İ'tikâf, Bir Kutlu Arınış; İnzivâ, Bir Görevden Kaçıştır

"Ey mü'minler! Allah'ın size helâl kıldığı iyi ve temiz şeyleri (siz kendinize) haram kılmayın ve sınırı aşmayın. Allah hudûdu aşanları sevmez. Allah'ın size helâl ve temiz olarak verdiği rızıklardan yiyin ve kendisine iman etmiş olduğunuz Allah'tan korkun." (Mâide: 5/87-88).



Allah'ın helâl kıldığı tayyibâttan/güzelliklerden kendimizi mahrum bırakmamız Kur'an'da yasaklanmıştır. Bu nedenle hıristiyan papazlar, hinduist brahmanlar, budist keşişler tarafından uygulanan, müslümanlara da bazı tasavvufî tarikatler yoluyla geçen, "kendisine eziyen ederen arınma yöntemi olan çilecilik" Kur'ânî tezkiye usûlüne uygun değildir. Dünyanın nimetlerini tümüyle terk etmenin Kur'ânî bir arınma yöntemi ve örnek gösterilebilecek bir tavır olmadığını peşinen ifâde edelim. Peki, nedir öyleyse Kur'ânî tezkiye? Kur'an'da Rabbimizin öğrettiği usûllerle nefsi arındırmaktır. Bunların en önemlilerinden biri i'tikâftır.



Namaz, oruç, infak gibi ibâdetlerle yapılan yoğun bir perhiz eğitimi, mü'minlerin öz benliklerinde var olan kötülük eğilimlerini frenleyebilmeleri için çok gereklidir. Fakat Kur'an ahlâkının tezkiye yöntemi inzivâ değil; i'tikâftır. "Mistik perhizcilik" yasaklanmıştır. Fakat, düzenli ve denetimli, bütün günlük hayata yayılması gereken bir "i'tikâf ile arınma" teşvik edilmiştir. Tüm hayatın i'tikâf ile geçirilmesi, dünyevî olan her şeye sırt çevirmek anlamına gelecek uygulamalar doğru değildir. Fakat hayatın içinde i'tikâf şuuru ile hareket etmek, her mü'minin şiarı olmalıdır. Meselâ, oruç tutmak aynı zamanda bir perhizdir. Kendini ibâdete vermek anlamına gelen tüm eylemlerimiz, diğer hususlarla birlikte bir perhiz, bir i'tikâf anlamına da gelir. Fakat bedene işkence edercesine her gün, aralıksız ve iftarsız olarak oruç tutmak, korkakça ve basitçe hayattan kaçış demektir. Hayattan kaçışın temel uygulanışı ise inzivâdır. Yine, gündelik işlerin arasında, her şeyi bir kenara bırakarak, hayatı dondururcasına, bütün menfaatleri kurban edercesine namaz kılma mecâzî anlamda bir i'tikâftır. Fakat bütün gün namaz kılmak bir i'tikâf değil; inzivâdır ve bize göre tembellik etmek, hayattan kaçmak anlamına gelir. O yüzden sünnet değil; bid'attir.



Peygamberimiz kendi sağlığında bu tür ruhbanlık eğiliminde olan kimselere izin vermemiştir. Onlara kendisini örnek almalarını, ibâdeti hayatın tümüne yayayarak hareket etmelerini, dünyadan da nasiplerini elde etmeye çalışmalarını öğütlemiştir. Rasûlullah (s.a.s.) bir sohbetlerinde kıyâmet ve âhiretten bahsetmiş, sohbetin tesirine kapılan Ali, İbn Mes'ud, Mikdad (r.a.) gibi bazı sahâbîler, Osman bin Maz'ûn'un evinde toplanarak gündüzleri devamlı oruç tutmak, geceleri uyumadan namaz kılmak, kadınlarının yanına gitmemek, et yememek ve eski püskü elbiseler giymek sûretiyle yaşamaya, kalan ömürlerini böyle geçirmeye, hatta kendilerini kısırlaştırmaya azmetmişlerdi. Bu tür ruhbanlık eğiliminde olan kimselere Peygamberimiz şöyle buyurdu:



"Allah'a yemin ederim ki, Ben sizden daha çok Allah'tan korkuyorum ve sizden daha çok O'na itaatta bulunuyorum. Ancak ben bazen oruç tutarım, bazen tutmam, bazen nâfile namaz kılarım, bazen kılmam, istirahat ederim, kadınlarla da evlenirim (ruhban hayatı yaşamam)."[505]



Diğer rivâyette: "Ben böyle bir kulluk şekliyle emrolunmadım. Vücut ve nefislerinizin de sizde hakkı vardır; oruç tutup namaz kılın, fakat aynı zamanda orucunuzu açıp yiyin ve uyuyun. Ben namaz kılar ve uyurum, oruç tutar ve iftar ederim, et yerim ve kadınlarıma yaklaşırım; Benim yolumdan çıkan benden değildir." İşte bu hâdise üzerine Mâide sûresi, 87-88. âyetler gelmiştir. Ashâbdan üç kişi, Rasûlullah’ın eşlerine onun gece ibâdetini sormuşlar; belki azımsayarak birincisi; “sürekli gece namazı kılmaya”, ikincisi; “sürekli oruç tutmaya”, üçüncüsü de; “kadınlardan sürekli ayrı kalmaya ve hiç evlenmemeye” karar verir. Bunu işiten Hz. Peygamber şöyle buyurur:



“Bazı kimselere ne oluyor ki şöyle şöyle demişler. Fakat ben hem namaz kılıyorum, hem uyuyorum; oruç tutuyorum, tutmadığım da oluyor; kadınlarla da evleniyorum. Kim benim sünnetimi terk ederse, o benden değildir.”[505]



İslâmî bir perhizin insanın kendisine ve çevresine zarar verecek bir mâhiyet taşımaması gerekmektedir. Hayat boyu bir mâbede kapanarak kendini ibâdete vermek şeklindeki bir uygulama, ne Kur'an'da İlâhî bir buyruk olarak geçmektedir, ne de Peygamberimiz'in örnek uygulamaları arasında yer almaktadır.



"İbâdetin makbûlü, çok olanı değil; gücünüzün yettiği kadarıdır." (Buhârî, İman, 16; Müslim, Salât 283)



“Şüphesiz ki bu Din kolaylıktır. Her kim, (kolay olan ) bu dini zorlaştırırsa altında kalır. Onun için orta bir yol tutun ve Dini en uygun bir biçimde uygulayın.” (Buhârî, İman 29)



“Dinle yarışa giren her insan, mutlaka yere serilir.” (Buhârî, İman 69)



"Heleke'l-mütenattıûn -Taşkınlar/aşırı gidenler helâk oldu.-" Bunu Rasûlullah üç defa söyledi. (Müslim, İlim 7)



“Dinin en hayırlı olanı, en kolay olanıdır.” (Ahmed bin Hanbel, III/479)



"Din kolaylıktır." (Buhârî, İman 30; Nesâî, İman 28)



“Allah, koyduğu yasaklara uyulmasını sevdiği gibi, koyduğu kolaylıkların uygulanmasını da sever.” (Ahmed bin Hanbel, II/108)



Hz. Âişe (r.a.) şöyle diyor: “Yüce Peygamber, biri daha kolay, biri daha zor iki seçenekle karşılaştığında, mutlaka kolay olanı seçerdi.” (Buhârî, Menâkıb 23, Edeb 80; Müslim, Fezâil 77-78).



Âişe vâlidemizden rivâyet edilen bir hadise göre Peygamberimize en hayırlı, en sevimli ibâdetin hangisi olduğu sorulmuştur; O şöyle cevap vermiştir:



"Az da olsa devamlı olanıdır." (Buhârî, Rikak, İman, 16; Müslim, Salât 283)


İ'TİKÂF
i1 harfi