MESÂLİH-İ MÜRSELE

"Mesâlih", yerine göre gerekli olan iş, söz, davranış, iyilik, düzen, barış yolu, kârlı iş, uygun iş anlamındaki "Maslahat" kelimesinin çoğulu; "Mürsele", "Resele" den türetilmiş olan "İrsâl" masdarından ism-i mef'ul olup, salıverilmiş, başıboş bırakılmış, kayıt ve şarta bağlanmamış şey; "Mesalih-i Mürsele" her hangi bir kayda bağlı olmayan maslahatlar anlamında bir İslâm hukuku terimi. Mesâlih-i Mürsele yerine Maslahat-i Mürsele terimi de kullanılır.



Mesâlih-i Mürsele ile isdidlâl etmeye "İstislâh" denilir. İstislâhın sözlük anlamı, maslahat bulunan yönü almak, bir şeyin ıslâhını, düzeltilip iyi bir duruma getirilmesini istemektir. İstislâh terimi, Mesâlih-i Mürsele anlamında da kullanılır. Mesâlih-i Mürsele'nin istilahî anlamı; hakkında nass, icma ve kıyas gibi emir veya yasak edici şer'î bir delil bulunmayan ve İslâm'ın ruhuna uygun olan maslahatlara göre hüküm vermek veya davranmaktır.



İslâm hukukunun bütün hükümleri insanların maslahatlarını (faydalarını) gözetir, insanların dünya ve âhirette mutlu olmaları amacını güder. Nitekim Kur'an-ı Kerim, "Seni ancak alemlere rahmet olarak gönderdik" (el-Enbiyâ, 21/107) ve Ey insanlar, size Rabbinizden bir öğüt, gönüllere bir şifâ ve hidâyet, mü'minlere bir rahmet gelmiştir" (Yûnus, 10/57) buyurulmuştur. İslâm'ın gözettiği maslahatlar beş şeyi koruma esasına dayanır. a) Dini koruma, b) Canı koruma, c) Aklı koruma, d) Soyu koruma e) Malı koruma.



slâm hukukçuları, Mesâlih-i Mürsele'nin şer'î bir delil olup olmayacağı konusunda ihtilaf etmişlerdir. Hanefi ve Şâfiî fakihleri, bunu bağımsız bir delil olarak kabul etmeyip, kıyasın içinde mütalâa ederler. Mesâlih-i Mürsele'nin şer'î bir delil olarak kabul edilmesi gerektiğini hararetle savunan İmam Malik'tir. Ancak o, bunun delil olabilmesi için şu üç şartı ileri sürer:



Kendi başına bir delil olan maslahat ile Şâri'in amaçları arasında bir uygunluk olmalıdır; o, şer'i bir delile aykırı olmamalıdır; hakkında bir delil bulunmasa bile cinsi itibariyle İslâmın gözettiği maslahatlarla bağdaşmalıdır.



Maslahat, akla aykırı değil, yatkın olmalı ve akıl erbabına sunulduğunda kabul edilecek nitelikleri taşımalıdır.



Maslahata göre verilen hüküm, zarurî bir güçlüğü kaldırmalıdır. Öyle ki, maslahat ile hüküm verilmeyecek olursa, insanlar sıkıntı ve güçlük içinde kalabilirler.



Hanbelîler de Mesâlih-i Mürselenin şer'i bir delil sayılabilmesi için, Mâlikilerin ileri sürdükleri şartlara uygun olmasını kabul ederler. Gelen rivayetlere göre İmam Ahmed b. Hanbel, Maslahata uyarak bir çok fetva vermiştir (Mustafa Zeyd, el-Maslahatu fi't-Teşrî'il-İslâmî, Kahire 1954, s. 58). Meselâ o, bir babanın kör, müzmin, hasta, ihtiyaç içinde kıvranan, aile fertleri çok, ya da ilim tahsil etmekte olan çocuklarına malını özel olarak hibe etmesini, maslahat esasına dayanarak caiz saymıştır (Mustafa Zeyd a.g.e., s. 58).



Mesâlih-i Mürsele adı verilen ve hakkında müsbet veya menfi her hangi bir nass bulunmayan maslahatlara göre hüküm verme meselesi sahabe döneminde mevcuttu. Sahabi ve tabiiler devrinde maslahata göre verilen fetva ve hükümlerle ilgili örnekler çoktur.



Hanefiler, fıkıh usullerinde mesâlih-i mürsele'ye başlı başına bir kaynak olarak yer vermemişlerdir. Fakat İmam Ebû Hanîfe ve arkadaşları istislah veya mesâlih-i mürsele terimini kullanmamışlarsa da; bazı hükümleri istinbat ederken maslahatı gözetmişlerdir (Abdülkadir Şener, Kıyas, İstihsan, İstislah, Ankara 1974,s. 137-155).



Hanefîlerin maslahata göre verdikleri fetvalara şu örneği vermek mümkündür; Ebû Yusuf, İmam Ebu Hanife'den şunu rivayet eder: "Müslümanlar, eşya veya koyun gibi bir kısım ganimet ele geçirseler ve bunları taşımaya güçleri yetmese, düşmanlar (şirk ehli) bunlardan yararlanmasın diye koyunları kesip bunların etlerini ve diğer eşyayı yakmalıdırlar" (Ebû Yûsuf er-Raddu ala Siyeril-Evzaî, Kahire 1357/1938, s. 83). Bu hüküm, tamamen müslümanların maslahatına ve onlar aleyhine doğacak zararın önüne geçilmesi prensibine dayanmaktadır.



İmam Şafiî'ye gelince, o, Mesâlih-i Mürsele'yi istihsana dahil saydığı için reddetmiş ve onu şer'an muteber bir delil olarak kabul etmemiştir. Ona göre Allahu Teâlâ, kullarının bir kısım maslahatlarını terk etmiş ve onları başıboş bırakmış değildir. İmam Şafiî'nin, nefsî arzuların eseri olmayan ve İslâmın gayelerine uygun olan maslahatlara veya bu nevi Mesâlih-i Mürseleye karşı çıktığını sanmıyoruz (Mustafa Zeyd, a.g.e., s. 39-40; Abdül-Kerim Zeydân, el-Vecîz fi, Usülil-Fıkh, Bağdat, 1393/1973, s. 198-205).



Abdülbaki TURAN