Örfün Değişmesiyle Hükümlerin Değişmesi:

Örf deliline dayanarak yapılan ictihadların örfün değişmesiyle dayanaktan yoksun kalacağı açıktır. İbn Âbidîn bu konuda şöyle der: "Fıkhî meseleler ya açık bir nass'a (ayet-hadis) dayanır, ya da re'y ve ictihad ile sabit olurlar. Bu bölüme giren fıkhî meselelerin çoğunu müctehid, kendi çağının örfüne dayandırmıştır. Eğer müctehid, bugünkü örfün hâkim olduğu devirde bulunsaydı, öncekine uymayan yeni bir görüşe sahip olurdu. Bu yüzden bilginler, insanların adetlerini bilmeyi ictihadın şartları arasında saymışlardır. Zamanın değişmesiyle bir çok hükümler de değişmektedir. Eğer bu hükümler, ilk şekilleri gibi kalacak olurlarsa, hem halka güçlük ve zarar verirler; hem de kolaylık sağlama ve dünya nizamının en güzel şekilde devam etmesi için zarar ve fesadı önleme esasına dayanan şeriat kurallarına aykırı düşerler. Bu yüzden mezhep bilginleri, müctehidin kendi devrine göre açıkladığı bir takım hükümlere muhalefet etmişlerdir. Çünkü onlar biliyorlardı ki, müctehid bunların çağında olsaydı, mezhebinin kurallarına uyarak, kendileri gibi düşünürdü."[5]



Sonraki müctehidlerin, bu esastan hareket ederek eski örfe dayanan bir çok meselelerde yeni örf sebebiyle öncekilere muhalefet ettikleri görülür. Örnekler:



1. Taat sayılan amel karşılığında ücret alınması. Hanefilere göre imamlık, müezzinlik, Kur'an-ı Kerim öğreticiliği gibi iş ve meslekler karşılığında ücret alınmaz. Çünkü bunlar taat kabilindendir. Diğer taat ve ibadetlerde olduğu gibi bunlar için de ücret alınamaz. Bu hüküm müctehid imamların devrine uygundu. Çünkü o dönemde imamlık, müezzinlik ya da Kur'an öğreticiliği yapanlara ihtiyaç içinde iseler, beytülmal'den tahsisat verilir ve onlar başkasına muhtaç olmazlardı. Sonraki müctehidler zamanında beytülmal'den bunlara ayrılan tahsisat kesildi. Eğer bunlar ücret almazlarsa bu işleri yapan kalmaz oldu. Bunlar başka işle uğraşarak geçimlerini sağlayınca da dinî hizmet ve öğretim ihmale uğradı. Bu yüzden sonraki Hanefî müctehidleri önceki şartların değiştiğini dikkate alarak dinî hizmetlerde çalışanların imamlık, müezzinlik ve Kur'an öğreticiliği gibi meslekleri yapanların bunu ücret ve maaş karşılığı olarak yapabileceklerine fetva verdiler. Şâfiiler ise işin başından itibaren bu hizmetleri yapmanın bir icâre (iş) akdi konusu olduğunu ve ücret almanın meşrû bulunduğunu söylediler.[5]



2. Emanet; kasıt, kusur veya ihmal olmadıkça tazmin edilmez. Ancak zamanla güven azalmış, kötülükler artmış, emin bilinen kimseler hıyânet etmeye başlayınca, ortak olarak çalışan kimsenin, elinde iken telef ettiği şeyi tazmin etmesi esası getirilmiştir. Burada amaç, işçinin hıyanet etmesini önlemektir.



3. Vakıf arazi ile yetimlere ait malların kiraya verilmesi bir süre ile sınırlandırılmıştır. Çünkü çok uzun süreli kira akdi yapıldığı takdirde, bu vakıf ve yetim mallarını kendi mülkü gibi benimseme ve hak sahiplerine bunlardan mahrum etme sonucu ortaya çıkmaya başlamıştır. Bu yüzden dükkan ve evler için bir yıl, tarla ve bahçeler için üç yıllık süre sınırlaması getirilmiştir. Bu süreler sona erince yeniden kira sözleşmesi yapılır. Bu kural, yeni kira bedeline göre düzenleme yapma imkânını da verir. Diğer yandan Hanefilerin çoğunluk görüşüne göre, beytülmal, vakıf veya yetime ait menkullerin satışı veya kirası rayiç bedelle olur. Eğer satış bedeli veya kira, gabn-ı fahiş derecesinde düşük olursa, akit batıl olur. Satın alana veya kiracıya ya rayiç bedel üzerinden muamele yapması, ya da malı geri vermesi istenir. Menkullerde fahiş gabin miktarı % 5 ve daha fazla, gayri menkullerde ise % 20 ve daha fazla olan miktardır.



4. Ebû Hanîfe've göre, şâhitlik için, şahitlerin tezkiyesine gerek yoktur. Çünkü Hz. Peygamber "Müslümanlar, birbirine göre doğru (udül) kimselerdir"[5] buyurmuştur. Bu uygulama Ebû Hanife devrine uygundu. Ancak zaman geçip yalancılık yayılınca, şahitlerin tezkiyesine ihtiyaç duyuldu. Bu yüzden kaza işlerinde Ebû Yusuf ve İmam Muhammed şahitlerin tezkiyesinin şart olduğuna fetva verdiler.[5]