İslâm'a Göre Köleliğin Temel Kaynağı Olan Savaş Esirlerinin Köleleştirilmesi

İslâm, hür insanların köleleştirilmesini tasvip etmemiş, "hür bir insanı köle yapıp satan kimsenin, kıyâmette hasmının Allah olduğunu" belirtmiştir." (Buhârî, Büyû' 106, İcâre 10). Yukarıda sayılan kaynakların hemen tümünü geçersiz saymış, sadece savaş esirlerinin bazı şartlarla köleleştirilmesini onaylamıştır. Savaşta "karşılık" esas olduğu için, özellikle İslâm'ın ilk dönemlerinde, savaştaki karşı tarafın müslümanları esir alıp köleleştirdiği duruma, aynı ceza ile karşılık verilmesi, eğer İslâm ve müslümanların maslahatına uygun ise, İslâm devlet başkanının tercihine bırakılmıştır. Bu konu da, tek seçenek değildir. Hatta Kur'an, esirlerin köleleştirilebileceğini de belirtmez. Bunun dışında müslümanların tarihsel süreç içinde kabul ettiği ikinci kölelik kaynağı ise, kölelerin çocuklarıdır. Başka yolla köleleştirmeyi hiçbir İslâm âlimi kabul etmez. İslâm'a göre, esirlerin köleleştirilmesi konusunu izah etmeye çalışalım:



"(Savaşta) İnkâr edenlerle karşılaştığınız zaman boyunlarını vurun. Nihâyet onları iyice vurup sindirince bağı sıkıca bağlayın (onları esir alın). Ondan sonra artık ya lütfen bırakır veya karşılığında fidye alırsınız. Harp, ağırlıklarını bırakıncaya (savaş sona erinceye) kadar (böyle yaparsınız.). Allah dileseydi (kendisi) onlardan öç alırdı, fakat sizi birbirinizle denemek için (size savaşı emrediyor). Allah, kendi yolunda öldürülenlerin yaptıkları işleri zâyi etmeyecektir." (47/Muhammed, 4).



Bu âyette mü'minlere, kâfirlerle karşılaştıkları zaman onların boyunlarını vurmaları, onları sindirip savaşta gâlip gelince bağlayıp esir almaları, savaştan sonra esirleri ya bir iyilik ve ikram olarak veya fidye karşılığında serbest bırakmaları emrediliyor. Allah dilese, mü'minlerin öcünü bizzat kendisi alır, savaşmaya gerek kalmaz. Ama Allah insanları birbirleriyle denemek ve imtihan etmek için savaşı takdir buyurmuştur.



Savaşın amacı, vicdanlar üzerindeki baskıyı kaldırmak, insanlara inanç özgürlüğü sağlamaktır. Bu özgürlüğü sağlayabilmek için insanları baskı altında tutan saldırgan küfür ve zulüm liderlerini sindirmek, küfrün belini kırmak gerekir. Savaşılması ve sindirilmesi istenen kimseler, müslümanlara saldıran küfür liderleridir. Kendi hallerinde yaşayan kimselere saldırılmayacağı birçok âyette vurgulanmıştır: "Allah saldırganları sevmez." (2/Bakara, 190), "Zâlimlerden başkasına düşmanlık yoktur." (2/Bakara, 193)



Kur'an'daki esirlere karşı tatbikatla ilgili âyetten çıkarılan hüküm gereği, çoğunluğun kanısına göre imama (İslâm Devleti başkanına), esiri ya fidye ile veya fidyesiz serbest bırakma seçeneği verilmiştir. Ancak, fakîh ve müfessirlerin çoğunluğu, Hz. Peygamber'in, Bedir Savaşında alınan esirlerden ikisini öldürmüş, çoğunu fidye ile, bir kısmını da fidyesiz serbest bırakmış olmasına dayanarak imamın, dilerse esiri öldürebileceği düşüncesini benimsemişlerdir. İmam Şâfiî'ye göre imam (İslâm Devleti başkanı), dilerse esiri öldürür, dilerse fidyesiz veya fidye ile serbest bırakır, dilerse köle yapar. (İbn Kesir, 4/174). Başka bir görüşe göre esir, ya fidye ile veya fidyesiz serbest bırakılır veya köle yapılır, ama öldürülmez. Bir başka görüşe göre de, âyette esir hakkında sadece fidyesiz veya fidye ile serbest bırakma hükmü vardır. Bunun için esiri öldürme veya köle yapma câiz değildir. Hasan-ı Basrî bu görüştedir. Haccâc, getirdiği esirleri öldürmesi için Abdullah bin Ömer'e gönderdiği zaman Abdullah İbn Ömer şöyle dedi: "Bize böyle emredilmedi. Yüce Allah: "Onları vurup sindirdikten sonra bağlayın; daha sonra ya lütfen veya fidye ile serbest bırakın" buyurmuştur. (Câmiu'l-Beyân, 26/41).



Hz. Peygamber'in gönderdiği birliklerden biri, Necd yöresindeki Hanefiyye Oğullarından Sümâme İbn Esâl'i tutsak edip getirmişler ve Mescidin direklerinden birine bağlamışlardı. Allah'ın Rasûlü, Sümâme'nin yanına gelip: "Sümâme, yanında neyin var (Fidye verecek paran var mı)?" diye sordu. Sümâme: "Yâ Muhammed, yanımda param var. Eğer öldürürsen kanı araştırılacak birini öldürmüş olursun. Eğer lütfen serbest bırakırsan sana teşekkür edecek birini serbest bırakmış olursun. Mal istiyorsan, istediğin kadar verilir" dedi. Peygamber gitti, ertesi gün gelip aynı şeyi sordu ve aynı cevabı aldı. Üçüncü gün de sordu ve aynı cevabı alınca Sümâme'nin serbest bırakılmasını emretti. Serbest bırakılan Sümâme, Mescidin yakınındaki bir hurmalıkta yıkanıp Mescide geldi, şehâdet getirip müslüman oldu ve şöyle dedi: "Senin yüzün, en çok nefret ettiğim yüz idi; şimdi en çok sevdiğim yüz oldu. Dinin en sevmediğim din idi; şimdi en sevdiğim din oldu. Kentin en sevmediğim şehir idi; şimdi en sevdiğim kent oldu. Süvârilerin beni yakaladıkları zaman Umreye gidiyordum. Şimdi ne buyurursun?"



Allah'ın Elçisi onu müjdeledi, umre yapmasını emretti. Sümâme, umre için Mekke'ye gidince biri ona: "Sâbiî mi oldun?" diye sordu. Sümâme: "Hayır, Allah'ın Rasûlü'nün yanında müslüman oldum. Vallahi bundan sonra Rasûlullah izin vermedikçe Yemâme'den size bir dâne dahi buğday gelmez" dedi. (Müslim, Cihad 59; Hâzin, 6/174)



Bu âyet (47/Muhammed, 4), genel olarak esirler hakkında yapılacak işlemi belirlemektedir. Bu işlem de savaş esnâsında onları tutuklamak, savaştan sonra da ya menn veya fidye, yani ya lütfen veya fidye karşılığında serbest bırakmaktır. Gerek Kur'an'ın bu konudaki âyetlerinden, gerek Allah Rasûlünün uygulamasından şu sonuca varırız: 1) Esas prensip, esirlerin öldürülmemesidir. 2) Yaşaması ve serbest bırakılması tehlikeli olan, önceden ağır suç işlemiş esirler öldürülebilir. İşte Ukbe ve Nadr İbn Hâris, vaktiyle müslümanlara çok kötülük etmiş, azılı düşmanlar idiler. Onlar, müslümanlara yaptıkları kötülüklerden, işledikleri cinâyetlerden ötürü; Kurayzalılar da büyük hiyânetlerinden ötürü ölüm cezâsına çarptırılmışlardır. Ama normal savaş esirleri hakkında Kur'an'ın hiçbir âyetinde ölüm cezâsı yoktur. Bundan dolayı normal savaş esiri öldürülemez, toplu katliam kesinlikle yapılamaz.



Ne bu âyette, ne de başka bir âyette esirin öldürüleceğine dair bir hüküm vardır. Kur'an'ın hiçbir yerinde esirin köle yapılacağını bildiren bir âyet de mevcut değildir. Tam tersine, Kur'an: "Fakat o, sarp yokuşu aşamadı. Sarp yokuşun ne olduğunu sen nereden bileceksin? Bir boynu (kölelik zincirinden) çözmek." (90/Beled, 11-13) âyetleriyle temeli esârete dayanan köleyi özgürlüğe dayanan köleyi özgürlüğe kavuşturmayı, ulaşılması gereken ideal bir hedef olarak göstermekte; "Yoksula, yetime ve esire sevdikleri yemeği yedirirler." (76/İnsan, 8) âyetiyle de esire iyilik etmeyi, ona iyi bakmayı; çöpe atılacak yemekler değil; sevilen güzel yemekleri yedirmeyi öğütlemektedir.



Bazı Bedir esirleri ve Sümâme olayında olduğu gibi, Peygamber (s.a.s.), bir kısım esirleri fidyesiz serbest bırakmıştır. Ukbe ve Nadr'ın öldürülmesi, bu âyetin inzâlinden önce olduğu gibi, Kurayza Oğulları olayı da bu âyetten çok öncedir. Ve onlar hakkındaki hüküm, kendi hiyânetlerinin cezâsı olarak Tevrat'ta belirlenen hükümdür. Yani onlara, kendi Kitaplarının hükmü uygulanmıştır. O hüküm, Kur'an'ın hükmü değildir. Çünkü Kur'an'ın hiçbir yerinde Kitap ehli veya başka bir din mensubu esirin öldürüleceğine dair bir hüküm yoktur. Bedirde öldürülen iki esir, Mekke devrinde Peygamber'in en azılı düşmanı idiler. Ona etmedikleri eziyet bırakmamışlardı. Mekke'de nâzil olan âyetlerde onların bir azâba uğrayacakları bildirilmişti. Onlar, işledikleri suçların cezâsı olarak idam edilmişlerdir. Onları sıradan esir saymak doğru değildir. Onlar sadece savaş suçlusu değil, çok  eskiden  beri  suçlu  idiler.  Eski  hiyânetlerinden



ötürü öldürülmüşlerdir. Onlardan başka esir müşriklerin öldürülmemesi de gösterir ki onlar, savaş suçlusu olarak değil, fakat daha önceki suçlarından ötürü öldürülmüşlerdir. Kaldı ki sırf esir oldukları için öldürülmüş olsalar bile, onlar hakkındaki uygulama, bu âyetin hükmünü değiştirmez. Çünkü o uygulamadan çok sonra gelen bu âyet, esirin öldürülmesi uygulamasını kaldırmıştır.



Savaştan önce müslümanlar için büyük zarar vermiş, ağır suç işlemiş olanlar öldürülebilir. Ukbe ve Nadr gibi suçlu cânîler, Kurayzalılar gibi hâinler öldürülebilir. Bu da komutanın takdirine bağlıdır. Fakat normal bir esir öldürülmez. Âyet, müslümanların devlet başkanına, esirleri ya lütfen veya fidye ile serbest bırakma yetkisi vermektedir. Müslümanların genel yararı, siyasal durum hangi seçeneği gerekli kılıyorsa öyle yapılır. Ama âyete göre esir öldürülmez, çünkü âyette böyle bir seçenekten söz edilmemiştir. Kaldı ki kendi devletinin yasaları gereği savaşa girmekten başka bir suçu olmayan insanı esir alınca öldürmek, insanî bir işlem değildir ve esirlerin öldürülmeyeceği, onlara iyi muâmele edileceği hakkındaki bu Kur'an prensipleri, asırlar sonra rûhen Birleşmiş Milletlerce kabul edilen İnsan Hakları Evrensel Beyannamesinde de yer almıştır.



Peygamber (s.a.s.)'in bazı esirleri köle yaptığı ve onları mücâhidlere ganîmet olarak verdiği, beşte birini de Beytü'l-Mâl'e ayırdığı hakkında rivâyetler vardır. Meselâ Huneyn Savaşında esir alınan kadınları câriye yapıp müslümanlara dağıtmış, sonra kocaları fidye verince onları serbest bırakmıştır. Dört Halife devrinden beri de İslâm tarihi boyunca savaşlarda alınan esirler, henüz köle yapılmalarına karar verilmeden önce müslüman olmadıkları takdirde köle yapılmışlardır. Fakat henüz köleliklerine karar verilmeden müslüman olanlar, köle yapılamayacağı için ya lütfen veya fidyeyle serbest bırakılmışlardır. {Peygamberimiz, köle âzâdında öncülük ederek, ömrü boyunca, kendi parasıyla âzâd etmek üzere birçok köle almış, ömrü boyunca tam 63 köleyi hürriyete kavuşturmuştur. Eşi Hz. Âişe’nin 67; amcası Hz. Abbas (r.a.)’ın 70, Hz. Osman’ın, muhâsarada iken 20, Abdullah bin Ömer’in bin, Hz. Ebû Bekir’in çok sayıda köleyi âzâd ettiği nakledilir. (El-Askalânî, Bülûğu’l-Merâm Terc. Ve Şerhi, c. 4, s. 294) Vefat etmeden evvel, hizmetinde bulunan tüm erkek kadın kölelerini hürriyetlerine kavuşturmuş ve âzâd etmiştir. (Muhammed Hamidullah, İslâm Peygamberi, c. 2, s. 742-750)}     



Âyette lütfen veya fidye ile esirin serbest bırakılacağı belirtilmiş, fakat fidye veremeycek durumda olanlar hakkında bir şey söylenmemiştir. İşte İslâm Devleti başkanının, fidyesiz bırakmayı uygun görmediği, fidye de veremeyecek durumda olan esirler köle yapılmışlardır. Savaş esirlerini köle yapmak, o zaman bütün dünyada yaygın bir âdet idi. İnsan köleliğinin en büyük kaynağı da savaşlardı. Tâ yakın zamanlara kadar çeşitli uluslarda görülen bu uygulama, İslâm ile büyük bir darbe yemiştir. Çünkü âyetleri göz önüne alırsak; esir hakkında yapılacak tek şey vardır: Savaştan sonra serbest bırakmak. Bu serbest bırakma da, ya fidyesiz veya fidye ile olur. Âyette "menn" daha önce anıldığına göre esiri fidyesiz serbest bırakmak daha makbuldür.



Kur'an, insan özgürlüğünün kısıtlanmasını asla doğru bulmaz. Peygamber (s.a.s.) de; "Hür bir insanı köle yapıp satan kimsenin, kıyâmette hasmı olacağını" (Buhârî, Büyû' 106, İcâre 10; İbn Mâce, Ruhûn 4) buyurmuştur. Öyle ise İslâm'ın köleliği benimsediğini, ya da teşvik ettiğini söylemek insafsızlık olur. O zaman kölelik, bütün dünyada yaygın olduğu ve müslümanlar da çeşitli düşmanlarla savaş halinde bulundukları için İslâm, köleliği tümden kaldırmamış, fakat kaldırılması yolunda büyük adımlar atmıştır. Bazı günahların ve hatâların keffâreti olarak köleyi özgürlüğe kavuşturma gereğini koymakla, insanları özgürlüğe kavuşturmanın ne denli önemli bir şey olduğunu göstermiştir.



Köleliğin en büyük kaynağı savaşlar idi. Kur'an, bu kaynağı kurutmakla köleliğin kaldırılmasına giden yolu açmıştır. Çünkü Kur'an'ın savaş tutsakları hakkındaki hükmüne göre esir ya lütfen veya fidye ile serbest bırakılır. Tutsağın köle de yapılabileceği bir üçüncü seçenek Kur'an'da yoktur. Demek ki İslâm'ın asıl hedefi, köleliği kaldırmaktı. Zaten kölelik, tevhid dininin özüne aykırıdır. Zira tevhidin temel ilkesi, insanları sadece Allah'a kul yapmaktır. Kölenin anlamı kul demektir. İnsan, insanın kulu olamaz; insan sadece Allah'ın kuludur.



“Allah Rasûlü’nün, esirlerden herhangi birini köle yaptığı sâbit olmamıştır. Aksine, Mekke, Benî Mustalik ve Huneyn kölelerini serbest bırakmıştır. Nebî (s.a.s.)’nin câhiliyye döneminde yanında bulunan köleleri âzâd ettiği, yine böyle kendisine hediye edilen köleleri de âzâd ettiği sâbittir.” (Seyyid Sâbık, Fıkhu’s-Sünne, c. 3, s. 381)



Şimdi bugün dünyada Kur'an'ın bu amacı, rûhen olmasa da görünürde gerçekleşmiş, kölelik Kur'an'ın bu hükümleri koymasından 12-13 asır sonra (o da şeklen) kaldırılmıştır. Aslında dünyanın birçok yerinde tutsaklar köle gibi çalıştırılır. Birinci ve İkinci Dünya Savaşları süresince esir kamplarının durumu, oralardaki vahşet hâlâ unutulmamıştır. Uzağa gitmeğe hâcet yok. Saraybosna'da, Sırpların ve Hırvatların, müslüman esirleri aylarca esir kamplarında aç ve susuz bırakmaları, işkence altında ezmeleri, döverek, boğazlayarak öldürmeleri, kadınların ırzına geçmeleri bütün dünyanın gözleri önünde cereyan etmiştir. Dünyanın çeşitli ülkelerinde çoğunlukla güçlünün güçsüzü ezmesi; kapitalistin işçiyi, sanayileşmiş zengin ülkelerin geri bırakılmış yoksul ülkeleri sömürüsü sürmektedir. Ama ezilenlere, dövülenlere, sömürülene ismen köle denmemektedir. Şeklen de olsa dünyanın hiçbir yerinde tutsak, eşya gibi alınıp satılan bir varlık değildir. Bu uygulama, ortadan kaldırılmış, Kur'an'ın gösterdiği bu hedefe şeklen ve 12-13 asır sonra ancak ulaşılmıştır. Rûhen de ulaşılmasını dileriz.[78]                



Kölelik hususunda, diğer bir husus; fıkhî mirasın, “kölenin çocuklarının da köle olacağı”nı hükme bağlamasıdır. Kur’an prensiplerine göre bu isâbetli değildir. Çünkü kölelik bir cezâdır; cezâ, ancak suç işleyene tatbik edilir. “...Herkesin kazanacağı yalnız kendisine âittir. Hiçbir suçlu başkasının suçunu yüklenmez...” (6/En’âm, 164; 17/İsrâ, 15). Hiçbir şahıs, babası da olsa başka bir kişinin işlemiş olduğu suçtan dolayı sorumlu tutulamaz. Kölenin oğlu veya kızı, savaş suçu işlememiştir; dolayısıyla onlar hürdür, köleleştirilmeleri Kur’an rûhuna uygun değildir.