Osmanlılar Döneminde Kadılık

Osmanlılar kendilerinden önceki İslâm devletlerinin geleneklerine uyarak kadı tayininde çok titiz davrandılar. Zira İslâm'a göre adaletle hükmetmek bu dinin en önemli prensiplerinden biridir. Bu bakımdan Osmanlılar herhangi bir kimseyi değil her yönü ile tanınmış âlim ve güvenilir kimseleri bu makama getiriyorlardı.



Osmanlılarda kadı nasbı ilk defa Osman Gazi tarafından kayınpederi Şeyh Edebali'nin damadı ve talebesi Dursun Fakih ile başlar. Devletin istiklâl ve hükümranlığına bir işaret olan ilk Cuma hutbesini de bu zat okumuştu (Ali Emirî "Meşihat-ı İslamiye Tarihçesi" İlmiye Salnamesi, İstanbul 1334. s. 315-316).



Osmanlı devlet teşkilâtında kadı'nın adlî görevi yanında idârî, ilmî, beledî ve hatta askerî görevi de vardır. Çünkü Osmanlı şehir idaresinde beledî ve mülkî idare fonksiyonları birbirinden kesin çizgilerle ayrılmamıştır. Kadı şehrin yargı mercii olduğu kadar âsayişin âmiri vakıfların denetleyicisi beledî hizmet ve zâbıta görevlerinin de âmiridir. Bütün bu vazifeleri yerine getirirken bazı yardımcıları bulunmaktadır. Böylece onun yükü kısmen de olsa hafifletilmiş oluyordu.



Osmanlı toplumunda önemli yeri bulunan kadılar biri Anadolu diğeri de Rumeli olmak üzere iki kadıaskerliğe bağlıydılar.



Osmanlı ülkesinde kadı olabilmek için medresenin yüksek derecelerinden mezun olmak gerekiyordu. Bunun aksini düşünmek mümkün değildi. Tahsilsiz sadrazam olunabilirdi ama İslâm hukuku öğrenimi görmemiş tahsilsiz bir kimse en küçük bir kazaya bile kadı olamazdı.



Osmanlı kadısı sancak ve kazalara tayin edilirdi. Hiyerarşide sancak kadıları daha üstün idiler. Kadı ilk olarak kazaya tayin edilerek yevmiye 20 akça ile vazifeye başlardı. Bir kadı terfîden son basamağa geldiğinde yevmiyesi 150 akçaya yükselmiş olup "eşrefi kudat" adı ile anıları zümreden sayılırdı. Kaza kadılarının görev süresi bir yerde 20 ay mevleviyetlerde de bir seneyi geçemezdi (Tevkiî Abdurrahman Paşa, "Osmanlı Kanunnâmeleri", Millî Tetebbular Mecmuası, 1331 I 541). Bu müddeti dolduran kadı görevi bitmiş sayılarak yerine sırada olan bir başkası atanırdı. Kadıların bu kadar kısa bir sürede yer değiştirmesi muhtemelen terfî imkânlarının tıkanmaması ve halk ile adalete şüphe düşürecek kadar ileri gidebilecek bir yakınlık göstermemeleri içindir. Kaza kadılığından yükselen kadı sancak kadısı olur ve mevleviyet pâyesi alırdı. Mevleviyetler kadıların günlük olarak aldıkları yevmiye gözönünde bulundurularak 300 ve 500 akçalık olmak üzere iki kısına ayrılırdı.



Osmanlı devlet teşkilâtında hâkim sıfatıyla dâvâları hal ve karara bağlayan kadıdır. Kadı'nın hükmü olmadan hiç bir kimse ceza tertip ve infazında bulunamaz (Robert Anhegger, Halil İnalcık, Kanunnâme-i Sultanî ber Mucebî Örf-i Osmanî, Ankara 1956. s. 17). Bu Osmanlı adlî sisteminin temel prensiplerinden biridir.



Osmanlı toplumunda kadı yegane şahsiyet olarak özelliğini korurken hükümlerine dışarıdan herhangi bir şekilde müdahalede bulunulması söz konusu değildir. Zira görevi onun başkasının tesiri altında kalmasına müsaade etmez. Eğer böyle bir durum (etki altında kalma) söz konusu ise veya istenmeyen bir olaya karışmış ise o zaman vazifesinden azledilerek çeşitli cezalara çarptırılırdı. Başbakanlık Osmanlı Arşivinde bulunan ve Ağustos 1798 tarihini taşıyan bir belge Filibe Kadısı'nın bu sebeple Hanya'ya sürgün olarak gönderildiğini belirtir.



İslâm ve Osmanlı adlı teşkilatının ne denli adil olduğunu adalet kurumunun devrine göre mükemmel şekilde işleyip herhangi bir etki altında kalmadığının yabancı bir müellif şöyle anlatır:



"İslâm adaleti ibadetten üstün tutmuştur. Kadıyı azletmek yetkisi yalnız hükümdara aittir. Kadıyı kendi adına halka adalet dağıtmak üzere padişah tâyin eder. Bir kadı'nın kişisel hayatında bir leke varsa, faziletli değilse, hiç bir kuvvet onu yerinde tutamaz Bir kadı yalnız padişahı değil, hüküm vererek Peygamberi de temsil ettiğini asla unutamaz" (d'Ohsson (VI, 173-178)'den naklen Yılmaz Öztuna, Büyük Türkiye Tarihi, İstanbul 1978, X, 271). Gerçekten, Osmanlı kadısı hükümlerinde tamamen serbest ve vicdanına göre hareket ederdi. Padişahlar bile onların tarafsızlığına gölge düşürecek bir davranışta bulunamazlardı. Her gün cemaatla namaza devam edemeyen Sultan Yıldırım Bâyezid'in, bir davada şahidliğini kabul etmeyen Bursa Kadısı Molla Fenarî, Allah hukukuna riayet edemeyen kimsenin, kul hakkının gözetilmesi gereken yerlerde de dikkatsiz davranabileceğini düşünmesi, onun böyle bir harekette bulunmasına sebep olmuştur (Taşköprülüzâde İsameddin Ahmed Efendi, eş-Şekaiku'n-Numaniyye Beyrut 1975, s 19)



Osmanlı adlî teşkilâtı içinde diğer önemli bir konu da mahkeme esnasında kadıların yanında bir jürinin bulunmasıdır Mutlaka aleni cereyan eden mahkemelerde kadıların yanında "Şuhudu'l-hal" veya "Udulu'l müslimîn' denilen bir bilirkişi heyeti vardır Bunlar, mahkemelerin cereyan tarzını, dâvanın hakkaniyete göre görüldüğünü tesbit ederler Her hükmün altında bunlardan beş veya altı kişinin ve imzaları bulunur Ayrıca "ve gayrihim" gibi bir ifade bulunur ki bu, yukarıda adı geçen jüridekilerin sayısının daha fazla olduğunu gösterir. Bunlar, dâvacıların şahidleri değildirler. Günümüzde bazı ülkelerde uygulanan bu sistem, Osmanlılar döneminde başarılı bir şekilde uygulanıyordu (Mustafa Akdağ, Türkiye'nin İktisadî ve İçtimai Tarihi, İstanbul 1974, I, 404-406)



İstanbul, Edirne gibi büyük şehirler kadılıklarının müderris rütbesine haiz yüksek zatlara tevcihi mutad olup, bunlar diğer kadılar gibi azlolunmazlar, uzun süre memurluklarında kalırlardı. Taşra kadılarının da halk nazarında mümtaz mevkileri vardı 1000 (1591-1592) tarihinden itibaren, kazada fiilî hizmet aranmadığından genellikle kadılıklar nâibler marifetiyle idare edilmeye başlanmış ve örfî süre bir yıl olarak tayin edilmiştir. Şurây-ı Devlet ve Divân-ı Ahkâm-ı Adliyenin teşkiline dair 1868 tarihli hatt-ı hümâyûn ile kuvvetler ayrılığı (tefrîk-ı kuvâ) prensibi kabul edilince, kadıların bağımsızlığı bir kat daha kuvvet bulmuştur Tanzimat Fermanı'ndan kısa bir süre öncesine kadar hukuk, ceza, ticaret ve diğer bütün davalara kadı huzurunda bakılır, bir Osmanlı ile yabancı arasındaki davalar da, tercüman bulundurulmak suretiyle yine şer'iyye mahkemelerinde görülürdü.



24 Cemâziyelâhir 1305 H. Tarihli "Tezkire-i Sâmiye", kadıların fiilî yetkilerini azaltarak, ekseri davalar için şer'iyye mahkemeleri yerine nizamiye mahkemelerini ikame eyledi. Kadıların yetkilerini sınırlayan bu padişahlık tezkiresinde şöyle denir: "Şer'an fasıl ve halli gereken davalardan talâk, nikâh, nafaka, hıdâne, hürriyet, kölelik, kısas, diyet, erş, gurre, hukûmetü'l-adl, kasâme, gâib, mefkud, vasiyet ve miras davaları şer'î mahkemelerde; ticaret, ceza, tazminat ve sözleşmelerden doğan davalar nizamiye mahkemesinde görülür. Bunların dışında kalan davalara ise, taraflar razı oldukları takdirde şer'iye mahkemesinde; aksi halde nizamiye mahkemesinde bakılacaktır".



Şeyhu'l-İslâm Ürgüplü Hayri Efendi Şer'iyye Mahkemelerinde önemli ıslahat yapmıştır. 7 Ramazan 1332 (30 Temmuz 1914) tarihinde yayınlanan, kadılara ait kanunda; "Bir kimsenin kadı olabilmesi için 25 yaşını bitirmiş olması, kanuni özür dışında âdî cürümlerden dolayı, bir haftadan çok hapis cezası ile mahkûm olmamış bulunması, Mecelle'nin 1792 ve 1793. maddelerinde belirlenen vasıfları taşıması ve Medresetü'l-Kudât (hâkim yetiştiren bir fakülte)den mezun bulunması" şart olarak belirlenmiştir.



26 Zilkâde 1332 (16 Ekim 1914) tarihinde yayınlanan şer'iye ve nizamiye mahkemelerinin görev alanlarının ayrılmasına dair olan nizamnamede yeni bir görev bölümü yapılmıştır.



18 Cemaziyülevvel 1335 (12 Mart 1917) tarihli kanunla kazaskerlik, muhallefât ve evkaf mahkemeleri de dahil olduğu halde, bütün şer'î mahkemeler ve ona bağlı olan daireler Adliye Nezaretine devredilmiş, 4 Ramazan 1342 (8 Nisan 1924) tarih ve 469 nolu şer'i mahkemelerin ilgasına dair kanunla adı geçen mahkemelerin bütün görevleri asliye mahkemelerine tevdi olunmuş ve bu tarihten sonra Türkiye'de kadılık ünvanına son verilmiştir (Ebu'l-Ulâ Mardini, "Kadı", maddesi, İA. VI, 45).



Ziya KAZICI