değerler mekanizması faaliyete geçirebilirdi. Dış baskılar yoluyla bunları temin etmek mümkün olmadı. Bu baskılar ne kadar ağır ve şiddetli olursa olsun. Çünkü ne baskılar ne de engeller tabiatı gereği olarak daha önce var olmayan bir şeyi yeniden meydana getirecek güçte değildir. İşte Freud bunu da bilmemektedir.



Bu yanlışlıklardan dolayı Freud insan psikoojisi üzerinde bir takım yanlış yorumlara gitmiştir. Özetleyecek olursak Freud’e göre insanın gerçek bünyesini teşkil eden ana nokta egodur. Egoyu değiştirmek, eğitmek veya başka şekle sokmak için yapılan çalışmaların hepsi haddi zatında insanın bu gerçek bünyesini meydana getiren egoya sonradan zorla ve dıştan adapte edilen şeylerdir. Ve insanın gerçek beni ile ilgisi yoktur. Aksine bunlar insanın gerçek benini mahvedici derecede kötü ve tehlikeli motiflerdir.



Diğer taraftan da Freud, insan bünyesindeki cinsel içgüdünün derinliğini ve köklülüğünü, muhtelif kısımlara ayırmış ve dağılmış olduğunu ortaya attığı zaman şüphesiz bu bizim beşer ruhunun derinliklerini bilmemizi sağlayacka önemli bir keşif durumundaydı. Ne var ki o; direterek bir bütün olan insanı, üzerinde çalışma yaptığı bölümlerden, parçalardan ibaret sayarak tahlil etmiş ve netice itibariyle yanlışlıklara düşmüştür.



Freud insanı “libido”, ile izah edip, bütün hususiyetlerini kök olarak libioya dayamak sonra de bir takım faziletleri insanı egosunun dışından zorla ve baskı yoluyla yaptırıldığını kabul etmekle de kalmamış insana bir nevi azgın hayvan biçimi vermiştir. Bu nevi hayvan gerçek havanlar gibi yiyen, yeme duygusuna sahib olan, içme hassası bulunan ve içmekten zevk alan, koruma iç güdüsüyle hareket ederek kendisini savunan sonra cinsel enerjisini yeni cinsel zevk ile tatmin eden bir hayvan olmakla kalmamış, yerken, içerken,hareket ederken ve savunma makenizmasını çalıştırırken hepsini de sırf libidonun dayatmasıyla yapmakta ve cinsel içgüdüsünü tatmin etmektedir. Bilinen cinsel enerjiye daha başka cinsel enerjiler de ekleyerek.  Bu motivasyonun neticesinde artık çocuk annesinin memesini emerken sırf cinsel içgüyle emmektedir. Küçük abdestini veya büyük abdestini yaparken tamamen cinsel içgüdüyle yapmaktadır. Annesine karşı olan duyguları bütünüyle cinsel içgüdülerinin eseridir... Daha burda sayılamıyacak kadar peç çok faaliyetlere bu çirkin ve iğrenç motivleri vermiştir.



Freud’ün her keşfi de işte bu yanlış ve eksik anlayışından ötürü o çirkin v iğrenç bataklığın içinde kaybolup gitti. Halbuki her iki buluş gelişen insan anlayışı müvacehesinde Freud’ün bu günkü müstezel ve cüzi anlayışından çok daha iyi ve faydalı meyveler verebilirdi. Ne var ki Freud’ün elinde insan bünyesinin kirletilmesi ve basite indirgenmesi içni bir vasıta haline gelmiştir.



Freud’ün talebesi Adler ve Jung hocalarının yanlışını düzeltmek ve cinsel içgüdü konusundaki aşırılğını bertaraf edebilmek içn insan hayatına dair cinsiyetin dışında bir akide yerleştirmek istediler. Bunun üzerine Adler: “Ferdin organik içgüdüsü (üstünlük duygusunun) cemiyete karşı üstünlüğünü ibraz etmenin eseridir) diyor Jung ise “insan içgüdüsünün esası (aşağılık kompleksi) eksikliğini anlamak ve bu eksikliğini başka yollarla telafi etmektir. “diyor Jung ise “insan içgüdüsünün esası (aşağılık kompleksi) eksikliğini anlamak ve bu eksikliğini başka yollarla telafi etmektir.” diyor... Her ikisi de parmaklarını insan benliğinin cüzi bölümlerinden birisinin üzerine koyuyor ve bu benliğin çok derin noktalarından sadece bir noktayı aydınlatmaya çalışıyorlar. Ne var ki bu iki gerçek te diğer çalışmalar arasında kayb olup gitti. Çünkü her ikisi de insan benliğini bu iki zaviyeden incelemeye ve sadece bundan ibaretol duğunu belirtmeye çalıştılar. Halbuki tek başına bu açıklamalar insan psikolojisini ifade etmekten çok uzaktı...



Tecrübeci ekolde insan psikolojisini laboratuara yerleştirip oradaki deneyler ile açıklamaya çalıştığı zaman şüphesiz bir takım cüzi fakat faydalı gerçekler yakalamıştı. Ne var ki bunlar da ettikleri bir kısmi ve cüzi neticeler insan psikolojisi üzerindeki külli ve bütün neticelermiş gibi kabul etmişler ve bunda da israr etmişlerdi. Böylece faydalı olması mümkün olan bir buluş boş bir saplantı sonucunda heba olmuştur. Çünkü bu cüzi neticeler bir bütün olan insan psikolojisini bütünüyle izah edecek nitelikte değildi ve olamazdı da. Hem tecrübeci ekolün elde ettiği cüzi bilgiler bu cüziyatın bile en sonunda yer alabilecek vasıftaydı. Çünkü tcrübesi ekol ancak insan psikolojisini cesetle ilgili olan kısmını laboratuara yerleştirebilirdi. Ve ancak bunu maddi ölçeklerle ölçer, hisler ile izah edebilirdi. Ama makinanın ulaşamadığı, laboratuardaki aletlerin anlayamadığı noktalarına asla nüfuz edemezdi. Bu noktada büsbütün aciz kalırdı. Binaenaleyh bütünüyle üstün bir makanizmaya sahib olan insan psikolojisinin gerçekleri karşısında aciz kalırdı. Laboratuardaki aletler sayesinde belki insanın yorgunlak veya vücud enerjisini ölçebilir, insan duygularında ve psiklojik durumlarında iç salgı bezlerinin tesirini anlayabilirdi ama insanın hakikatlar karşısındaki ihsaslarını, adalet duygusunu, güzellik anlayışını nasıl ölçebilirdi?..İnsanın engin ruhi enerjisini ve kabiliyetini, fikri buluşlarını nasıl anlayabilirdi...4



(4) “Materyalizm ve İslam arasında İnsan” adlı eserimizde daha geniş bilgi verilmiştir.



Davranış psikolojisi (Behaviorist Ekol)... insan gerçeğini bir takım geleneklerin tesiriyle beliren ve cemiyetin geliştirdiği, şartladığı, şartlı refleks (conditined reflekses) lerle izah eden belirli etkilerin belirli tepkiler doğuracağını ve etkilerin değişmesiyle tepkilerinde kendiliğinden değişeceğini ileri sürerek izah etmeye çalıştı. Behaviorist anlayış aslında hayvan pskikolojisini ifade ettiği kadar insan psikolojisini ifade etmekten uzaktı... Hem insanı hayvan yerine koyuyor, hayvan hareketlerindeki şartlı durumları insanlar içinde geçerli sayıyor ve bütün hareketleri fizyolojik nedenlere dayandırıyordu. Öğrenme aktını bir kenara bırakıyor ve fiil’leri bir takım duygusal ve determinist nitelikten uzaklaştırıyordu. Böylece de insanın sahasının daraltıyor ve çok gülünç bir duruma sokuyordu. Bu durumda insan için ne iradenin, ne ideallerin, ne yüce değerlerin, ne de üstün duyguların yeri olabilirdi... Binaenaleyh insan sadece en dar sınırları içinde duygusal bir canlılık emaresi gösterir ve belirli  etkilere belirli  tepkiler gösterirdi.



Mekanik okul da insan hayatıda dahil olmak üzere bütün hayatı otomatik bir alete benzetiyordu. Ve hayat makinanın emrine boyun eğer, onun mahkumudur diyordu. Bütün organik ve büyolojik  faaliyetleri tabiyat ve  kimya kanunlarıyla izah etmeye çalışıyordu... Mekanik ekol insanı  insanlığından tercih etmekle  hatta insanı dar sahalı biyolojik bir organizma  sahibi varlık haline getirmekle iktifa etmiyordu. Bilakis aşağılara hemde çok aşağılara düşürüyordu... Buna göre insan salt anlamda bir otamat durumundaydı ve makinanın otamatizmi gibiydi onunki de. Dolayısıyla insanın insanlığına doğru yönetilmiş olan bütün irade makenizma kenkendiliğinden siliniyordu. İnsan iradesi  değil hatta canlı ve organik irade bütünüyle yok oluyordu. İnsanın bünyesindeki her türlü engin duygular ve yüce arzular reddedilmiş oluyordu. Nitekim ruhi ve fikri bütün makanizmaları, maddi, ekonomik ve sosyal makenizmalarının tümü bir  arı peteğindeki veya karınca yuvasındaki içgüdüsel düzen ve  makenizmalardan çok daha aşağı  oluyor ve böylece insan, kör, sağır ve sebeblerin mahkümu büyük bir  makinanın parçalarından bir parça haline geliyordu.



İşte batıdaki psikolojik ekollerin ekseriyeti bu eksik ve  karışık bir atmosfer içerisinde cüzi nazariyelerin peşinden sürüklenmiş ve kör inadların mahkümü olmuştur. Çünkü her biri ısrarla insan gerçeği ni kendi cüzi ve basit  buluşları ile izah etmeye kalkışmış, neticede  hataları insan gerçeğine  gülünç basit ve yanlış bir biçim vermekle kalmamış aynı zamanda  bu parça parça  gerçeklerden bir sentes yaparak  istifade etme yollarını da tıkamıştır. Böylece ortak ve sağlam bir nazariye kurma imkanı yok olmuştur. Bu cüzi ve  parça parça anlayışlar üzerine ekonomik ve sosyal görüşler, ahlak ve  hareket metodları, suç ve  ceza anlayışı da oturtulunca hatanın ne  kadar büyük ve köklü  olduğu kendiliğinden ortaya çıkar. Neticede durum Alekis Carrel’in de dediği gibi insan gerçeği üzerindeki katmerleşmiş bilgisizliğimizden dolayı insanlığın mahvına kadar varır...



Bu arada üçüncü bir hata şekli  daha var ki istisnasız bütün batılı ekoller aynı hataya düşüyorlar. Bu hata insan psikolojisini ve insan hayatını Allah’tan uzaklaşmış olarak etüd etme yanılgısıdır.



Bu yanılgının batıların hayatında  uzun bir hikayesi de var... Oldukça uzun bu hikaye... Kökü ta asırların öncesine dayanıyor.



Batıların rönesanstan beri aşırı derecede kutsallaştırdıkları ve temel  mefhumlarını aldıkları helenist ( Klasik Yunan)  hayatı esas itibariyle kendine has şekli bulunan putperest bir hayattı. Helenist anlayışa göre insanlar ile tanrılar arasındaki ilişkiler devamlı bir  çatışmaya ve  ardı arkası kesilmez bir düşmanlığa dayanıyordu. Bu çatışma ve düşmanlık bazı kere daha sertleşiyor ve vahşi bir savaş haline geliyordu. Prometeus efsanesi bu karşılıklı çatışmanın amansız bir yönünü  tasvir eder.



Mitolojik bir yaratık olan Prometeusu tanrı Zeus  insanları çamurdan ve sudan yaratma  işleminde kullanıyordu. Bir gün geldi Prometeus  insanlara karşı aşırı bir  sevgi bağıyla  bağlandı. Gökten kutsal ateşi  çalarak insanoğlunun eline verdi. Bunun üzerine tanrılar tanrısı  Zeus onu cezalandırdı. Ve Kafkas dağlarında zinciri vurdu. Üzerine bir kartal yolluyordu gün boyu ciğerini parçalatıyordu. Ne varki ertesi gün yeniden azablandırmak için o gece ciğerini yeniletiyordu. Tanrı  Zeus kutsal ateşi eline geçiren insanları da cezalandırmak ve intikam almak için yeryüzünde ilk canlı dişi olan Pandora’yı dünyaya yolluyor. Pandora gelirken beraberinde de her türlü kötülüklerin içinde saklı bulundğu bir valizi dünyaya getiriyor. Maksadı bütün insan türünü yok etmektir. Prometeos’u Hipemetos Pandora ile evlenince tanrıların gönderdiği hediyeyi de kabul ediyor  ve valizi açıyor.Böylece kötülükler yeryüzüne yayılıyor!



“İşte insan ile tanrı arasındaki ilişki... Kutsal ateşi (bilgi ateşini)insanoğlu çalmış ve tanrıların elinden zorla almıştır. insanlar bu çaldıkları ateşle kainatın ve hayatın esrarını öğrenecekler ve yeryüzünde her biri bir tanrı yerine geçecek tanrılaşacak! Bunun karşılığında tanrılar da insanlarla korkunç bir savaşa girişiyorlar, intikam almak istiyorlar. Onların da maksadı kuvveti ellerinde tutmak ve yeryüzünün yalnız başına hakimleri olmaktır.”



Avrupa Orta Çağda Hristiyanlığı kabul etti ama helenizm (veya helenistik) anlayış gizliceHristiyanlığın kabuğu altında saklandı. Rönesansla birlikte Avrupa yeniden bu gizli ve klasik putperestliğe döndü. Ama duygu yine aynı duygu idi. İlahlarla veya hristiyanlığın tanrısıyla savaş ve çekişme devam ediyordu. Tanrıya karşı sevgi ve dostluk besleyeceklerine düşmanca hareket ediyor ve baş kaldırıyorlardı...



Yakın zamanlara kadar yani herkes kiliseden yüz çevirmezden önce kilisenin insanların huzur ve rahatlarını tehdid eden insan bünyesini büsbütün mahveden çirkin bir aşırılığa dalmasıyla bu durum daha da feci bir şekil aldı. Din adamlarının hegomanyası bütün ağırlığıyla Avrupalıların üzerine bindiği gibi engizisyon mahkemeleri, afozolar ve endülijanslarla ezmeye çalıştı. Son olarak ta -ki bu en son koz olmuştu- dini bilgiler adını verdği bir takım derme çatma bilgileri gökten inmiş kelimeler olarak zorla kabul ettirmeye çalıştı. Sistematik ve tecrübi bilgiler bu söylenen şeylerin sakatlığını isbat edince bu sefer kilise baskısını daha da artırarak insanları yakmaya bilginleri dine karşı geldi diye idam ettirmeye başladı...5



(5) Bakınız “İslam Eğitiminin Metodu” adlı eserimize



İşte bütünüyle bu faktörler Avrupa düşünceside ve ayni zamanda Avrupalıların şuur altında dine karşı bir nefret duygusu uyandırdı. Bu nefret sadece dine karşı gelişmekle kalmadı Allah’a kadar uzandı. İnsanlarla ilgili her şeyde hummalı bir şekilde Alah’tan uzaklaşmalar başladı. Avrupalı yaptığı herşeyde Allah’ın adını anmamaya gayret ediyordu.



İşte bundan dolayıdır ki Avrupalı psikolojik araştırmalarında da Allah’tan uzaklaşmış bulunuyor. Allah fikrinden söz etmeyerek araştırmalarını sürdürüyor, halbuki insan nefsinin yaratıcısı, ona canlılık ve hareket bahşeden ve bütün kabiliyetlerini veren O’dur...



Psikologlar insan ruhunu her türlü tesir yönleriyle birlikte inceliyorlar da insan hayatındaki ilani iradenin tesirlerine asla yer vermek istemiyorlar.



Bazan bakıyorsunuz insanı coğrafi, sosyolojik ve maddi faktörler açasından inceliyorlar...



Bazan iktisadi açıdan araştırıyorlar...



Fakat bir kerre de olsun ilahi takdirin tesir mekanizması altında araştırmak istemiyorlar. İlahi takdirin her şeyin sonucunu tayin ettiğini, bu arada insan denen varlığında bunlar arasında bulunduğunu hiç mi hiç ele almak istemiyorlar. Gerek bütünüyle insanların gerekse ferd ferd toplum toplum insanların ilahi iradenin tesiri altında olduğunu görmek istemiyorlar...



Bu nazariyelerin ve ekollerin hepsi de insan ruhunun fıtri olarak, doğuştan yaradanına karşı yönelmek ihtiyacında olduğunu, bütün hücrelerinin yaratanın gücüne yardımına muhtaç olduğunu, hareket kanunlarıyla birlikte hareket noktalarını da onda alacağını, enerjisini ve enerji kaynaklarını ondan almış olacağını hiç bir zaman hesaba katmıyorlar. Beşer tarihinin akışında gökten inmiş ilahi dinlerin yerini ve tesirini de ihmal ediyorlar. Bütün bunların da üzerinde bir kainat gerçeğini unutuyorlar. O da insanın hayatındaki hadiseleri düzenleyen ve ona seyrini temin eden ilahi takdir ile insanın doğrudan doğruya olan münasebet ve teessürü... Hem bilmiyorlar ki gerek coğrafi faktörler gerek maddi, ekonomik ve sosyal faktörler... Hepsi de Allah’ın kudret çerçevesinin dahilindedir. Ve Allah’ın iradesinin dışında müstakil olarak cereyan edebilen şeyler değildir...



Biraz önce olarak tarihi sebeblerini açıkladığımız bu kasdi gaflet ve bilerek görmemezlikten gelmek insan için çizilen şemada büyük yanlışlıklar ve karışıklıklara sebeb oluyor. Bir şemada bazan insanın kainatta tek başına buyruk ve bu kainatın asıl yaratıcısı olduğunu gösteriyorlar. Halbuki bu ilmi bir gerçek değildir çünkü insan yaradanının yardımı olmadan hiç bir şey yapamaz. Yaradanının belirttiği plan dahilinde insan kendi işlerini yürütebilir ama bunun dışına asla çıkamaz. Bazan da gördüğümüz şemada insan varlığı kabul edilen bir takım farazi tanrıların maddi, sosyal ve ekonomik tanrıların kulu kölesi olarak gösteriliyor... Bu durumda tabii olarak insanın gerçek değeri köçültülüyor ve basitleştiriliyor. Bir başka şemaya baktığımız zaman insanın hareketlerinin; şartlı reflekslerin... cinsel içgüdülerin... kimyevi formüllerin... veya mekanik vasıtaların eseri olduğunu görüyoruz... Bu ise insanın gerçek iç durumunu yanlış olduğundan farklı göstermektedir... Bütün şemalarda planlı şekilde uygulanan o çirkin anlayış tarzı sırıtıp durmaktadır. Ve hepsinin gösterdiği gerçek insana hiç mi hiç benzememektedir...



Bütün o batılı ekoller bizim bu bölümün baş kısmında sıraladığımız sorulara cevab vermekten kurtulacağını sanıyordu. İnsan nedir? Vazifesi nelereden ibarettir? Hayatta insanın fonksiyonu nedir? Enerjisi neden ibarettir? Ve insan enerjisinni hududu nereye kadar uzanır?



Netice Carrel’in de dediği gibi insan gerçeğini iyi bilmemekten doğan katmerli bir cehaletin sonucu bir takım sistemler vazederek, medeniyet anlayışı ortaya çıkararak, ilmi nazariyeler ileri sürerek topluca insanlığı mahvetmek olmuştur..



 “İnsan” gerçeği üzrerinde enine boyuna bir inceleme yapmak insan psikolojisi üzerinde yapılması gereken bütün çalışmalardan önce gelir... Diğer taraftan şumüllü çalışma; insan psikolojisi üzerindeki tafsilatlı araştırmaları kısıtlamayacağı gibi o araştırmaların yolunu da aydınlatacaktır. Ayrıca insan fizyolojisi üzerindeki anatomik çalışmalara da yardımcı olacaktır. Gerek insan kalbi gerekse insan organizması üzerinde yapılacak etüdlerin derinleştirilmesinde de bu çalışmaların büyük faydası olacaktır.



Bu kitabın takib edeceği metoddan da anlaşılacağı gibi insan gerçeğini öncelikle bilmek, insanın vazifesinin neler, hayattaki yerinin neden ibaret olduğunu ve insan enerjisinin kapasitesinin nerelere kadar vardığını öncelikle bilmek sadece psikolojik araştırmalar yönünden değil batılı psikolojik ekollerin düştükleri metod hatalarına da düşmemek için yegane garanti unsurudur. Bir bütün olan insan varlığını muhtelif yönleriyle ele alarak bölümlere ayırmamaya da yardımcı olur. Ayrıca bu parça parça tedkiklerin sonucu ortaya çıkan neticelerin sağlam bir senteze kavuşturulmasını da sağlar. Parçaların birbiri ile olan uygunluğu olduğu gibi ortaya çıkar. Her parçanın başlı başına ele alınarak ayrı ayrı tetkik edilmesinin sonunda meydana çıkacak uyuşmazlıkların ortadan kalkmasını sağlar. Böylece muhtelif psikolojik tiplerin normaller ile anormaller arasındaki ayırım teminatı ortaya çıkar. Ve insanın kainat içindeki yeri ve hayat içindeki durumu da realizmi ile ortaya çıkar.



“Hani Rabbin meleklere: “Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım” demişti de melekler de: “biz seni hamd ile tesbih eder dururken yeryüzünde fesad çıkarıp kanlar dökecek kimse mi yaratacaksın?”demişlerdi. Allah’da: “Sizin bilmeyeceğiniz şeyleri ben bilirim” demişti.



Allah Adem’e bütün isimleri öğretmişti. Sonra onları meleklere gösterecek:” “Eğer sadıklardan iseniz bunları adlarıyla bana bildirin” demişti.



Melekler de: “Sana tesbih ederiz, senin bize bildirdiğinden başka bilgimiz yoktur. Şüphesiz ki her şeyi hakkıyla bilen, hüküm ve hikmet sahibi olan sensin” demişlerdi.



Allah: “ey Adem, onları adları ile kendilerine bildir.” deyince, Adem onları adlarıyla bildirdiğinde buyurdu: “Size demedim mi ki, ben göklerinde yerin de gizliliklerini muhakkak bilirim. Ve sizlerin neyi açıklayıp neyi gizler olduğunuzu da bilirim.”



Hani meleklere Adem’e secde edin demiştik te, onlar da hemen secde edivermişlerdi. Sadece şeytan kaçınmış, kibirlenmek istemiş, kafirlerden olmuştu.



Ve demişti ki:“Ey Adem, eşinle birlikte Cennette otur. Dilediğiniz yerde onun yemişlerinden bol bol yeyin. Yalnız şu ağaca yaklaşmayın. Yoksa ikinizde zalimlerden olursunuz.



Nihayet şeytan onları Cennetten kaydırdı. Oradaki nimetlerden ayırıp uzaklaştırdı. Biz de: “Kiminiz kimizinle düşman olarak inin. Yeryüzünde sizin için bir zamana kadar durak ve istifade edilecek şey vardır” dedik.



Derken Adem Rabbından kelimeleri belleyip, aldı. Onun üzerine tevbe etti. Şüphesiz ki tevbeyi ancak kabul eden, asıl merhamet sahibi O’dur.



Dedik ki: “Hepiniz oradan inin. Eğer benim tarafımdan size bir hidayet gelirse, kim benim hidayetime uyarsa artık onlar için hiç bir korku yoktur. Ve onlar mahzun da olacak değillerdir.



“Ayetlerimize küfredenler, işte onlar cehennem ashabıdırlır. Ve orada ebediyyen kalıcıdırlar.”(Bakara: 2/30-35)



İşte Kur’an’da varid olduğu şekliyle insanın kıssası... Diğer kitablarımızda6 yarattığı varlıkları en iyi şekilde bilen yüce yaratıcının naklettiği bu kıssadaki eğitimle ilgili ve sanat yönüyle alakalı ihramlarını açıklamıştık. “Ben onlara göklerin ve yerin yaratılışı ile kendi benliklerinin yaratılışı göstermedim” İnsan cinsinden hiç bir varlığın görmediği bu bilinmezlikler aleminden bize haber verecek olan yegane merci” Zatı Baridir.



(6) “İslam Eğitiminin Metodu” ve “İslam Sanatının Metodu”



Fakat biz bu ayeti kerimeyi bu konunun baş taraflarında ortaya koyduğumuz sorularla ilgisi bakımından psikolojik etüdümüzün sahası içinde bölümlere ayıracağız. İnsan nedir? Vazifesi neden ibarettir?Hayatta fonksiyonu nelerdir? Enerjisi nasıldır?Ve bu enerjinin hududu nereye kadardır? Sorularıyla ilgisi yönünden teker teker ayıracağız.



Kısa olmasına rağmen bu ayeti kerimede bu soruların cevabı bulunmaktadır. Hem de en mükemmel şekliyle. Ve biz insan psikolojisisinin tafsilatına ve muhtelif şekillerine geçmeden önce bu soruların cevabını vermek zorundayız.



Nedir insan?... İnsan yeryüzünde Allah’ın halifesidir. “Hani Rabbin meleklere: “Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım” demişti.” Halife kelimesi geniş anlamlar ifade eden derin veyüklü bir kelimedir.



Bu kelimenin taşıdığı manalardan birisi insan denen şu varlığın hayat sahnesinde çok önemli bir yeri olup değerinin son derece büyüklüğüdür.



Bir kerre o yeryüzünde halifedir. Evet Allah’ın halifesi...



Bütün kainat güçlerine hakim olan yaratıcı ve yoktan var edici Allah’ın halifesidir...



Elbette ki halifenin gerekleri ile donatılmış olması gerekecektir. Aksi takdirde hilafetin manası ne de değeri kalır.



Ayrıca o, tabii olarak kendisine hilafeti bahşeden zatın nurundan parçalar taşımalıdır. Aksi takdirde bu hilafete namzet olmaz. Hak kazanamaz...



Hem bu halife olan varalığın yeryüzünedki fonksiyonu, hayattaki vazifesi diğer varlıklarınkinden hem daha büyük olmalıdır, hem de daha önemli... Aksi takdirde başka varlıkların değil de onun hilafet makamına seçilmiş olmasının hiç bir manası kalmaz.



Her ne kadar biz bu etüdümüzüde doğrudan doğruya insan psikolojisi üzerinde duruyor isek te Kur’an’daki edebi tasvirin tesirinden kendimizi kurtarmamız tabii ki imkansızdır. Hilafet kelimesinde gizlenmiş bulunan bu manaların hepsini ayeti kerime bütün açıklığı ile gözler önüne seriyor ki kelimenin muhtevası iyice anlaşılabilsin...



Göklerin ve yeryüzünün kucak açtığı şu varlık... Yücelerin yücesinde Allah-u Teala bu yüce varlığın öncülüğünü ve üstünlüğünü ilan ediyor. Meleklerin de bundan haberdar etmek için topluyor. Bu haber karşısında melekler titriyorlar. Rablarına baş vurarak bu insan denen varlığın yaratılışındaki hikmeti ve halife seçilmesindeki nedenleri öğrenmek için daha fazla bilgi verilmesini istiyorlar. Halbuki melekler kendilerine verilen hiç bir bilgi hususunda Rablarına karşı sual tevcih etme durumunda değildirler. Çünkü onlar: “Allah’ın kendilerine emrettiği şeylerde ona isyan etmezler. Ve emrolunan şeyi yaparlar.” Sonra da melekler insanın yaratılışındaki mucize karşısında secdeye kapanıyorlar. Bu secde insanın yaratılışının önemini ibraz ettirme gayesine mebnidir. Ve insan denen mucizinin diğer mucizelerden üstünlüğünün ifadesidir.



Bütünüyle bu ifadelerin insan denen varlığın eşsizliğine delalet etmektedir...



Sonra ayeti kerime -hem burada hem de Kur’an’ın diğer yerleri de- insanın yeryüzündeki vazifesinin yeryüzünün imarı olduğunu belirtiyor. Şu halde yeryüzünde Allah’ın halifesi olmak demek, yapmak, icad etmekte, imar, tebdil vetağyir etmek demektir. Bütün bu işler ise Allah’ın fiilleridir. Arcak insanoğluna bir takım parçalar vermiştir ki insan bunlarla halifelik görevini yerine getirir. Ayrıca insana bir takım imkanlar sağlayarak destek olmuştur.



Sunulan bu imkanların en büyüğü bilgidir... İlimdir... “Allah Adem’e bütün isimleri öğretmişti”



İşte insanın diğer varlıklardan ayrılmasını sağlayan en önemli özelliklerden birisi. Meleklerden, insan bilgi yoluyla ayrılır. İnsanın yeryüzünde bilgi yoluyla yaptığı vazifeleri melekler bile yapmaktan acizdirler. Bir bakıma da bilgi Allah’ın insana bahşettiği ehliyet belgesi oluyor. Bu belgeyi meleklerde kabul ediyorlar ve güç ve kuvvvet sahibi yüce yaratıcıya secde ediyorlar.



Ne var ki insana sunulmuş olan bu geniş kabiliyetler... Bunların başında da yer alan Allah’ın onun sayesinde gökleri ve yeri insana müsahhar kıldığı kabiliyeti... “Ve size göklerde ve yerdeki her şeyi müsahhar kıldı”Evet bütün bu kabiliyetler insanın tabiatında var olan bir zaafı bütünüyle silip atamıyor. Duygusal şeyleri sevmesini...



“İnsanlara kadınlar, oğullar, altın ve gümüşten istiflenmiş yığınlar, yaylıma salınmış atlar, davarlar ve ekinlerden yana nefsin isteklerine muhabbet süslenip bezendi. Fakat bunlar dünya hayatının geçici metalarıdır.” (Al’i İmran: 3/14)



Yasaklanan meyveye burada şehvet ve duyusallık nisbet edilmektedir. Biz burada psikolojik etüd sadedinde bu meyvenin ne olduğu konusundaki tafsilatlara dalmak istemiyoruz. Memnu’ meyve nedir?Bununla ne kasdolunmuştur-Yeri neresidir? Gibi sorulara dalmak istemiyoruz. Burada bizi ilgilendiren sadece bu memnu meyve ile insanın kontrol mekanizmasını işleten iradesinin tecrübe edilmiş olmasıdır.İnsana verilen en büyük nimetlerden birisi de bu kontrol fonksiyonuna sahib olan irade mekanizmasıdır. Burada bizim üzerinde durduğumuz husus kontrol mekanizmasını yürüten iradenin “şehvetlere” engel olup olamıycağı hususudur. İnsan denen bu eşsiz varlık her zaman direnememektedir. Karşı koymak için her defasında iradesini takviye edememektedir. “And olsun ki biz gerçekten Adem’e daha önceden ahdettik. Ne var ki o ahdini unuttu ve onda biz azim görmedik.”



Şu kadar var ki bu zaaf sonsuz değildir. Ayağa kalkılması mümkün olmayan bir düşüklük manasına da gelmez.



İnsan her zaman bu düşüklükten kurtulabilcek durumdadır. Yeter ki yüzünü yüce yaradanına döndürsün. “Derken Adem Rabbından kelimeleri belleyip aldı. Onun üzerine tevbe etti.”



İşte insanın hayati değerlerinin başlıcalarından birisi.  İnsan şehvetler karşısında her zaman zaaflara maruzdur. Ne var ki bu zaafın yanı sıra aynı insan Allah’a yönelerk bu zaaftan kurtulacak kudret ile donatılmıştır. Tabiatının derinliklernide her ikisini de yapacak güç vardır.



“Nefse ve onu düzenleyene. Sonra da ona itaatı ve isyanı öğretene. Allah’ın temizlendiği nefis muhakkak kurtulmuştur. Azdırdığı da hüsrana uğramıştır.”



Sonra insan çatışmalara karşı donatılmış bir güçtedir de: “Bir kısmınız bir kısmınız için düşmanlar olarak indiniz dedik”...



Madem ki ortada bir düşmanlık söz konusudur. Şüphesiz meydanda çatışma da olacaktır. Çatışma gücü da bulunacaktır.



Şeytana karşı düşmanlık. Çeşitli şekil ve surette ortaya çıkan şer kuvvetleriyle çatışma. Bizi burada ilgilendiren bu çatışmadaki gücü tesbit etmektir. Hem bu güç insan hayatının en önemli değerlerinden birini teşkil eder. Yeryüzündeki fonksiyonunu yerine getirmek için bu çatışma zaruridir de. “Eğer Allah insanların bir kısmını bir kısmı ile ber taraf etmiş olmasaydı yeryüzü fesada uğrardı. Ne var ki Allah alemlere karşı lutuf ve ihsan sahibidir.”



Sonra insanın yeryüzünde istikrarave dinlenme imkanı da sağlanmıştır: “Ve sizin için yeryüzünde eğlenme ve konaklama vardır.”...



Muvakkat istikrar ve istifade edilecek şeyler insan hayatının belli başlı iki önemli değerleri arasında yer alır. İnsan bünyesi bunlarla da donatılmıştır. Bunun yanı sırada çatışma gücü de verilmiştir.



Nihayet insan yeryüzünde Allah tarafından kendisine verilen hilafet vazifesini yerine getirmektedir. Ve kendisini bu vazifeye seçen Allah tarafından da  desteklenmektedir.Rabbani hidayet düsturunu onun bu faaliyeti için rehberdir: “Eğer benim tarafımdan size bir hidayet gelirse, kim benim hidayetime uyarsa artık onlar için hiç bir korku yoktur. Ve onlar mahzun da olacak değillerdir.”İnsan fıtratı itibariyle Allah’ı yönelecek ve O’nun hidayetinden faydalanacak kabiliyettedir. Ayrıca aynı insan fıtratı Allah’tan uzaklaşıp ayetlerini inkar edecek kapasitededir de. “Bizim ayetlerimize küfredenler ise. İşte onlar Cehennem yaranıdırlar. Orada ebediyyen kalacaklardır.”...



İşte geniş hatlarıyla insan..



Şimdi artık bu yaratık ile ilgili genel bir fikir serdedebiliriz:



İnsan eşsiz bir yaratıktır. Onu kainattaki diğer varlıklar arasına sokarak yapılacak her türlü analiz kökten yanlış ve hatalı olacaktır. Gerek mekanik ifadelerle izah edilmek istensin gerekse organik yapı olarak belirtilmek istensin, ister nurani bir varlık olarak değerlendirilsin başka tür açıklamaların hepsi de eksik olacaktır.



Hayat devresinde insanın önemli bir rolu vardır. Bu önemin ilk işareti bizzat Allah-u Teala’nın onun doğuşunu haber vermesidir. Bu önemin diğer bir işareti de meleklerini bu yaratığa secde ettirmiş olmasıdır.Göklerin ve yerin onun emrine amade kılınmış olması, Allah-u Teala’nın yüce iradesinin insanın iradesi ile gerçekleştirme planına sokmuş olmasıdır.



“Bir millet kendisini değiştirmedikçe Allah’ta o milleti değiştirmez.”(Rad: 13/11)



“Eğer Alah insanların bir kısmını bir kısmı ile bertaraf etmiş olmasaydı yeryüzü fesada uğrardı.” (Rum: 30/41)



“İnsanların yaptıklarnıdan ötürü karada ve denizde fesad çıktı...” (Bakara: 2/251)



İnsan bir takım istidatlarla donatılmış bir yaratıktır. Bu istidatların en belirgin olanı bilgi kabiliyeti koruyucu güce sahib olan irade kabiliyetidir. Hilafetin manasında ve gereklerinde gizlenmiş bulunan faal güçteki kabiliyettir. Çatışma gücünde ortaya çıkan kabiliyettir. Allah’a yönelmek emirlerini alarak doğru yolu bulma kudreti ile yeryüzünde yerleşip istifade etme kabiliyetidir.



İnsan zaaf noktaları bulunan bir yaratıktır. Şehvet ve arzusu vardır. Allah’a verdiği ahdi unutup, doğru yolu hatırlamıyacak ve Allah’ın ayetlerini inkar edecek derecede zaaf noktaları vardır.



İnsan zıt çift tabiatlı (ambivilence) bir mahluktur. Hem en üstün mertebeye çıkabilcek güçtedir, hem de en alt tabakalara düşecek kabiliyettedir.



Bu genel düşünceleri belirttikten sonra insan üzerindeki etüdümüze girişebiliriz...



Fakat bu etüde dalmadan önce insanın işsizliği konusunda çağdaş ilmin neler söylediğine bir gözatmamız yerinde olur. Çünkü üzerinde durduğumuz konular ile çağdaş ilmin söylediği hususlar arasında açık delaletler bulunmaktadır.



Bu genel düşünceleri belirttikten sonra insan üzerindeki etüdümüze başlayabiliriz...



Fakat etüdümüze başlamadan önce ilmin bu konuda söylediklerine göz atmamız faydalı olacaktır sanırım. Modern ilim erbabı insanın eşsiz bir yaratık oluşuyla ilgili neler diyor bunu görmemiz mevzuumuzun aydınlanmasında bir çok yararlar sağlayacaktır.



Jullian Huxley “Modern Dünyada İnsan” Ma in the modern Worl adlı eserinde insanın eşsiz bir varlık olduğunu bildiren bölümünde şöyle diyor:



“Huxley insanın diğer hayvanlara nisbetle kainat içerisideki yeriyle ilgili görüşler bir sarkaç gibi durmadan yön değiştiriyor. Bazan kendisine hayranlığı son derece artarken bazan da bu hayranlığın derecesi zayıflıyor. Bazan insanla hayvan arasını korkunç uçurumlar ayırırken, bazan da çok küçük farklılıklar gösteriyor...



Darwin’in ileri sürdüğü nazariye ile sarkaç ters yöne doğru gelişmeye başladı. Ve bir kerre daha insanın bir hayvan türü olduğu fikri ağırlık kazandı. Ama bu ağırlık budalaca bir duygusallık içinde değil ilmi bir gerçek olarak kendisni hissettirdi. Ne var ki bu sefer sarkaç ulaşabileceği en son noktaya vardı. Ve ortaya çıkan netice Darwin’in hipotezini destekleyici mahiyetteydi.



Darwin’e göre insan da diğer hayvanlar gibi bir hayvandır. Binaenaleyh onun insan hayatıyla, yüce insanlık değerleriyle alakalı görüşleri diğer varlıklara nisbetle imtiyazlı değildir. Mesela bir kurttan veya bakteriden pekte farklı değildir. Evulosyoner başarının yegane mikyası varlğı sürdürmektir. Dolayısıyla mevcud olan ve varlığını devam ettiren bütün canlılar Darwin’in nazarında aynıdır, değer bakımından farksızdır. Gelişmişlik düşüncesi ise sadece insana mahsusdur. Şurası da su götürmez bir gerçekir ki: İnsan halihazırda mevcud olan yaratıkların efendisi ve en üstünüdür. Fakat zaman olur ki bir karınca veya fare de onun yerini alabilir.



Burada insanla hayvan arasında açılan gediğin küçüklüğü hayvana insancıl nitelikler vermenin abartılmış ve mübalağa edilmiş olmasından değil insanın insanlık niteliklerinni azaltılmış olmasıdandır. Bununla beraber yakın zamanlarda yeni yeni eğilimler ortaya çıkmış bulunuyor. Bu eğilimlerin nedeni ise bilgi sınırının gelişmiş olması ve bilhassa deneysel bilgilerin her geçen gün biraz daha ağırlık kesbetmiş olmasıdır.



Bunun içindir ki sarkaç ikinci defa yön değiştiriyor. Bu sefer insanla hayvan arasındaki gedik büyüyor ve bir uçurum halini alıyor.



Darwin nazariyesinden sonra artık hiç bir insan kendisinin hayvanlık ile ilgisinin bulunmadığını iddia edecek güce sahib olamamış ancak kendisinin iddia edecek güce sahib olamamış ancak kendisinin çok garip vetuhaf bir hayvan olduğunu kabul etmeye başlamıştır. Bir çok durumlarda ise kendisine benzeri bulunmayan bir hayvan hüviyeti vermiştir. Ama hala insanın biyolojik açıdan eşsiz bir varlık oluşunun tahlili fenomeni tamamlanmış değildir.



İnsanın en büyük özelliği ve hayretengiz hususiyeti düşünme kabiliyetidir. Eğer terminolojik kelimeleri seçmek temayülünüz varsa bunu şöylece ifade edebilirsiniz:İnsanın en büyük özelliği onun açık konuşabilmesidir.



İnsanın bu özelliğe sahib olmasının bir takım önemli sonuçları vardır ki bunların gelişmesi yer alır. Alışkanlıkların fazlaca gelişmesinin en önemli sonucu ise insanın sahib olduğu alet ve mekanizması geliştirilmesi ve güzelleştirmesidir.



Gerek bu alışkanlıklar ve gerekse vasıtalar insana yeryüzünde efendilik merkezini elde etmesini sağlamıştır. Bu biyolojik hususiyet çağımızda insanın en hayretengiz hassalarından birisidir.İnsanlık çoğalmakla kalmamış, gelişmiş, tekamül etmiş nüfuz sahası artmış ve o değişik hayat yoları bulmuştur.



Böylece biyolojik; insanı dinlerin belirttği gibi yaratıkların efendisi olduğunu belirten bir noktaya oturtuyor. Buna rağmen bizim genel görüşümüze uymayan noktaları pek çoktur. Biyolojik açından baktığımız zaman görürüz ki bütün hayvanlar sırf insanoğluna hizmet etmek için yaratılmamıştır. Ama insan yapısı itibariyle diğer canlılardan ayrı bir hüviyete sahib olmuş, tabii ve biyolojik faktörlerle diğer canlıları geçmiş ve yer yuvarlağının en gelişmiş canlısı durumuna gelmiştir. Binaenaleyh hiç bir zaman için dini düşüncenin mistik hayal gücünün eseri olarak ortaya koyduğu insanla ilgili hikayeler doğru değildir. Şu kadar var ki insanın biyolojik mekanizmasında sağlam jeolojik faktörlerin de tesiri çok büyüktür.



Konuşma alışkanlık ve diğer organlar insana diğer bir takım daha özellikler kazandırmıştır ki bunların bir benzerinin diğer varlıklar arasında bulunması imkan haricidir. İnsana has olan bu özellikleri burada tekrar sayıp dökecek değiliz, çünük bunlar herkes tarafından bilinmektedir. Biz sadece insanın bilinmeyen özellikleri üzerinde duracağız. Aslında insan türü biyolojik özellikleri itibariyle eşsiz bir yaratıktır. Ne var ki bu özellikler ve nitelikler üzerinde ne zooloji noktai nazarından ne de sosyoloji noktai nazarından dikkat ve itina ile durulmamıştır.



... Son olarak gelişme çevresi itibariyle insan diğer gelişmiş hayvanlardan hiç birine benzemez.



Aslında insanın bir canlı varlık olarak en ağır basan yanı ve özelliği manevi düşünce yapısıdır.



Şunu kafamızdan hiç çıkarmamız gerekir ki, hayvanla insan arasıdaki en bariz fark düşünce yapısının farklılığıdır. insanın zihni yapısının esnek oluşunun tabii sonucu olarak bir takım psikolojik neticeler ortaya çıkmaktadır ki rasyonalist filozofların bunların üzerinde fazlasıyla dururlar.



Biz insan seviyesine vardığımız zaman bir takım yeni yeni komplekslerle karşılaşırız. Daha önce de dediğimiz gibi insanını en büyük hususiyetlerniden birisi de şehevi duygularına hakim olmasıdır.



Sadece insan türüne mahsus olan bu özellik biyolojik olmaktan daha çok psikolojiktir, ama bunun tabii sonucu olarak ortaya bır takım özellikler daha çıkmaktadır ki bunları şöylece sıralıyabiliriz:



I İnsan hem genel anlamda hem de özel alamda bir düşünce mekanizmasına sahibtir.



II Hayvanlarda zeka ile hareket arasında bir farklılık vardır. Ama insanın zihni formasyonu bütüncüdür, birlikte çalışır.



III Kalan, kabile, millet, parti ve dini cemaatlar gibi sosyolojik birliklere sahibtir ve her birisine kültürü ve gelenkleriyle sım sıkı bağlıdır.



Burada biz insanın faaliyet tarzları üzerinde duracak değiliz... Doğrusu insanın belli başlı faaliyetlerinin aslında temel özelliklerinin ikinci dereceden tezahürleri durumumdadır. Binaenaleyh insan bu formaysonu ile de diğer bütün canlılardan ayrılır ve eşsizdir.



Gerek konuşma, düzenli olarak oyunlar tertib etme, öğrenme, ücretle çalışma bağ bahçe ekimi yapma, tarımsal faaliyetlerde bulunma gerekse ödev, vazife, sorumluluk, hata ve doğruluk horluk ve nedamet gibi motiflerin hepsi insanın temel özelliklerinin ikinci dereceden tezahürleridir. Realitede asıl zor olan insanın eşsiz olmayan bir faaliyetini tesbit edebilmektir. Hatta yemek içmek yatmak ve uyumak gibi temel biyolojik faaliyetleri bile insana has  eşsiz güzelliklerle süslenmiştir.



İnsanın eşsiz bir yaratık olmasının ikinci dereceden bir takım daha sonuçları olabilir. Ama biz henüz onları keşfedememiş olabiliriz.



Doğrusunu söylememiz gerekirse o sonuçlar da ortaya çıkınca bugünkünden çok daha eşsiz bir varlık durumuna gelecektir.”...7



(7)Man in the modarn world: Sh: 1 36 değişik pasajlar.



1- Jullian Huxley, ateist bir bilgindir. Allah’ın varlığını kabul etmez. Bu pasajlarda o hakkı görmeye yaklaşıyor ama onuruna kapılarak gerçeği kabul etmekten kaçınıyor. Bir de bakıyorsunuz ki apaçık gerçeklere ters düşen iddialar ileri sürüyor. Fakat onun dilinden dini düşüncenin derin biyolojik temelleri olduğunu yakalamak az önemli değildir. İmansız birisinin dini gerçeklere bundan daha fazla yaklaşmasını beklemekten daha safdillik olur mu?



İşte ilmin söylediği söz. Allah’a inanmayan bir ateistin dilinden sunduk onları.



Ne var ki bu imansızın söylediklerinde Allah’ın kitabının açıkladığı hayretengiz gerçeklerin ikrara yer alıyor. İlim -gün be gün- insanın eşsizliği hususunda yeni yeni keşiflerde bulunuyor. Halbuki bu buluşları din çok önceden belirtmiştir.



Yukarda iktibas ettiğimiz pasajlarda açıklanmasını istediğimiz metoda dair bazı şeyler bulacağınızı sanıyorum.



Ama asıl gerçek Allah’ın kelamıdır. Bunları ikrar etmekle ilmi araştırmanın akışını ters yüz edecek değiliz. Aslında ilmi araştırmaların bu gercçekleri keşf etmesi Allah’ın ayetlerini araştırmak hususunda Cenab-ı Rabbil aleminin buyruğuna uymanın ifadesi olacaktır.



“Yeryüzünde de gerçekten insanlar için bir çok ibretler vardır. Nefislerinizde de... Daha da bakmaz mısınız?” (Zariyat: 51/20-21)



“İleride onlara hem yeryüzünün çevresinde, hem de bizzat nefislerinde ayetlerimizi göstereceğiz.” (Fussulet: 41/53)



Nihayet dinin koyuduğu külli gerçekler ilmin verdiği tafsilatlı bilgilerle birleşir ve böylece hayatın normal akışı sağlanır.



Şu anda insan konusuda bir genel fikre sahib olmuş bulunuyoruz. Öyleyse konuyu derinlemesine incelemek üzere araştırmamıza girişebiliriz. Böylece bir takım gereksiz uzatmalara düşmekten kurtuluruz.



Şüphesiz ki bu genel fikir araştırıcının araştırmasıda derinleşmesini kısıtlayacak değildir.Araştırma hürriyetini zedelemeyektir. Onu muayyen bir proğramı takibe de zorlamayacaktır. Ne var ki araştırmacı bu genel fikir muvacehesinde atacağı adımlarını ayarlayacak ve metoddan uzaklaşmamak yolunu şaşırmamak için bu genel fikri göz önünde bulunduracaktır.



Mesela insanın eşsiz bir varlık olduğunu düşündüğü klasik Darwinizmin8 düştüğü yanlışlıklara düşürek nisanı diğer canlı varlıkları izah ettiği gibi biyolojik bir canlı olarak açıklama yanılgısan düşmeyecektir. Daha sonra Freud’ün düştüğü hatayı tekrar etmeyecektir. İnsanı biyolojik ve psikolojik yapısındaki eşsizliği incelerken bu açık eşsizlikler karşısında gözünü yumarak kendi arzusuna göre bir açıklama tarzı tutturup illada onun üzerinde ısrar etmeyecektir.



(8) Bunu Julian Huxley’in temsil ettiği neo Darwinizmden ayırmak için klasik diyorum.



İnsan ufkunun genişliğini, insanın kabiliyetlerinin değişikliğini göz önünde bulundurduğu zaman insanı bir tek faktöre göre açıklama hatasına düşmeyecektir. Freud’ün yaptığı gibi insan faaliyetlerini libido ile izah etmeyecek, Adeler’in yaptığı üstünlük komleksi ile açıklamayacak, Jung’un yaptığı gibi aşağılık kompleksi ile izah etmeyecektir. Tecrübeci ekolün yaptığı gibi bedeni enerji ile, komünistlerin yaptığı gibi tarihi veya iktisadi materyalizmle izah eteye kalkışmayacaktır. Çünkü insanın sahası bütün bunların her birisinde çok daha geniştir. Her faktörü ayrı ayrı kapsar insan bünyesi. Birbirinden ayırdebilmesi mümkün olmayacak derecede komple bir bütünlük arzeder. Bunların hepsi ve ancak hayaller peşinde koşuşan nazariyeler görmezlikten gelirler bu gerçeği...