Savm/Oruç; Anlam ve Mâhiyeti

“Oruç” Farsça’daki “rûze” kelimesinin Türkçeleşmiş şeklidir. Arapça’sı “savm” ve “sıyâm”dır. Savm kelimesi Arapça’da “bir şeyden uzak durmak, bir şeye karşı kendini tutmak, engellemek” anlamında kullanılır. Fıkıh terimi olarak ise, imsak vaktinden iftar vaktine kadar, bir amaç uğruna ve bilinçli olarak, yeme içme ve cinsel ilişkiden uzak durmak demektir.



İmsâk, Arapça’da “kendini tutmak, engellemek” anlamına gelir. Orucun temel unsuru da (rükün) bu anlamdır. İmsak vakti tâbiri, dilimizde, oruç yasaklarından (yeme içme ve cinsel ilişki) uzak durma vaktinin başlangıcı anlamında kullanılır. İmsak vakti, tan yerinin ağarması (fecr-i sâdık) vakti olup, bu andan itibaren yatsı namazının vakti çıkmış, sabah namazının vakti girmiş olur; bu vakit aynı zamanda sahurun sona erip orucun başlaması vaktidir. İftar vakti ise, oruç yasaklarının sona erdiği vakit anlamında olup, güneşin batma vaktidir. Bu vakitle birlikte akşam namazının vakti de girmiş olur. Gündüz ve gecenin teşekkül etmediği bölgelerde oruç süresi, buralara en yakın normal bölgelere göre belirlenir.



Kur’an’da orucun başlangıç ve bitiş vakti, mecâzî bir anlatımla şöyle belirtilir:



“...Fecrin beyaz ipliği (aydınlığı) siyah ipliğinden (siyahlığından/karanlığından) ayırt edilecek hale gelinceye kadar yiyip içiniz; sonra, akşama kadar orucu tamamlayın...” (Bakara: 2/187)



İmsak vaktinden iftar vaktine kadar yeme, içme ve cinsel ilişkiden uzak durmanın bir amacı olmalı ve bu iş bilinçli olarak yapılmalıdır. Bu amaç ve bilinç, orucun Allah rızâsı için tutuluyor olmasıdır ki kısaca “niyet” tâbiri ile anlatılır. Bu amaç ve bilinç olmadığı zaman, meselâ imkân bulamadığı için veya perhiz, rejim, zindelik gibi başka amaçlar için bu üç şeyden (yeme, içme, cinsel ilişki) uzak durmak oruç olarak değer kazanmaz.



Oruç, Peygamberimiz’in hicretinden bir buçuk sene sonra Şâban ayının onuncu günü farz kılınmış olup, İslâm’ın beş temel erkânından biridir. Peygamberimiz bu hususu “İslâm beş şey üzerine kurulmuştur: Allah’tan başka ilâh/tanrı olmadığına ve Muhammed’in O’nun kulu ve elçisi olduğuna şehâdet/tanıklık etmek; namaz kılmak, zekât vermek, Ramazan orucunu tutmak ve gücü yetenler için Beytullah’ı ziyâret etmektir (hac)”[1] diyerek bildirmiştir. Orucun farz kılındığını bildiren âyetler de Bakara, 183 ve 184. âyetleridir.           



Oruç tutmak, diğer ibâdetlere nazaran biraz daha sıkıntılı olduğu için Allah, orucun farz kılındığını bildirirken, psikolojik rahatlatma sağlayacak ve emre muhâtap olan müslümanların yüksünmesini engelleyecek bir üslûp kullanarak, oruç tutmanın önceki ümmetlere de farz kılındığını belirtmesi yanında, ayrıca orucu daha sıkıntılı hale getirmesi muhtemel iki durumu (hastalık ve yolculuk) oruç emrinin hemen peşinden geçerli mâzeret olarak zikretmiştir. Bu üslûp, meselâ öteki ümmetlerde de bulunduğu anlaşılan namaz için kullanılmamıştır.



Oruç, riyânın en az karışacağı bir ibâdet olduğu için sevâbı en fazla olan ibâdetlerden sayılmıştır. Peygamberimiz’den nakledildiğine göre, orucun bu yönüne ilişkin olarak Allah, “Oruç Benim içindir; onun karşılığını Ben vereceğim”[2] buyurmuştur. Bu bakımdan oruç tutmanın sevap olarak karşılığı oldukça yüksektir. Cennetin özel olarak oruç tutanların girmesi için ayrılmış bulunan “Reyyân” adlı kapısından girme hakkı (Buhârî, Savm 4) bu karşılığın mukaddimesi sayılmıştır.[3]