Ashabu'l-Uhdud

Rabbimiz Allah şöyle buyurur:



“Burçları olan (burçların sahibi) göğe andolsun,



O va’dedilen güne,



Şahid olana ve şahid olunana.” (Buruc, 85/1-3)[505]



Âlemlerin yegâne Rabbi ve yaratanı Allah Teâlâ, burç­lar sahibi göğe yemin ederek, insan kullarının dikkatini göğün yaratılışına çekmiştir... İnsanlar, göğün yaratılışına baksınlar, incelesinler ve derin derin düşünsünler de Rabbleri Allah’ın kudretini idrak etsinler!.. O’nun, eşsizli­ğini ve mülkünün ortağı olmayışını iyice bilip kavransınlar... Böylece iman edip Rabbleri Allah’a hiçbir ortak koşmasın­lar... Şirkten ve küfürden tamamen arınıp Tevhid’e gelerek katıksız iman etsinler...



Ayette geçen “Burçlar”’dan maksad, Taberî (rh.a.)’e göre, güneşin ve ay’ın menzilleri demektir. Zira burç kelimesinin sözlük anlamı, “Kule”dir. Gökte bu tür kuleler, ay ve güneşin menzilleri şeklinde anlaşılmaktadır[505]...



Rabbimiz Allah, kendisine yemin ettiği göğü nasıl yarattığını ve insan kullarının yaratılıştaki kudreti düşü­nüp, gerek dünya hayatındaki yaratılmalarını, gerekse ahirette yeniden diriltilmelerinde hiçbir şüpheye düşmeden iman etsinler...



Şöyle buyurur Rabbimiz Allah:



“Biz, göğü büyük bir kudretle bina ettik ve şüphesiz Biz, (onu) genişletici olanlarız.” (Zariyat, 51/47)



“Yaratma bakımından acaba sizce, yeniden sizi dirilt­mek mi daha güç, yoksa (uçsuz-bucaksız) gökyüzünü yaratmak mı? (Allah,) onu bina etmiştir.



Onun boyunu yükseltti, ona belli bir düzen verdi.



Gecesini kararttı, kuşluğunu açığa çıkardı.



Bundan sonra yeryüzünü serip döşedi.



Ondan da, suyunu ve otlağını çıkardı.



Dağlarını dikip-oturttu.



Size ve hayvanlarınıza bir yarar (meta) olmak üzere.” (Naziat, 79/27-33)



“Gerçekten sizin Rabbiniz, altı günde gökleri ve yeri yaratan, sonra da Arş’a istiva eden Allah’dır. Gündüzü, durmaksızın kendisini kovalayan geceyle örten, güneşe, aya ve yıldızlara kendi buyruğuyla baş eğdirendir. Haberi­niz olsun, yaratmak da emir de (yalnızca) O’nundur. Âlemlerin Rabbi olan Allah ne yücedir.” (A’raf, 7/54)



“Göklerin ve yerin mülkü Allah’ındır. Allah her şeye güç yetirendir.



Şüphesiz, göklerin ve yerin yaratılmasında, gece ile gündüzün ardarda gelişinde temiz akıl sahibleri için gerçekten ayetler vardır.



Onlar, ayakta iken, otururken, yan yatarken Allah’ı zikrederler ve göklerin ve yerin yaratılışı konusunda düşünürler. (Ve derler ki:)



‘Rabbimiz, Sen, bunu boşuna yaratmadın. Sen, pek yü­cesin, bizi ateşin azabından koru.” (Âl-i İmrân, 3/189-191)



Allah Teâlâ’nın kendilerine verdiği akıl nimetini kulla­nabilen insanların Allah’ın varlığına, birliğine, eşi ve ortağının olmayışına, göğün ve yerin yaratılışı, gecenin gün­düzün ardarda gelişi apaçık birer delildir... Bunları idrak eden insan, Rabbi Allah’ın kendisine gönderdiği  Rasulü’ne, Rasule indirilen vahye katıksız iman eder... Ve hiçbir şüp­heye düşmeden yakînen inanır ki, yaratmak da, emretmek de yalnızca Allah’a aiddir... Çünkü âlemlerin yegâne sahibi O’dur... Sahibi olduğu mülkünde, yaratma konusunda bir ortağı olmadığı gibi, onlara emretmede ve nehyetmede de hiçbir ortağı olamaz... O, insan kullarının yegâne Rabbi ve onların üzerinde hüküm sahibidir... Yalnız ve ancak O, onlar için helâl ve haram sınırını tayin eder... Yalnızca O, bir şeyin yapılmasını serbest bırakabilir veya yasaklayabi­lir... Helâl ve haram sınırlarını tayin etmede, yani insanlar için bir şeyin serbest edilmesi ve yasaklanması konusunda, Allah Teâlâ’nın hükmüne aykırı olmak üzere egemenlerin hüküm koyup uygulatması, kendilerini Allah Teâlâ’ya ortak etmeleri demektir... Dolayısıyla en büyük zulüm olan şirk ortaya çıkmış olur[505]...



Hevalarını ilâhlaştıranların, Allah’ın emir ve nehiylerinden başka, onların yerine kendileri emir ve nehiy koyup uygulatmalarına rıza göstererek onların arzularına tabi olup hayatlarını tanzim edenler, Allah’dan başka Rabbler’e tabi olmuşlardır...



Rabbimiz Allah şöyle buyurur:



“Kim Allah’ın indirdiğiyle hükmetmezse, işte onlar, kâfirlerin ta kendisidir.” (Mâide, 5/44)



“Onlar, Allah’ı bırakıp bilginlerini ve rahiplerini Rabblar (ilâhlar) edindiler ve Meryem oğlu Mesih’i de. Oysa onlar, tek olan bir ilâh’a ibadet etmekten başka bir şeyle emrolunmadılar. O’ndan başka ilâh yoktur. O, bunların şirk koştukları şeylerden yücedir.” (Tevbe, 9/31)



Adiyy b. Hatim (r.a.) anlatıyor:



Boynumda altında bir haç olduğu hâlde Rasulullah (s.a.s.)’a geldim.



Rasulullah:



“Ya Adiyy, bu putu üstünden at!” buyurdu.



Kendisinin Beraat (Tevbe) sûresi’nden:



“Onlar, Allah’ı bırakıp bilginlerini ve rahiblerini rablar (ilâhlar) edindiler.” (Tevbe,9/31) ayetini okuduğunu işit­tim.



Buyurdu ki:



“Gerçi onlar, bunlara ibadet etmiyorlardı. Fakat bunlar, herhangi bir şeyi onlara helâl kıldığı vakit onu helâl kabul ediyorlar ve herhangi bir şeyi de onlara haram kıldıkları vakit onu haram kabul ediyorlardı.”[505]



Rabi’ b. Enes diyor ki:



Ben, Ebu Aliye’den:



“Yahudîler ve Hristiyanlar, hahamlarını ve papazlarını rabler edindiler.” ayetinin mânâsını sordum ve dedim ki:



- İsrailoğullarında bu rab edinme olayı nasıldı?



O dedi ki:



- Hahamlar, bize ne emrettiyse ona uyduk. Neyi de ya­sakladıysa, sözlerini dinledik. Halbuki bunların emrettikleri ve yasakladıkları şeyin hükmü, Allah’ın Kitabı’nda mevcuddu.



İnsanlar, din adamlarının telkinlerini nasihat kabul edip aldılar ve Allah’ın Kitabı’nı arkalarına attılar. Böylece Allah’ı bırakıp din adamlarını rabler edinmiş oldular.[505]



Ebu Aliyye (rh.a.)’in apaçık izah ettiği gibi, kim olursa olsun ve hangi ülkede, hangi çağda bulunursa bulunsun her kim, Allah’ın kitabı’ndaki hükümleri bir yana atan, kendi hevau hevesini ilâh edinerek hüküm koyanların hükümlerini kabul edip, gönül rızasıyla onunla amel ederse, bu hüküm koyucuları rablar edinmiş olur... Bu rab edinme, ya Allah ile beraber veya Allah’ı tamamen terk etmekle gerçekleşir... İşte apaçık küfür ve şirk budur!..



İnsanlık tarihi boyunca, katıksız iman eden ve imanla­rının gereği gibi yaşamaya gayret içinde olan muvahhid mü'minler, bu apaçık küfür ve şirki reddetmişlerdir... Böy­lece kâfir ve müşrikleri terk etmiş, onların, Allah’a şirk koştuklarından tamamen arınmışlardır...



Muvahhid mü'minler yegâne rabbleri Allah’ın, Rasulleri vasıtasıyla kendilerine göndermiş olduğu hükümleriyle amel ederken, şirk toplumun müşrik zalim egemen tağutları tarafından dışlanmış ve en vahşî zulümler yapılmıştır...



En korkunç işkencelere uğratılmış, zindanlara tıkanmış ve alevli ateşlere atılmışlardır... Şirk ve küfür cephesinin zulmü ve ihaneti, dün böyle olduğu gibi bugün de böyle­dir... Çünkü küfür tek millettir ve küfür cephesinde değişen bir şey yok!..



Âlemlerin yegâne Rabbi Allah Teâlâ’yı ya tamamen reddederek, ya da O’nunla birlikte başka Rabblere ve ilâhlara inanan, böylece en büyük zulüm olan şirk suçunu işleyen müşrik egemenler, muvahhid mü’minleri, imandan, Tevhid’den ve İslâm’dan ayırmak, onları dinlerinden vazge­çirmek için kendilerine akla-hayale gelmeyecek işkenceler yapmışlardır... Bu işkenceler her an devam etmektedir...



Muvahhid mü’minleri, imandan ve İslâm’dan vazge­çirmek, tekrar küfür ve şirke döndürmek için kendilerine, hendeklere de yaktıkları alevli ateşe atarak işkence eden şirk cephesinin bir kısmı, “Ashab-ı Uhdud”dur!.. Rabbimiz Allah, şöyle beyan buyurur:



Onların, muvahhid mü’minlere yaptıkları zulüm ve iş­kencelerini:



“Kahrolsun (canı çıksın/gebersin) Ashab-ı Uhdud(a lanet olsun/öldürüldü).



Tutuşturucu yakıt dolu o ateş,



Hani kendileri (ateş hendeğinin) çevresinde oturmuş­lardı.



Ve mü’minlere yaptıklarını seyrediyorlardı.



Kendileri onlardan, yalnızca üstün ve güçlü olan, övü­len Allah’a iman ettiklerinden dolayı intikam alıyorlardı.” (Buruc, 85/4-8)



İmam Fahruddin er-Râzî (r.a.), meşhur tefsirinde şunları beyan eder:



“el-Uhdud: Yerde, uzunlamasına açılan yarıklar mânâ­sına gelip, çoğulu, "ehâdîd" olup mastarı ise, yarmak demek olan "hadd" kelimesidir.



Ashabu’l-Uhdud ifadesiyle, öldürenler kasdedildiği (gibi) öldürülenler de kasdedilmiş olabilir. Meşhur olan rivayete göre, öldürülenler mü’min olan kimselerdir. Yine bu öldürülenlerin zorbalar, zalimler olduğu da rivayet edilmiştir. Çünkü bu zorba krallar, mü’minleri o ateşin içine atınca, o ateş, kâfirlerin üzerine dönmüş, onları yakmış, derken Allah Teâlâ mü’minleri, o ateşten sapasağlam kurtarmıştır.[505]



İmam İbn Kesir (r.a.) ise, tefsirinde konuyla ilgili şun­ları kaydeder :



“Bu, kâfirlerden bir topluluğun haberidir. Onlar, yan­larında bulunan mü’minlere yönelerek, onları ezmek istemiş ve dinlerinden vazgeçip kendilerinin tarafına gelmeye zor­lamışlardır. Bu sebeble toprağa bir çukur kazıp ateşi  alevlemişler ve onu yakmak üzere yakıtlar hazırlamışlardı. Sonra mü’minlere yönelip kendi dinlerine dönmelerini is­temişler, kabul etmeyince de onları ateşe fırlatmışlardı.”[505]



“Ashabu’l-Uhdud” kıssası ile ilgili, yegâne önderimiz ve hayat örneğimiz Rasulullah (s.a.s.)’den şu hadis-i şerif nakledilir...



Suhayb er-Rumî, (r.a.)’dan:



Rasulullah (s.a.s.) şöyle buyurur:



“Sizden öncekiler arasında bir hükümdar vardı. Bu hü­kümdarın bir sihirbazı vardı. Sihirbaz, ihtiyarlayınca hükümdara.



- Ben, ihtiyarladım. Bundan dolayı bana bir çocuk gönder de sihri ona öğreteyim, dedi.



O da, ona sihri öğretmek için kendisine bir çocuk gön­derdi. Çocuk, yola koyulduğu vakit bir rahibe rast geldi. Hemen yanına oturarak, konuşmasını dinledi ve beğendi.



Artık sihirbazın yanına giderken rahibe uğrar, yanında otururdu. Sihirbaza geldiğinde ise, sihirbaz kendisini döverdi. Çocuk bunu, rahibe şikayet ederdi.



Rahib, şunu söyledi:



- Sihirbazdan korktuğun vakit “beni, ailem salmadı.” de! Ailenden korktugun vakit, "beni, sihirbaz salmadı" deyi ver!



Çocuk, bu minval üzere devam ederken, büyük bir hayva­nın üzerine geldi. Bu canavar, insanları hapsetmişti.



(Çocuk, kendi kendine:)



- Sihirbaz mı efdal, yoksa rahib mi bugün anlayacağım, dedi.



Ve bir taş alarak:



- Allah’ım, eğer rahibin işi, senin indinde sihirbazın  işinden daha makbul ise, bu hayvanı öldür de insanlar işlerine gitsinler, dedi.



Ve taşı attı, hayvanı öldürdü. Insanlar işlerine gittiler. Bu olaydan hemen sonra rahibe gelerek (olayı) ona haber verdi.



Rahib, ona.



- Ey oğulcuğum, bugün sen, benden daha faziletlisin! Senin hâlin, gördüğüm raddeye ulaşmış. Sen, muhakkak imtihan olunacaksın. Şayet imtihan olunursan, benim nerede olduğumu söyleme, dedi.



Çocuk, körlerle, abraşları düzeltiyor, sair ilaçlardan insanları tedavi ediyordu. Derken hükümdarın maiyyetinde bulunanlardan kör olmuş birisi, bunu işitti. Ve kendisine birçok hediyeler getirerek:



- Eğer beni düzeltebilirsen, şuradaki şeylerin hepsi senin olsun! dedi.



Çocuk:



- Ben, hiçbir kimseyi düzeltemem. Şifayı ancak Allah verir! Eğer sen, Allah’a iman ediyorsan, ben Allah’a dua ederim. O da, şifa verir, dedi.



Adam Allah’a iman etti. Allah da, şifasını verdi. Daha sonra hükümdarın yanına gelerek, eskiden oturduğu gibi oturdu.



Hükümdar, ona:



- Senin gözünü kim iade etti? diye sordu.



Adam:



- Rabbim! cevabını verdi.



(Hükümdar:)



- Senin, benden başka Rabbin var mı? dedi.



(Adam:)



- Benim Rabbim de, senin Rabbin de Allah’dır, cevabını verdi.



Bunun üzerine hükümdar, onu tevfik etti. Kendisine işkence yapmaya başladı. Nihayet o adam, çocuğun yerini söyledi. Çocuğu da getirdiler.



Hükümdar, ona:



- Ey oğlum, sihrin, körleri ve abraşları düzeltecek ve şöyle şöyle yapacağın dereceyi bulmuş, dedi.



Çocuk:



- Ben, hiç kimseyi düzeltemem. Şifayı veren ancak Allah’dır! dedi.



Bunun üzerine hükümdar, onu da tevkif etti. Ona, işkence yapmaya başladı. Nihayet çocuk, rahibin yerini söyledi. Rahibi de getirdiler.



Kendisine:



- Dininden dön! denildi.



O, razı olmadı. Derken hükümdar, bir testere istedi ve onu, başının ortasına koyarak yardı. Hatta iki parçası yere düştü.



Sonra çocuk getirildi.



Ona da:



 - Dininden dön! denildi.



- Fakat o da, kabul etmedi. Bunun üzerine çocuğu, maiyyetinden bazı kimselere vererek:



- Bunu, falan dağa götürün. Dağın üzerine çıkarın. Zirvesine ulaştığınızda, dininden dönerse ne ala! Dönmezse, aşağıya atın, dedi.



Çocuğu götürdüler ve dağa çıkardılar.



Çocuk:



- Allah’ım, bunlar hakkında bana dilediğin şeyle kifâyet et! dedi.



Bunun üzerine dağ,  onları salladı ve (aşağıya) düştüler. Derken (çocuk,) yürüyerek hükümdara geldi.



Hükümdar, ona:



- Arkadaşların sana ne yaptı? diye sordu.



Çocuk:



- Onlar hakkında Allah, bana kâfi geldi, dedi.



Hükümdar onu, yine mahiyetinde birkaç kişiye vererek:



- Bunu, götürün! Bir gemiye yükleyerek denizin ortasına varın. Eğer dininden dönerse ne âlâ! Aksi takdirde denize atın! dedi.



Çocuğu, (emrolundukları gibi) götürdüler.



(O, yine:)



- Allah’ım, bunlar hakkında bana, dilediğin şeyle kifâyet et! diye dua etti.



Hemen gemileri alabora olarak boğuldular. Çocuk, yine yürüyerek hükümdara geldi. Hükümdar, ona:



- Arkadaşların sana ne yaptı? diye sordu.



 Çocuk:



- Onlar hakkında Allah, bana kâfi geldi, dedi.



Ve hükümdara şunu söyledi:



- Sana emredeceğim şeyi yapmadıkça, sen beni öldüremezsin!



Hükümdar:



- Nedir o? diye sordu.



(Çocuk:)



Halkı bir yere topla ve beni bir ağaca as. Sonra torbamdan bir ok al! Bu oku, yayın ortasına koy! Sonra: “Bu çocuğun Rabbi olan Allah’ın ismiyle” diyerek bana at! Bunu yaparsan, beni öldürürsün, dedi.



Hükümdar, hemen halkı bir yere topladı ve onu, bir ağaca astı. Sonra torbasından bir ok aldı ve oku, yayın ortasına koydu. Sonra:



- Bu çocuğun Rabbi olan Allah’ın ismiyle, diyerek çocuğa attı.



Ok, çocuğun şakağına isabet etti. Çocuk, elini şakağına, okun vurduğu yere koydu ve öldü.



Bunun üzerine halk:



- Çocuğun Rabbine iman ettik! Çocuğun Rabbine iman ettik! Çocuğun Rabbine iman ettik! dediler.



Hemen hükümdara gidilerek:



- Ne buyurursun?! Vallahi, korktuğun başına geldi. Halk iman etti, denildi.



Bunun üzerine hükümdar, yolların başlarına hendekler kazılmasını emretti. Hendekler kazıldı ve içlerinde ateşler de yakıldı.



- Kim dininden dönmezse, onu buraya atın! dedi.



Yahud hükümdara:



- Sen at! denildi.



Bunu da, yaptılar. Nihayet beraberinde çocuğu olan bir kadın geldi. Kadın, oraya düşmekten çekindi.



Bunun üzerine çocuğu, ona:



- Ey anneciğim, sabret! Çünkü sen, hak üzeresin! Dedi.”[505]



İmam Tirmizî (rh.a.)’in rivayetinde şu ziyade yer almaktadır:



“Delikanlıya gelince o, toprağa gömülmüştü. Ömer b. el-Hattab’ın zamanında bu delikanlının, öldürüldüğü zaman koyduğu gibi parmağı şakağında olarak çıkarıldığı söylenmiştir.”[505]



İbn İshak (rh.a.) dedi ki:



Bana, Abdullah b. Ebibekir b. Muhammed b. Amr b. Hazm haber verdi ki:



Ona, şu haber verilmiştir:



Necran halkından bir adam, Ömer b. el-Hattab (r.a.)’ın zamanında bir hacetinden dolayı Necran’ın harabelerinden bir harebeyi kazdıydı.



Bunun üzerine (hükümdarın öldürdüğü çocuk) Abdullah b. Samir’i, örtülü bir çukurda oturup elini, başındaki bir darbe üzerine koymuş ve eliyle yarayı tutar olduğu halde buldular. Eli, başından geri çekildiği zaman kan aktı. Serbest bırakıldığında o darbenin üzerine geri çevrildi ve kanın, durdurdu. Onun elinde ise, içinde:



“Rabbim Allah’dır.” yazılı bir yüzük vardı.



 Bunun üzerine onun hakkında, Ömer b. el-Hattab’a mektub yazıldı ki, onun durumundan haber alınsın.



Ömer (r.a.) da, onlara şöyle yazdı:   



- Onu, hâli üzere bıraksınlar ve onun üzerine defn olunduğu şeyi geri koysunlar.



Onlar da, aynen öyle yaptılar.”[505]



Yegâne önderimiz Rasulullah (s.a.s)’in beyan buyur­duğu bu olayda, küfür cephesinin tarih boyu değişmeyen cahilî karakteri net olarak görülmekdedir… Muvahhid mü'minler, şirki, küfrü, tağutu yani in­sanın insana egemen olmasını, insanların birbirini kul veya Rab edinmelerini reddettikleri ve katıksız olarak Allah’a iman ettikleri için, egemen müşrikler tarafından işkence edilip, şehid edilerek öldürülmüşlerdir…



Ashabu’l-Uhdud, muvahhid mü'minlere iman etmele­rinden dolayı düşman kesilmiş ve onları kazdıkları hendeklerde yaktıkları alevli ateşlerin içine atarak, onlardan inti­kam alıyorlardı… O zalim kâfirlerin, o müstekbir müşrik­lerin ve o egemen tağutların kini, düşmanlığı, muvahhid mü'minlerin imanına, dinine, yani Tevhid akîdesine idi!..



Bundan dolayı Rabbimiz Allah şöyle buyurmuştu:



“Kendileri onlardan, yalnızca üstün ve güçlü olan, övülen Allah’a iman ettiklerinden dolayı intikâm alıyor­lardı.”



Müşrik kâfirlerin, mü’min müslümanlardan hoşlan­mayıp düşman oldukları tek sebeb, onların şirk ve küfrü terk ederek iman edip İslâm olmalarıdır…



Rabbimiz Allah şöyle buyurur:



“De ki: ‘Ey Kitab Ehli, yalnızca Allah’a, bize indirilene ve önceden indirilene inanmamız ve sizin çoğunuzun fasıklar olmanız nedeniyle mi bizden hoşlanmıyorsunuz?” (Mâide, 5/59)



Evet, müşrik kâfirler, mü’min müslümanlardan onla­rın imanlarından ve yalnızca Allah’a ibadet etmelerinden dolayı hoşlanmıyorlardı!..



Bu Allah düşmanları, yalnızca Allah'a kul olmak istedikle­rinden dolayı muvahhid mü'minleri, egemen oldukları böl­gelerde yok etmek istiyorlardı… Ya öldürerek veya zin­danlarda çürümeye terk ederek ya da ezici baskılarla sin­dirip seslerini kesmek ile yok olmalarına çalışıyorlardı…



Bu idraksizlerin, katıksız iman ederek kendilerini kur­tarmış ve onların da iman ederek hidayet bulup kurtulmalarını isteyen muvahhid mü'minlere işkence etmeleri, şirk koşarak hayvanlardan daha aşağı bir duruma düşmelerin­den kaynaklanmaktadır… Onların bu vahşi hâlleri, iman­sızlıklarından dolayı ortaya çıkmıştır…



Vahşi müşriklerin bu değişmez karakterlerini şöyle be­yan buyurur Rabbimiz Allah:



“Andolsun, cehennem için cinlerden ve insanlardan çok sayıda kişi yarattık (hazırladık). Kalbleri vardır, bununla kavrayıp anlayamazlar. Gözleri vardır, bununla göremez­ler. Kulakları vardır, bununla işitemezler. Bunlar, hayvan gibidir, hatta daha aşağılıktırlar. İşte bunlar, gafil olanlar­dır.” (A’raf, 7/179)



“Allah katında canlıların en kötüsü, şüphesiz küfre sapmış olanlardır. Onlar, artık inanmazlar.” (Enfal, 8/55)



“Küfre sapanların örneği, çağırma ve bağırmadan başka bir şeyi duymadan (duyduğu şeyin anlamını bilme­yen hayvana haykıranın örneği gibidir. Onlar, sağırdırlar, dilsizlerdir, kördürler. Bundan dolayı akıl erdiremezler.” (Bakara, 2/171)



Ashabu’l-Uhdud kıssası, her çağda ve her yerde Allah’a davet eden muvahhid mü'minlerin, iyice okuyup, anlayıp ve üzerinde derin derin düşünmeleri gerekli olan çok ibretli bir kıssadır… Bu gerçek kıssa, iman etmiş, bundan dolayı İs­lâm düşmanlarınca birçok işkenceye uğratılmış olan mustaz’af  mü’min müslümanların teselli kaynaklarından biridir… Bu kıssada, Allah’a davetin niteliği ve bu davette muvahhid mü'minlerin rolü, Allah’a davet eden ihya erlerinin durumu ve onların başına gelebilme ihtimali olan belânın örneği dile gelmiştir…



Yegâne Rabbleri Allah’a iman etmiş ve yegâne kurtuluş yolunun bu iman olduğu hakikatini haykıran, bundan dolayı şirk koşmadan Allah’a iman etme özgürlükleri, müstekbir tağutlar tarafından ellerinden alınmaya çalışılan­ların bu kıssası, kıyamete kadar gelecek olan Tevhid  nes­line en güzel bir örnektir… İnandıkları gibi yaşamaya gayret eden ve zalim zorbaların zulmüne maruz kalmış bu iman cemaatı, büyük bir sabır örneği olmuştur…



Zalim egemen tağutlar, Allah katında en kıymetli var­lık olan mü'min kullara,[505] en vahşî işkenceler yapmış, onların çektikleri acıları, kendileri için bir oyun ve eğlence aracı kılmışlardı…



Sinelerdeki kalbleri ihata eden katıksız ve kâmil iman, bütün bu işkencelere dayanmış ve onlardan üstün gelmiştir… Her zaman olduğu gibi Tevhid, şirki yenmiş ve iman, küfre karşı zafer kazanmıştır… Muvahhid mü'minler, imanlarından ve dinlerinden vazgeçmemiş, ateşe atılmala­rına rağmen hiçbir taviz vermemişlerdir…



Şöyle buyuruyor Allah Teâlâ:



“Gevşemeyin, üzülmeyin, eğer (gerçekten) iman etmiş­seniz en üstün olan sizleriniz.” (Âl-i İmrân, 3/139)



Ebu’d-Derda (r.a.)’ın rivayetleriyle şöyle buyurdu Rasulullah (s.a.s):



“Paramparça edilsen ve (ateşte) yakılsan bile Allah’a hiç­bir şeyi ortak etme!”[505]



Ashabu’l-Uhdud olayındaki muvahhid mü'minler, öyle kalblere sahiblerdi ki, asla  dünyaya meyletmemiş, ahiret hayatını, zillet içinde geçecek dünya hayatına tercih edip izzeti seçmişlerdi… Dünyanın bütün zevk ve sefası kayıt­larından kurtulmuş, Allah’ın rızasını tercih ederek gerçek kurtuluşa ermişlerdi…



Muvahhid mü'minlerin bu izzetli tercihleri, çağın ege­men vahşî müstekbir tağutlarını çıldırtmıştı… Allah düşmanları, dolayısıyla mü'min müslümanların düşmanları olan tağutîler, hendeklerde yaktıkları alevli ateşlerin içine attıkları muvahhid mü'minlerin çektikleri acıları zevkle seyrediyorlardı… Bu kâfir, kötü, günahkâr, alçak ve vahşî varlıklar, bu hâlleriyle en vahşî hayvanlardan daha vahşî olduklarını ortaya koyuyorlardı… Çünkü bunların yaptığı vahşeti, vahşî  hayvanlar yapmaz… Vahşî  hayvanlar, ihtiyaç duydukları zaman avına saldırıp parçalar, karnını doyurduğunda bir yana çekilir… O, karnı acıktığı zaman avına saldırır, yoksa avının çektiği acılardan zevk almak için saldırmaz…



Genç olsun, ihtiyar olsun, kadın, erkek ve çocuk olsun, ateşin içine attıkları her mü'min müslümanın çığlığıyla alay ediyor, onların ateş tarafından yakılıp küle dönmeleri, kendileri için zevkli bir manzaraya dönüşüyordu… Bu kor­kunç manzarayı seyretmekle mutlu oluyorlardı… Bu al­çaklık, hiçbir vahşî hayvan tarafından gerçekleştirilemez… Zaten müşrik kâfirlerin “Onlar, hayvanlardan aşağılıktır­lar.” diye beyan olunması, onların bu adî karakterini apaçık anlatıyordu…



Onların, bu aşağılık ve vahşi tavırlarının karşısında sabreden ve akîdelerinden hiçbir taviz vermeyen muvahhid mü'minlerin bedenleri ateş tarafından yenildikçe, ruhları yüceliyor, Rabbleri Allah indinde ölümsüzlüğe, yani ebedî diriliğe kavuşuyorlardı…



Şöyle buyurur Rabbimiz Allah Teâlâ:



“Sakın, Allah yolunda öldürülenlere ‘ölüler’ demeyin. Hayır, onlar diridirler. Fakat siz, bunun şuurunda değilsiniz.” (Bakara, 2/154)



Allah indinde diri olan bu yüce şahsiyetler, kendilerin­den sonra bütün nesillere örnek olmuş, bütün çağlara rehberlik etmişlerdir… Beşerî hesaplara göre tağutlar, zalim müstekbirler, muvahhid mü'minlere ve mazlumlara galip gelmiş gibi görünseler de, asıl zafere ulaşan mazlum mü'minlerdir… Çünkü mü'min müslümanlar, şehid edil­melerinden dolayı yüce mertebelere ulaşmış ve insanlık âlemi içinde hayırla anılan örnek şahsiyetler olmuşlardır…



Âlemlerin Rabbi Allah’ın en çok değer verdiği nesne Tevhid akîdesi, yani katıksız imandır… Bu imanı elde eden muvahhid mü'min şahsiyet, yeryüzünün en güçlüsü ola­rak görülen bütün tağutlara karşı meydan okur!.. Onun bu sarsılmaz akîdesi ve yenilmez direnci sayesinde Allah’ın izni ve yardımıyla acıya, işkenceye ve maddî güce karşı zafere ulaşır… Böylece ruh, maddeye ve iman, işkencelerin her türlüsüne galip gelir, muzaffer olur…



Bu zafer, bütün zamana  ve bütün mekâna şamil olan bir zaferdir… Bunun elde edilişi, gerçek hürriyete ulaşmanın tek yolu: Katıksız iman ve salih ameldir… Bu yolun ihlâslı yolcuları, önlerine çıkarılan her engelleri aşar, her tuzağı bozar ve her türlü zorluğu yenerler… Bu akîdenin sahibi olan mü'min müslümanlar, dinlerinden asla taviz vermedikleri için dünya hayatlarına son verilmiş olur, amma ebedî ahiret hayatında en güzel mükafat olan cen­neti kazanırlar… Ayrıca Allah yolunda Allah’ın rızasını ka­zanmak için nasıl can ve malın fedâ edileceğinin en güzel örneğini gözler önüne sererler… Mallarını ve canlarını cen­net karşılığı Rabbleri Allah’a satmışlardır muvahhid mü'minler… Yegâne Rabbleri Allah onlardan, cenneti vere­rek mallarını ve canlarını satın almıştır…



Şöyle buyuruyor Rabbimiz Allah:



“Hiç şüphesiz Allah, mü'minlerden -karşılığında onlara cenneti vermek üzere- canlarını ve mallarını satın almıştır. Onlar, Allah yolunda savaşırlar, öldürürler ve öldürülürler. (Bu,) Tevrat’ta, İncil’de ve Kur’an’da O’nun üzerine gerçek olan bir va’ddır. Allah’dan daha çok ahdine vefa gösterecek olan kimdir? Şu hâlde yaptığınız bu alış-verişten dolayı sevinip müjdeleşiniz. İşte büyük kurtuluş ve mutluluk bu­dur.” (Tevbe, 9/111)



Bu, kendisinden başka eşi olmayan bir ticarettir… Âlemlerin Rabbi Allah, kullarına vermiş olduğu helâl malı, ondan çok, hem de pek çok, hiç kıyaslanamaz değerde olan cenneti vererek satın alıyor… Katıksız iman ile arındırıp yücelttikleri ruhlarını, çok aşağı bir seviye olan dünya ha­yatından, çok yüce olan cennete davet ediyor ve icabet edenlerin canlarını, cennet karşılığında satın alıyor…



Şöyle buyuruyor Rabbimiz Allah:



“Ey iman edenler, sizi acı bir azabdan kurtaracak bir ti­careti haber vereyim mi?



Allah’a ve O’nun Rasulü’ne iman ederseniz, malları­nızla ve canlarınızla Allah yolunda cihad edersiniz. Bu, sizin için daha hayırlıdır, eğer bilirseniz.



O da, sizin günahlarınızı bağışlar, sizi, altlarından ır­maklar akan cennetlere, Adn cennetlerindeki güzel konaklara yerleştirir. İşte büyük mutluluk ve kurtuluş budur.



Ve seveceğiniz bir başka (nimet) daha var: Allah’dan yardım ve zafer (nusret) ve yakın bir fetih, mü'minleri müjdele.” (Saff, 61/10-13)



Cennet, muvahhid mü'minlerin canlarını ve mallarını verip Rabbleri Allah’dan satın aldıkları en büyük ve ebedî kazanç!..



Muhammed b. Ka’b el-Kurâzî (rh.a.) anlatıyor:



Abdullah b. Revâha, Rasulullah (s.a.s)’e:



-Ya Rasulallah, Rabbin ve kendin için dilediğin şartı koş! demişti.



O zaman Rasulullah (s.a.s):



“Rabbim için, sadece O’na kulluk etmeyi, O’na hiçbir şeyi ortak koşmamanızı şart koşuyorum. Kendim için ise, kendi canlarınızı ve mallarınızı koruduğunuz şeylerden beni de korumanızı şart koşuyorum.” buyurdu.



Ensar:



- Peki, bütün bunları yaptığımız takdirde bize, karşılık olarak ne verilecek? diye sordu.



Rasulullah (s.a.s):



“Cennet” buyurdu.



O zaman Ensar:



- Bu kârlı bir alış-veriştir. O hâlde ne bozar, ne bozul­masını isteriz, diye sevinçle haykırdılar.



Bunun üzerine bu ayet-i kerime (Tevbe, 9/111) nâzil oldu.



Bu konuşmalar, “Büyük Akabe Biatı” denilen ikinci biat esnasında cereyan etmiştir. Bu, Ensar’dan, yetmişin üzerinde kimsenin  katıldığı bir biattır.[505] 



Yegâne Rabb ve ilâh olan Allah Teâlâ, ile canını ve ma­lını O’na satan muvahhid mü'min kulu arasındaki alış-veriş, kulların arasındaki alış-verişe benzemez!..



İmam Kurtubî (rh.a.) beyanıyla:



“İnsanların arasındaki alış-verişin esas şekli, kendi elle­rinden çıkardıkları şeye karşılık, ya kendileri için daha fay­dalı olan şeyleri, yahud  fayda itibariyle ellerinden çıkar­dıkları şeye denk olan şeyleri almaktır. Yüce Allah ise, kullarından canlarını ve mallarını, kendi itaati uğrunda fedâ etmelerini, rızası yolunda bunları tüketmelerini istemek ve karşılığında da bunu yerine getirdikleri takdirde onlara cenneti vermek suretiyle satın almıştır. Bu ise, kullar tara­fından verilenlerle kıyas edilemeyecek, boy ölçüşemeyecek kadar büyük bir bedeldir.



Şanı yüce Allah bu buyruğu, onların alış-veriş işlemle­rinde örflerinden bildikleri bir mecazî üslubla dile getirmektedir. Kula düşen, canını ve malını teslim etmektir. Buna karşılık Allah da onlara, mükafat verecek, nimetlere nâil kılacaktır. İşte yüce Allah buna, “satın alma” adını vermiştir.”[505]



Muvahhid mü'minler, imanlarından vazgeçip canlarını ve mallarını zalim müstekbir tağutlarının ellerinden kurtarabilme yetkisine de sahib idiler… Onlar, asla ve asla böyle bir tercihi yapmadılar… İmanlarından, dinlerinden vazgeçmektense, canlarından ve mallarından vazgeçmeyi, zindanlarda çürümeyi, her türlü vahşî işkenceye tabi tu­tulmayı ve zalimlerin onları yakmak istediği ateşte yan­mayı tercih etmişlerdi…



Gerçek imanın tadını tadan ve kalbleri mutmain olan muvahhid mü'minlerin değişmez karakteri budur!..



Enes (r.a.)’ın rivayetiyle Rasulullah (s.a.s) şöyle bu­yurur:



“Kimde üç şey bulunursa, imanın lezzetini tatmış olur:



Allah ve Rasulü, kendisine başkasından daha sevgili olan kimse,



Bir kulu seven, fakat yalnız Allah için seven kimse,



Allah, kendisini kâfirlikten kurtardıktan sonra yine kâfirliğe dönmekten ateşe atılacakmışcasına hoşlanmayan kimse.”[505]



“Bunlar, iman edenler ve kalbleri Allah’ın zikriyle mutmain olanlardır. Haberiniz olsun, kalbler yalnızca Allah’ın zikriyle mutmain olur.” (Ra’d, 13/28)



Katıksız iman eden ve imanın gereği olan salih amelleri işleyerek imanını besleyip geliştirerek kâmilleştiren muvahhid mü'min kul, yegâne Rabbimiz, Rahman ve Rahim olan Allah Teâlâ'nın yakınlığıyla sevgisini kazanır...



“İman edenler ve salih amellerde bulunanlar ise, Rah­mân (olan Allah), onlar için bir sevgi  kılacaktır.” (Meryem, 19/96)  



Ebu Hureyre (r.a.)’dan.



Rasulullah (s.a.s) şöyle buyurdu:



“Allah şöyle buyurdu:



“Kulum Bana, kendisine farz kıldığım şeylerden daha sevgili olan bir şeyle yaklaşmaz. Kulum Bana, nafile ibadetlerle de yaklaşmaya devam eder. Nihayet Ben, onu seve­rim. Ben, kulumu sevince de, artık onun işitir kulağı, görür gözü, tutar eli, yürür ayağı (mesabesinde) olurum.”[505] 



Ebu Hureyre (r.a.)’ın rivayetiyle şöyle buyurur Rasulullah (s.a.s):



“Allah Tebâreke ve Teâlâ, bir kulu sevdiği zaman Cib­ril’e:



- Allah, filan kulu sevmiştir, onu sen de sev! diye nidâ eder.



Cibril de, o kulu sever. Sonra Cibril, gök halkına:



- Allah, filan kulu sevmiştir, sizler de onu sevin! diye nidâ eder.



Gök ahalisi de, o kulu severler. Ve  yer ahalisi arasında da o kimse için (gönüllerine) bir kabul konulur.”[505]



Herim b. Hayan (rh.a.) şöyle der:



- Bir kimse, kalbiyle yüce Allah’a yönelecek olursa, mutlaka yüce Allah da, iman ehlinin kalblerini ona yöneltir ve sonunda Allah, onlar tarafından sevilmeyi  ve ona rah­met etmeyi, ona rızıklandırır.



Yüce Allah, kıyamet gününde mü'minlerin ve melekle­rin kalblerinde onlar için bir sevgi var edecektir.[505]



Katıksız iman ettikten sonra imanları üzere ayak dire­yerek sabreden mü'min müslüman kullar, bilir ve inanırlar ki, mü'minlere imanlarından dolayı zulmeden ve işkence yapan müstekbir tağutlar asla cezasız bırakılmayacaklar­dır… Yegâne Rabbimiz Allah, onlara biraz mühlet verir ve ansızın yakalar…



Şöyle buyurur Rabbimiz Allah Teâlâ:



“İnkâr edenlerin, ülke ülke dönüp dolaşmaları seni al­datmasın.



(Bu,) az bir yarar(lanma)dır. Sonra bunların barınma yerleri cehennemdir. Ne kötü bir yataktır o.” (Âl-i İmrân, 3/196-197)



“Allah’ı, sakın zulmedenlerin yapmakta olduklarından habersiz sanma! Onları, yalnızca gözlerin dehşetle belireceği bir güne ertelemektedir.



Başlarını dikerek koşarlar. Gözleri, kendilerine dönüp çevrilmez. Kalbleri (sanki) bomboştur.” (İbrahim, 14/42-43)



“Onlar, zulüm işlemektelerken, ülkeleri (veya nesilleri) yakaladığı zaman… Rabbi’nin yakalaması, işte böyledir.  Gerçekten O’nun yakalaması, pek acı, pek şiddetlidir.” (Hud, 11/102)[505]



İman eden erkekleri ve iman eden  kadınları, hendek­lerde yaktıkları ateşlere atan ve onlar yanarken haz duya­rak seyreden, bundan dolayı mutlu olan Ashabu’l-Uhdud, Allah tarafından kahroldu gitti… Onlar, muvahhid mü'minlerin sadece kanun koyucu olarak Allah’ı bilip iman etmelerinden dolayı kendilerine bu işkenceyi yapıyorlardı… Bilmiyor ve idrak etmiyorlardı ki:



“O (Allah) göklerin ve yerin mülkü O’nundur. Allah, her şeyin üzerinde şahid olandır.” (Buruc, 85/9)



Rabbimiz Allah, yalnızca kendisine katıksız iman ve yalnızca kendisine ibadet ettiği için muvahhid kullarına zulüm ve işkence eden zalim ve vahşî tağutları, eğer piş­man olup tevbe edecek olurlarsa kendilerini affedeceklerini beyan buyurur… Onların tevbe etmeleri, şirkten, küfürden ve mü'min müslümanlara zulmetmekten vazgeçmeleri ile gerçekleşir… Eğer tevbe etmezlerse on­ların cezası, cehen­neme düşmek ve yakıcı azabı haketmek ile yerine gelmiş olur…



Şöyle buyurur Rabbimiz Allah:



“Gerçek şu ki, mü'min erkeklerle, mü'min kadınlara iş­kence (fitne) uygulayanlar sonra da tevbe etmeyenler (yok mu), işte onlar için cehennem azabı vardır ve yakıcı azab onlar içindir.” (Buruc, 85/10)



İmam Hasan el-Basrî (rh.a.) şöyle diyor:



- Şu lütuf ve kereme bakın ki, onlar, Allah’ın dostlarını öldürmüşler. Allah ise, onları tevbe ve bağışlanmaya çağırmaktadır.[505]



Rahmân, Rahîm olan Rabbimiz Allah, lâneti haketmiş, kötülük işleyip günahkâr olanların pişman olup tevbe etmeleriyle beraber kendilerini düzeltecek olurlarsa, onların tevbelerini kabul edip kendilerini bağışlayacağını beyan buyurur:



“Gerçekten apaçık belgelerden indirdiğimizi ve insanlar için kitabda açıkladığımız hidayeti gizlemekte olanlar, işte onlara, hem Allah lânet eder, hem de lânet ediciler lânet eder.



Ancak tevbe edenler,(kendilerini) düzeltenler ve (indiri­leni) açıklayanlar(a gelince), artık onların tevbelerini kabul ederim. Ben, tevbeleri kabul ederim, esirgeyenim.” (Bakara, 2/159-160)



Abdullah İbn Mes’ud (r.a.)’dan.



Rasulullah (s.a.s.) şöyle buyurur:



“Günahtan tevbe eden kimse, hiç günahı olmayan kimse gibidir.”[505]



“Allah, iki kişiyi rızası ile karşılar. Bunlar, birbirini öl­dürüp cennete giren iki kimsedir. Şu (müslüman), Allah yolunda çarpışır. Şehid düşer (de cennete girer). Sonra Al­lah, onu öldürene hidayet eder  ve sonunda o da şehid edi­lir.”[505]



Ashabu’l-Uhdud olayı, bizlerden önce iman etmiş olan mü'min müslüman kardeşlerimizin başına gelen belâları ve ağır imtihanı anlatmaktadır… Onlardan ders ve ibret alıp mücadele ve mücahede konusunda çok dirençli olmak gere­kir…



İman ve İslâm üzere sabredip sebat göstererek ve asla taviz vermeden emrolunduğu gibi yaşamak, her muvahhid mü'minin kulluk vazifesidir…



Rabbimiz Allah şöyle buyurur:



“Şübhesiz iman edip de salih amellerde bulunanlara gelince, onlar için de, altından ırmaklar akan cennetler vardır. İşte büyük kurtuluş ve mutluluk budur.” (Buruc, 85/11) [505]


İŞKENCE
i1 harfi